Paylaş
Lübnan; yani Fenike bir deyimiyle de Medyen diyarı, Akdeniz’in en üst ülkelerinden biri. Bugün yaşadığımız medeniyetin önemli bir kısmını Fenikelilere borçluyuz. Kullandığımız camdan, gemiciliğimizden, birçok kimyevi maddelerden, kumaş sanayiinden tutunuz da ticari pratiğe kadar. Akdeniz’in kökeni Fenike alfabesi, o da bir Sami dil alfabesi... Bu aynı zamanda Akdeniz’in limanlarındaki yarı korsanlık ve köleliği de yaşatan bir medeniyetti. Bugün Atlas Okyanusu’na kadar uzanan Cádiz Akdeniz’in her tarafındaki eski şehirler (Kartaca, Leptis Magna, Malta adasının belirli yerleri) bu ırkın eseridir.
Lübnan, Arap dünyası içinde Hıristiyanlığı ilk benimseyen ve bugüne kadar koruyan da bir Cumhuriyet’tir. Hiç şüphesiz ki renkli bir halktır. Aynı âdetleri, aynı ruhu benimsemekle birlikte din farkı onların tarihinde çok büyük çatışmalara da neden olmuştur.
400 SENELİK TÜRK İDARESİ
Osmanlı devrinde Yavuz Sultan Selim Han’ın fethinden beri Lübnan 400 sene boyunca Türk idaresinde kaldı. Birinci Cihan Harbi’nden sonra Fransız mandası kontrolüne geçti. Manda yönetimi Lübnan’da zaten var olan Fransız kültürünü ve Fransızca düşkünlüğünü geliştirdi ve Lübnan’a eski statüsünü verdi; yani Osmanlıların en başta Keçeçizâde Fuad Paşa’nın, Cevdet Paşa gibilerin Cebel-i Lübnan Nizamnamesi’yle verdiği statüyü; çok milletliliği.
Cebel-i Lübnan ve aşağıda da Beyrut Vilayeti bu ülkeyi oluşturuyordu. 1940’lardaki uzlaşma ve kuruluş çalışmaları bu anlaşma üzerindedir. Cumhurbaşkanı Hıristiyan, Başbakan Sünni olacak. Meclis Başkanı ona göre bir başka gruptan olacak. Şiilerle Dürzilerin payı aynı olacak. Her kalabalık cemaatin bir ya da birkaç bakanlıkla temsiline dikkat edilecek. Mahalli meclisler Lübnan Parlamentosu’nda buluşacak.
ORTADOĞU’NUN İSVİÇRE’SİYDİ
Lübnan, Ortadoğu dünyasının İsviçre’siydi. Bankacılık ve dünya ticaretinin bütün kilit noktaları oradaydı. Bu mutluluk devam ettikçe mesele yoktu ama 1960’larda başka akımlar ortaya çıktı. Bugün Lübnan uzun ve yıkıcı bir iç savaştan sonra yeniden kurulma çabasında. Ne var ki yeniden kurulmanın böyle bir atmosfer içinde gelişebileceği şüpheli. Nitekim Lübnan’ın Marunileri ve Cebel’deki Dürziler; yani Osmanlı devrinde birbiriyle çatışan iki ayrı dinin, iki ayrı ırkın temsilcileri bir araya geliyor.
Beyrut’ta yan yana olan Aziz George Maronit Kilisesi ve Mohammad Al-Amin Camisi.
Arapça konuşmalarına rağmen kendilerini Arap hissetmedikleri de çok açık. Şimdi bir araya gelip Cünye başkent olmak üzere Cebel’i kapsayan mutlu bir Cumhuriyet kurma iddiasındalar. Eğer bu devam ederse istedikleri gerçekleşebilir. Bilmiyorum, bu kadar sıkıntılı geçmiş kendilerinin de dahil oldukları bu kavga onlara bunu sağlayabilecek mi? İyi olan şeyin yaşaması herkese yararlıdır. Mutlu ve işe yarayan Lübnan’ın varlığı etrafa da yarar sağlar. Aksi ise ortalığı bulandıran bir rejim haline dönüşebilir.
SEDİRLER ÜLKESİ
Üçüncü Fransız Cumhuriyeti’nin ve Nazi Almanyası’nın etkisiyle ortaya çıkan dünyada 1943’te kurulması bir oldubittidir. Hiç şüphesiz ki bugünlerde 79. yılını kutladığımız bu vaka hâlâ Sedirler Ülkesi’ne bir barış ve sükûn getirmiş değil. İdarede, iktisadi hayatta bilginin ve başarının yanında akıl dışı davranışlar da rol alıyor. Bu, Ortadoğu için olumsuz bir gelecek gibi görünüyor. Ama galiba tarihin eski medeniyetlerinin çocukları yakın gelecekte pekâlâ kendi geleceklerini toplayabilecekler.
