Paylaş
1522 yılı, 22 Aralık’ta Türkiye İmparatorluğu adayı nihai olarak fethetti. Daha evvel Emeviler devrinde özellikle Şam’a, Hz. Osman tarafından tayin edilen Vali Muaviye, (sonraki Şam halifesi) adayı kısa sürelerle kuşatmış ve fethetmiştir. Oğlu Yezid zamanında ada tekrar elden çıkmıştır. Ne gariptir ki Bizans denen Doğu Roma devrinde adanın üzerindeki hâkimiyet güçlü değildir. Rodos’u güçlü olarak idare eden ve elde tutan kuvvet bildiğimiz eski Roma İmparatorluğu olmuştur.
DEVAMLI ÇEKİŞME KONUSU
Ortaçağlar boyunca ada üzerindeki yabancı hâkimiyetin yerli halkla bağdaşmayan kuvvetler olması devam etti. İlginçtir ki bilinen tarihte Rodos’un gerçek sahiplerinin ve orada refahı sağlayanların evvela Minoslular sonra da Yunan karasından gelen Dorlar olduğu anlaşılıyor. Ada stratejik yönden önemliydi, bu nedenle Doğu Akdeniz’e hâkim olmak isteyen İtalyan şehir devletlerinin en önemlileri yani Cenova ve Venedik arasında devamlı bir çekişme konusu olmuştur. Oysa Kudüs’ten atıldıktan sonra kendilerine üs arayan St. Jean Şövalyeleri, adayı 14. asır başından (1310 yılı) itibaren kendi mülk ve devlet merkezleri haline getirdiler. St. Jean Şövalyeleri dediğimiz hac yolunu ve Kudüs’ü korumak için kurulan kozmopolit bir tarikattır. İçlerinde bütün Avrupa milletlerinin şövalyeleri üye olarak bulunmakta, seçilen reisleri papa tarafından onanmaktaydı. Şövalyelerden evvel burada Çaka Bey ve Mesut Bey gibi Anadolu beyliklerine tabii Türk deniz beylerinin çok kısa süre için hâkim olduğu ileri sürülür, doğrudur da, fakat devamlı bir hâkimiyet kurulamamıştı. Rodos’a rengini veren şimdi St. Jean Şövalyeleri oldu. Rodos’un surlarını berkittiler. Güney Rodos’taki şehirlerin aksine Kuzey Rodos’u geliştirdiler. Ada halkına yine yabancıydılar.
KUŞATMA 6 AY SÜRDÜ
Rodos’u yönetenlerin yerli halkın etnik yapısı içinde yerleri hiç olmadı. Ta ki Türkler adayı alana kadar. Fatih Sultan Mehmed donanması maalesef bu adayı St. Jean Şövalyeleri’nden almak için yeterli olamadı. Torunu Muhteşem Süleyman’ın ise sefer için iki planı paralel olarak geliştirdiği görülür. Karadan Pulak Mustafa Paşa’nın komutasındaki ordu Marmaris’ten nakledildi. Bir yandan da donanmanın, 700 gemi ile adayı kuşatmayı planladı. 14 Haziran 1522’de donanma Rodos’un önlerindeydi. Altı ay süren kuşatma Muhteşem Süleyman’ın başarısıdır. Donanma eskisine göre güçlüydü, ateşli silahlar çok etkiliydi ve buna rağmen kale ancak vira (anlaşma) ile alınabildi. Şövalyelerin silahları, bütün mülkleri ve gemileriyle bırakıldı. İstisna kuşatma ordusuna karşı bir tehdit olarak getirilen Cem Sultan’ın torunlarıydı. Hıristiyan olmuşlardı. Bunlar bırakılmadılar ve hüküm infaz edildi, yani katledildiler.
TRABLUSGARP’A KADAR...
O tarihten sonra Osmanlı hâkimiyeti 1912 yılına, yani İtalyanlar Trablusgarp Savaşı sırasında burayı alana kadar devam etti. Osmanlılık Rodos’ta bugüne kadar en uzun süren hâkimiyettir. İstatistikler kesin olmamakla birlikte Ege adalarının içinde İstanköy, Midilli ve Rodos en kalabalık Türk nüfusa sahip adalar olarak kabul edilir. Buna rağmen nüfus azınlıktaydı. İtalya’nın hâkimiyeti geçici bir işgal statüsündeydi. İşgal Türkiye lehine hiçbir zaman bırakılmadı.
AB KURALLARI İŞLEMİYOR
Bu dönemin Rodos’taki hatıralarına gelince, İtalyanların Türkler ve Yunanlara eşit muamele ettiği anlaşılıyor. Ada halkıysa İtalya’ya karşı Türkiye’yi tutmuştur. Hepsinin gönüllü istihbarat hizmetinde bulundukları askeri arşivlerde görülmektedir. 1943’te İtalya’nın müttefik safına geçmesi üzerine Almanlar bu adaları ve Rodos’u işgal ettiler. Hoş bir dönem değildi. Bilhassa Rodos Yahudiliği için karanlık bir dönem başladı. Adadaki Türkiye konsolosu Selahattin Ülkümen Bey’in Rodos Yahudilerinin hiç değilse bir kısmına pasaport vererek himaye altına alması Alman işgal kuvvetlerini çileden çıkardı. Son bombardıman hücumları sırasında konsolosluk hassaten bombalanmış ve konsolosumuzun eşi Mihrinnisa Hanım ve iki konsolosluk görevlisi bu bombardımanda şehit düşmüştür. Ülkümen’e bu himayesinden dolayı İsrail devleti tarafından Uluslararası Dürüstler onursal unvanı verilmiştir.
