Paylaş
Datça artık sevdiğimiz insanların, Latinlerin tabiriyle “salvete in aeterne” mekânı oldu. Hiç şüphesiz ki bizim kuşak yaprak dökümünde ilerledi. Hayat yaşayan anılarıyla gidiyor. Yazılanlar henüz Türk dünyasının entelektüel çevrelerinde geniş yer tutmuyor.
3 ÇOCUK YETİŞTİRDİ
Can Yücel Türkiye’nin orijinal serbest nâzım şairi. Kendisi gibi olmaya çalışanlar vardı, çok zor. Can’ın iyi kaydedilen şiiri dışında hayatı ve her biri kalıcı ve numunelik anekdotları da var. Bunlar şimdilik darmadağın gidiyor, toparlayan görülmedi.
Güler Yücel bence Can’ın hayatındaki en büyük olay. Bu büyüklük Can Yücel ailesini de aşar. Can Yücel’in 20. yüzyıl Türk okumuşlarının içinde özgün yeri var. Resmi olarak kalıcı bir mekânı yoktu. Üç çocuk yetiştirdi. Zengin bir hayat sürmediği malum. Ama asıl işi Can Yücel olmaktı. Güler de ona uygun bir yerdeydi. Çok düzenli bir burjuva hayatı da değil. Can’ın eşi olmak kolay mesele değildir ama üç çocuk da bu memleketin onur duyacağı şekilde yetişti: Hasan, Güzel ve Su. Güler’in son ana kadar ressamlığı sürdü. Genç Güler Erder liseyi bitirirken ağabeyi Cevat Erder’in teşvikiyle Güzel Sanatlar Akademisi’ni tercih etti. O dönemde bu akademinin hayatımızdaki rolü büyüktür. Hocası Bedri Rahmi’ydi. Bedri Rahmi, “Çok yeteneklisin ama çalışmak daha mühimdir” dedi. Hem bulunduğu Londra’da hem Ankara’da hareketli bir annelik ve Can Yücel’le beraber olmanın yanında hep resim yaptı. Datça’da yaptığı bir pafta bende. Uzakdoğu resminin etkilerini taşıyan bir sanatçıydı. Renkleriyse hep Anadolu kaldı. Son zamanına kadar da çalıştı. Keşke hepsi kaydedilmiş olsa. Bu çizgiler çok ilginç ama asıl önemlisi bence edebiyat çevrelerinden, Can’ın etrafından anlattıklarıydı. Keşke hepsi kaydedilmiş olsa.
GÜLER’İ HATIRLAYACAĞIZ
Fatih’te doğup büyüyen, Saraybosna asıllı bir ailenin çocuğu. İki ağabeyi var. Siyasal Bilgiler Fakültesi ve Ortadoğu Üniversitesi’nin çok iyi tanıdığı, 1960’tan sonraki devlet planlamanın öncülerinden, Dr. Necat Erder. İkinci ağabeyi birincisi kadar keskin zekâlı ama daha örtülü ve diplomatik bir mizahı olan, Allah uzun ömür versin profesör Cevat Erder. Türkiye’de restorasyonun önde gelen hocalarından. ICCROM’un (Kültürel Varlıkların Korunması ve Onarımı Araştırma Merkezi) Roma’da bir süre başkanlığını yapan bir hocamız. Güler’in bir de küçük kız kardeşi var: sevgili Sema Erder. Bence Türkiye’de sosyolojinin en anlamlı isimlerinden biri olarak çalışmalarını sürdürüyor ve öyle de kalacak. Güler’in keskin zekâsı fazla incitmeyen ama şöyle bir kurcalayan mizahı önce ailede şekillenmiş gibiydi ve o zırhla da Can Yücel’in muhitinde yaşadı. Onunla dostluk bir kazançtı. Can Yücel’le görüştüğüm zaman nasıl akşamdan gece yarısına kadar geçen vaktin farkına varmıyorsanız Su ve Güler’le de bazı halde İstanbul gezileri yapardık ve gördüklerimizi konuştururduk, anlattıklarımı sabırla dinlerlerdi. Ben de onun iğnelemelerine gülmekten patlardım. En iyi dinleyicimiz de Su’ydu. Güler iki ya da üç kişinin sivriliklerine tahammül etmek gibi fazilet sahibi bir sevgili ressamımızdı. Güler’i hatırlayacağız. Gittiği yer Can’ın yanında huzurlu ve mizahla dolu ebedi Datça olacak.
YARDIM ZAMANI
Salgının en gerilimli günlerindeyiz, eve kapanmanın sıkıntısını yaşıyoruz. Herkesin eve kapanması da kolay değil. 40 metrekarede üç nesil bir arada yaşamaya çalışanlar da var. Kolluk kuvvetlerinin 65 yaş üstü yasağına uymayanlara kibarca davrandığı görülüyor. Buna rağmen ne olursa olsun edepsizliğe hazır insanlar türedi. İhlalciler sadece sokağa saçılan ihtiyarlar değil, daha başından beri yurtdışından sağdan solan gelen her sınıf insan var. Bazıları zaruretten dışarıdaydı ve yine zaruret dolayısıyla geri dönüyor, bazıları ise gitmiş olmak için giden ve gelen takımından.
Türkiye dünyaya açılan bir halkın ülkesi. Bu açılımın her zaman doğru planlandığı ve hedeflendiği de söylenemez. İçimizde “airport people” diyeceğimiz bir takım var. Geziyorlar... Ümit ederiz bu tatsız günler, halkımızın her sınıfına bu konuda da bir şuur kazandıracaktır.
