Paylaş
Gerçi gençlerini dış dünyaya yollayan tek ülke Türkiye değildir, lakin Türkiye’ninki gerçek anlamda bir beyin göçüdür ve şaşarak izleyeceğimiz bu göç tarihinin acı gerçeklerine Türkiye toplumu hâlâ nasıl dayanıyor ve halen nasıl beyin üretimi içinde, bunu tartışmak ve tespit etmek çok zor.
İtalya 1861 yılında birliğini gerçekleştirdikten sonra 1920’lerin sonuna kadar 30 milyon gencini göçmen olarak yollamıştır. Bunun o toplumda yarattığı tahribat açık, dış dünyadaki İtalyanların sadece çok becerikli mafya mensupları olmadıkları ve hayatın her alanındaki öncülerinin olmasıyla da anlaşılır. Bilhassa İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin kaderi tıbbiye ve mühendislik mezunlarının birkaç ay içinde Birleşik Devletler, Kanada ve Almanya’ya gitmesiyle çizilirdi. Göç durmazdı. Mesleğin ileriki yıllarında da devam ederdi.
20 SENEDE DEĞİŞEN YOK
2000 yılında yazı hayatıma bu problemi tartışarak başladım. 20 sene sonra hiçbir şey değişmedi, son zamanlardaki şartlar dolayısıyla durum daha da ağırlaştı. Nedenler muhtelif. En iyi okullarda okuyup şirketlere ve devlet hayatına girenler, hatta bunu dış ülkelerde yapıp diplomasını alanlar dahi bir müddet sonra sükût-u hayale uğruyorlar. Devlet yönetimi nepotist dediğimiz akrabacı, hemşerici, kulüpçü ve tarikatçı bir anlayışın elindedir. Bizzat sağ ve soldaki siyasi partilerde bile bu yapılanma görülmektedir. Yetenekli genç insan enerjisini ve mesleki aşkını dökeceği bir kanal bulamamaktadır. Özel sektörde bile bu özellikler işletmecilik mantığına aykırı şekilde görülmektedir. Orada daha tehlikeli bir durum vardır, şirket sahiplerinin içinde megaloman yapıdakiler bizzat istihdam ettikleri gençlerin hiçbir fikrini ve projesini ciddiye almazlar. Büyük şirketlerde bile kabuklaşmış kurmaylar, yenilikçi bilgilerle gelen genç menajerlere fırsat tanımazlar. Bu nedenle memleket gençliğinin yönü Atlantik ötesine uzanır.
MEMLEKETİ TANIMIYORLAR
Kuşkusuz ki Türk gençliğinin yetişme şartlarında da aileye ve kendilerine ait hatalar vardır. Türkiye’nin tarih ve coğrafyasıyla ciddi bir ilgi kuramamışlardır, kurdurulmamıştır. İnsanlarımız ancak kırkından sonra Türkiye’yi tanımaya başlıyor ve gençler de böyle fıtraten zengin bir ülkenin atmosferinden uzak kalmak nedir bilemiyorlar. Ziganalar’ı otobüsle geçmeyen, Şavşat-Kars yolculuğunu yapmayan, Ege’nin ipek halıyı andıran bereket ve ihtişamını yaşamayan bir gençliğin bu yurda sahip çıkmasını, âşık olmasını bekleyemeyiz. Akdeniz’in göç veren ülkelerinin insanları şu veya bu şekilde anayurtla bağlarını koparmazlar. Meşhur Yunan tıp profesörünün Harvard’daki görevinin yanı başında Atina’da ne işi var? Birçok yönden Türkiye’ye göre olanakları kısıtlı Yunanistan, son pandemi krizini onun yönlendirmesi sayesinde daha kolay atlatıyor, çünkü Harvard’dan gelen profesör Sotiris Tsiodras mükemmel bir plan yaptı ve başarıyla uygulandı.