Bugün adada hâlâ küçük bir Türk cemaati var. Türk okulu ise kapatılmıştır. Avrupa Birliği’nin kurallarının pek de yerinde işlemediği görülüyor.
İNTERNETTEKİ YALAN YANLIŞ BİLGİLER
İNTERNETTE akla hayale gelmeyen bilgiler kullanılıyor. Maalesef beşeriyeti aydınlatması umulan internet gibi araçlar kullananların yaklaşımına bağlı. Avrupa’da internetteki yayınların verdiği bilgiler oldukça ciddi şekilde ilerlemekteyken, bu durum Türkiye’de tam tersi.
Uçurmalardan birisi, 2019 tarihine ait, tekrar tekrar ısıtılarak gündeme sokuluyor. Daha evvel başka yazarlar da kullanmıştı. “Nâzım Hikmet’in dedesi Yahudi” diyorlar. Türkiye’deki bazı kasabalarda Yahudiliğin suç olduğuna dair düşünce, İkinci Cihan Harbi’nden sonra Alman-İsviçre etkisindeki dernekler ve eski Nazilerin tesiriyledir. İlginç olan bu kasabalarda Yahudi de yoktu.
Bu saçmalık bir yana, Konstantin Borzecki (Borjenski okunur) Polonyalı bir konttur. 1848 İhtilali sırasında cumhuriyet ilan eden Macar Kossuth Lajos’un kıtalarıyla birlikte Avusturya ve Rusya’ya karşı ayaklandılar. İhtilal ciddiydi, Avusturya baş edemeyince başbakan Metternich Rusya’dan yardım istedi. I. Nikola’nın amansız mareşali Ivan Paskevich Macar alaylarına karşı galiba bir parça daha merhametliymiş. Polonyalıları ise feci şekilde bastırıyordu. Macar-Polonyalı müşterek kuvvetinin başında Polonyalı General Jozef Bem vardı. Bize sığındılar. Türkiye bu sığınan askerleri Avusturya ve Rusya’ya iade etmedi. General Bem (Murad Paşa) ve Borzecki (Mustafa Celâleddin Paşa), tıpkı Czajkowski (Sadık Paşa) ve Koscielski (Sefer Paşa) gibi Müslüman olanlardandır.
Albay Borzecki’nin bütün vücudu yaralarla doluymuş. Tam bir savaşçıydı. Osmanlı ordusunda haritacılık ve topçuluk alanında önemli katkıları olduğu bilinir. Kırım Savaşı’nın komutanı Ömer Rüştü Paşa’nın kızıyla evlendi ve 1875 Karadağ Savaşı’nda şehit düştü. Şehitler için nasıl bir üslûp kullanılacağını bu uydurarak biyografi yazan adamlara öğretmek lazım. Cehaletin küstahlığı ayrı oluyor.
Benzer bir hata daha var. 1970’lerde kimya fakültesi profesörlerinden Ayşe Saffet Rıza Alpar, sol cenahın oklarına hedefti, olabilir. Merhumun siyasi görüşü bizi ilgilendirmiyor, MHP tandanslıymış. Trabzon Karadeniz Teknik Üniversitesi’ne rektör tayin edilmişti, ilk kadın rektör. Bir tarihte 1930’ların gazetelerini tararken kendisinin resmine ve biyografisine rastladım. O zaman liseyi birincilikle bitiren kız çocuklarını gazetelerde tanıtırlardı.
Saffet Hanım burada kimya okuduktan sonra Almanya’da üniversitede asistan olarak çalışmış. Bunu da tanıdığım ihtiyar bir Alman kimyager olan Dr. Dusel’den öğrendim. Kendisinden sitayişle bahsetmişti. “Babası Balkan Savaşı’nda intihar savunması yapan bir generalmiş” dedi. Zamanla Hasan Rıza Paşa’nın İşkodra’nın kahraman müdafii olduğunu, Enver Paşa tensikatından sonra paşalıktan tenzili rütbe edilip, bir daha terfi ettiğini ve Balkan Savaşı sırasındaki savunmadan dolayı tekrar general yapıldığını öğrendim. Paşalık beratı, harp madalyası ve altın kılıç ulaştıktan bir müddet sonra şehit düşmüş. O tarihlerdeki bir gazete kendisine veryansın ediyordu: “Babasının Atatürk’le de düşman olduğunu” yazıyordu. Halbuki o tarihteki yarbay Mustafa Kemal Bey’le Rıza Paşa’nın tanıştıkları bile şüpheli. Profesör Saffet Rıza Hanım’la uğraşacaksınız, kendisiyle uğraşırsınız. Muhterem, şehit olan babası hakkında daha başka üslup kullanmanız gerekir.
Bu militan sağ ve solun tarihçilik anlayışı insanı hayretlere gark eder. Önce tarih öğrenseler daha iyi olur.
Paylaş