CASUSLUK ROMANI GİBİ
Akdenizli komşumuz İtalya ve İspanya ağır günler yaşıyor. En son kızdığımız olay, Çin’in İtalya’ya yolladığı ama hedefi şaşan binlerce yüz maskesi ve solunum cihazlarına Çek Cumhuriyeti tarafından en konması oldu. John le Carre’in casusluk romanı gibi bir haber. Umberto Eco son romanlarından biri olan ‘Prag Mezarlığı’nda tamamıyla Çekya’yı tarif etmiş adeta. Romandan çok kültür tarihi gibi bir derlemeydi. O zihniyeti bir daha görür gibi olduk. Buna karşılık hakikaten bir Akdeniz dünyasının var olduğunu gösteren bir olay, Mısır kral hanedanından Veliaht Abbas Hilmi’nin kız kardeşi Prenses İkbal (Saviç) büyük bir iftihar ve duygulanmayla bana haber verdi. Bizim gazetelerde de haber yapmışlar. 100 milyonluk nüfusu olan Mısır ülkesi İtalya’ya 1 milyon kadar maske yolluyor. Bence beşeriyetin tarihi medeni, eski coğrafyasına yakışacak hareket ve gelecek inşallah böyle kurulacak.
TELEVİZYON PROGRAMLARI
Televizyonlarda yapılan programlar mutlaka faydalıdır. An şart ki, kendi ilmi hesaplarınıza uygun olsa dahi her doğrunun her an, her yerde, herkese söylenmeyeceği düsturunu unutmayınız. Bizim Küçük Asyamız tarihte salgını ilk defa görmüyor. Türkiye tarihinde veba salgını da var, difteri gibi şeyler de var, köyde şehirde çocuklarımız zaman zaman muhtelif hastalıklardan kırılmış. Ama çiçek aşısının ilk tatbik edildiği yer de bu ülke. 19. asırdan beri bazı serum ve aşılar geliştirilmiş. Kısacası Birinci Cihan Harbi’nde bütün dünyanın nüfusunu cephedeki askerden daha çok kıran, yok eden, influenza İspanyol gribi (ki Türkiye’de büyük nüfus tahribi yaptı) dışında bizim halk aslında büyük vurgunlara alışık değildir. Garip rakamları daha doğrusu fahiş şeyleri telaffuz etmenin manası yok. Her doğru, her zaman her yerde söylenmez. Allah göstermesin daha fazlası muhtemel olsa bile. Kaldı ki sırf matematik işlemlerle bazı şeylerin anlaşılacağına da inanmak zor. Televizyon programlarında bazı spikerlerin her şeyi 2-3 kere tekrarlamasına lüzum yok. Anlaşılan seslerini ve sözde güzel telaffuzlarını(!) hafızamıza kazımak istiyorlar.
1930'LU YILLARIN EFSANESİ
Türkiye’nin büyük Sağlık Bakanı Refik Saydam’dır. Daha Birinci Cihan Harbi’nde kolera ve dizanteriye karşı serumlar geliştirmekle işe başladı. Dr. Refik Saydam Kuleli Askeri Lisesi’nde sonra Askeri Tıbbiye’de okumuş, Alman tıbbıyla Berlin ve Danzig’deki askeri akademilerde tanışmıştı. Balkan Savaşı’nda ordudaydı. Bakteriyoloji Enstitüsü’nü örgütledi. Birinci Cihan Harbi sırasında hazırladığı tifüs aşısı literatüre geçmiştir. Birinci Cihan Harbi ve İstiklal Harbi’nin komutanları bile tifüs ve dizanterinin çarkından geçtiler. Dr. Refik 1919’da Samsun’a çıkan heyetteydi. Refik Saydam 1930’lu yıllarda harikalar yarattı. Penisilin ve sülfamitlerin bilinmediği bir dünyada geliştirdiği aşılar ve serumla, fakir ülkede her şeyden önce yetişmiş insan sıkıntısı çeken, yetişmiş evlatlarının çoğunu harplerde kaybeden bir ülkedeki örgütleme faaliyeti dikkate şayandır. Hitler’den kaçan Dr. Albert Eckstein ile çalıştı. Dr. Eckstein ve eşi Dr. Erna Türkiye’nin tıbbi yapısının gösterdiği problemler yanında başarılarını hayretle gözlemledi. 1942 yılında “A’dan Z’ye bozuk bir idaremiz var” diyen başbakan, Pera Palas’ta aniden öldü.
BUGÜN ANMAK VAZİFEMİZ
Bu salgın günlerinde büyük sağlık bakanımızı anmanın bir vazife olduğunu bilelim. Bizim hekimlerimiz 1930’lar ruhunun yetiştirdiği gençlerdir. Çok zor günlerden geçiyorlar. Büyük fedakârlıklarda bulunuyorlar. Sırf onlar değil bütün sağlık personeli hatta hastanelerdeki güvenlik görevlileri bile. Bu yüzden karantina mahallinde görevlilere ve kolluk kuvvetlerinin suratına tüküren edepsizlerin veya içeri bırakılmadığı için güvenlik görevlisini yaralayan tiplerin, her şeyden evvel ruhsal bakımdan tehlikeli bir eşhastan olduğunu hesaba katmamız lazım. Savcıların işlemine kadar böylelerinin asabiye kliniklerinde gözaltına alınması icap eder. Bunu bir hiddet ifadesi olarak değerlendirmeyelim. Bunlar gezdikleri her an sokakta herkes için tehlike teşkil eden tiplerdir. Hepimize sabır, zor günleri atlama şansı ve sağlık kuvvetlerimize karşı çok büyük saygı ve destek gösterilmesini dileriz.
Paylaş