İTALYAN KÜLTÜR HEYETİ
Kasım ayının 17 ve 18’inde İstanbul’daki İtalyan Kültür Heyeti, Kültür Bakanlığı ile birlikte Türkiye arkeoloji araştırmaları için bir sempozyum tertipledi. İtalyanların kazılarına son derece önem veriyoruz. Çünkü iki Akdeniz memleketi olarak müşterek tarihi noktalarımız var. Bunların başında Roma İmparatorluğu geliyor. Küçük Asya’nın Roma mirası İtalya’nınkine eşit hatta daha zengin ve çeşitlidir.
Karşılıklı arkeolog gruplarımızın kazıları birbiriyle çok yakından ilgilidir. İtalyanların her zaman ifade ettiği gibi Türk arkeolojisi ayrı bir ekoldür. Ülkemizdeki İtalyan arkeologlar da eskiçağ tarihi için çok önemli kişilerdir. Bilhassa Salerno Üniversitesi’nin daha evvelden Profesör Francesco D’Andrea başkanlığında yaptığı Pamukkale Hierapolis kazıları bizim için Küçük Asya’nın tarihine bir katkıdır. Kazının restorasyonu da mükemmeldi.
BATI’NIN YAĞMASI
Bu arkeologlardan Türkiye için önemli bir uzman da Profesör Isabella Caneva’dır. Seminerde bir açılış tebliği vardı. Üzerinde ısrarla durmam gerekiyor; Türkiye arkeolojisini ve Eski Çağ Tarihi’nin önemini bu kadar iyi anlayan bir yabancı kazı raporuna rastlanamaz. Caneva’nın söylediği şudur: “Arkeolojik malzemeyi basit bir kireç taşı deposu veya bazı yeni zengin evlerinin süs malzemesi olarak kullanmak eski bir âdettir. Bu İtalya’da da böyleydi. Ne acı ki Türkiye’de de buna paralel bir durum olmuştur ve birtakım malzeme de Batı’nın yağmasına uğramıştır.” Yağmaya uğramak sadece Türkiye’de değil bugünkü Yunanistan’da ve o zamanın İtalya’sında da söz konusudur. Mısır çoktan beri bu acıyı çekmektedir.
Profesör Caneva’nın bize belirttiği bir mukayese var; kültürel tarih açısından Risorgimento’ya İtalya’nın birleştiği 1860’lı yıllara kadar arkeoloji sadece bir merak konusuydu. 1860’tan sonra burada değişiklikler başladı. Arkeoloji artık İtalyan vatanının kuruluşu, kültürel tarihi ve yapısı açısından önemli bir bilim haline geldi. Benzer durum Cumhuriyet dönemi Türkiye’si için de söz konusudur. Çünkü Küçük Asya’nın arkeolojik mirasının hiç şüphesiz ki Çağdaş Türkiye’nin kültürel yapısı için önemli kültürel alakası, yapıcılığı ve müspet katkısı vardır.
TÜRKİYE’DE ÇALIŞMALILAR
Profesör Caneva’nın uzun tebliğinde ele aldığı uzun konular içerisinde Bergama kazıları dahil Kemalist rejimin, Atatürk’ün bilhassa bu konulara eğildiği bilgisi var. Ayrıca Karatepe kazıları, Alacahöyük kazıları ve Hitit dönemi kazıları üzerinde yorum yapılıyor.
Bu toplantıda dikkatle gördük ki yeni kurulan arkeoloji enstitülerimizin de fevkalade katkısı vardır. Bilhassa Bizans dönemi araştırmaları üzerindeki Türk–İtalyan müşterek çalışmasının katkısı önemli oluyor. Bundan başka tarih öncesi dönemimiz için yapılan kazılarda Türklerin önemli katkısı görülmektedir. Prehistoria (tarih öncesi) ve protohistoria (tarihin yazısız yazılı dönemi arası) denen bu dönemlerde Türk arkeoloji heyetlerinin yaptığı kazılar bir hususi ekol haline çıkmıştır. İtalyan arkeoloji gruplarının Türkiye’de çalışması önem arz ediyor.
Ümit ederiz ki Türk üniversitelerinin arkeoloji bölümlerinde de İtalya’dan gelen hocaların hiç değilse münavebe ile görev almalarının büyük faydası olacaktır.
Paylaş