ŞARTLAR YARATMALIYIZ
Gidenlerin geri çağırılması işinde başarılı örnek profesör İhsan Doğramacı’ydı. Hacettepe’yi kurarken ön planda Amerika’ya giden değerleri celbetmeyi başardı. Onları bordro mahkûmu yapmadı, çalışma şartlarını hazırladı. Şu ana kadar ne yazık ki ilk ve sonuncu örnek. Dostu kadar sevmeyeni de olabilir ama tarih olmuş şahsiyetlerin yaptıklarını iyi değerlendirmek lazımdır. Gençliğimizi yetiştirmeye başladık. Bunların içinde yerkürenin coğrafyasına ve geçmiş zamanlara hükmetmeye başlayanlar var. Herkes Celal Şengör kadar sağlam bir şekilde buraya tutunacak durumda olmayabilir. Şartları yaratmamız lazım ve çok genç yaşlarda yurdu daha iyi tanıtıp sevdirmemiz gerekiyor. Bu memleket belirli grupların, mensupların ve yoldaşların değildir sadece. Bunu unutmayalım, hiçbir ülke bu gibi kalıplarla yaşayamaz ve var olamaz. Olamayacağının örneği çok ve ortada.
OSMANLI’DA TARİH YAZIMI
İSTANBUL Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Bekir Kütükoğlu, Münir Aktepe gibi hocaların öncülüğünde bilhassa profesör Mübahat Kütükoğlu’nun otoriter fakat fedakârane yönlendirmesiyle tarih yazıcılığımızın temel eserlerinin tetkik ve neşrinde önemli adımlar atmış bir kurumdur. Tenkitli basım aslında tarihimizde Abdüllatif Suphi Paşa, Cevdet Paşa’nın ardından Halil İnalcık Hoca’ya, Orhan Şaik Gökyay ve Şerafettin Turan’a kadar daha çok Avrupalı hocaların elindeydi. Edebiyat Fakültesi mensupları bir seminerde merhum profesör Ömer Faruk Akün’ün veciz ifadesiyle “Bu seminerlerde görülüyor ki harf inkılabının yarattığı söylenen uçurum sona ermiştir” denecek kadar yeni nesilleri bu alana yöneltti.
HERKESE HİTAP EDİYOR
Gerçekten de bizim kuşağın Mehmet İpşirli ve Abdülkadir Özcan gibi hocaları sayesinde tarih kaynaklarının yayını daha genç kuşağı da teşvik etti. Sevgili Abdülkadir Özcan hocanın “Osmanlı’da Tarih Yazımı ve Kaynak Türleri” adlı kitabı geçtiğimiz günlerde Kronik Kitap’tan çıktı. Bu değerli eser kadar sadece tarih talebelerine ve uzmanlarına değil halkımızın uyanan tarih merakına cevap verecek bir çalışma az bulunur.
Abdülkadir Hoca’nın kitabında kuşkusuz ki Osmanlı tarih yazıcılığının ele geçen ilk eserleri, 15. yüzyıldır. (14. yüzyıl tarih eserleri, Yahşi Fakih gibileri fragman dediğimiz nakiller halinde vardır.) Bilhassa Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul fethi sonrası bir imparatorluğun ihtiyacına cevap verecek tarih yazımı ve az bilinen bir gerçek ama II. Bayezid devrindeki anonim tarih eserleri (Tevârîh-i Âl-i Osman) fakat bu geleneksel tipteki eserlerin yanında monografi biçimindeki kaynakların tasnifli olarak anlatılıyor.
16. yüzyıl tarih yazımının veciz ifadelerle ve tasniflerle nakli bence önemli. “Hılkattan başlayan genel tarihler” diyor. İçinde Gelibolulu Mustafa Âlî gibi benim hocam, Türkoloji’nin büyük adamı Andreas Tietze’nin etraflıca hakkında yazılar yayınladığı tarihçiler de burada. Gelibolulu Mustafa Âlî ile ilgili ayrıca Cornell H. Fleischer’in de bir doktora çalışması vardır ve Tarih Vakfı tarafından yayımlanmıştır.
ÖĞRETİCİ VE EĞLENCELİ
Abdülkadir Özcan Hoca kitapta tezkirelerin üzerinde duruyor, Osmanlı biyografik derlemeleridir. Nasihatnamelerin üzerinde duruyor, Osmanlı siyaset biliminin öncüleridir. Münşeat mecmualarından bahsediyor, Osmanlı tarih yazımı için çok gerekli olan belgelerin anlaşılması, günlük yazışmaların değerlendirilmesi bakımından önemlidir.
17, 18 ve nihayet 19. yüzyılla eser tamamlanıyor. Şunu söylemek lazım: Uzmanların ara sıra başvuracağı, can sıkıntısıyla okunacak bir kaynak değil. Sürükleyici, öğretici ve herkesin sevip çok şey öğrenebileceği bir müracaat kitabı...
Paylaş