Paylaş
Virüs salgını nasıl cereyan ediyor, haberler geliyor ve istatistikler yayımlanıyor. Şurası bir gerçek: İstanbul vakaların çoğuna sahip. Anadolu daha rahat durumda. Hatta başkent bile bazı konularda böyle... İlginç görünümler var. Güneydoğuda, Trakya’daki, Anadolu’daki köylerin bir alayı kendi kendilerine karantina uyguluyorlar. Köye giriş ve çıkış yasaklanmış, en ideal idare ve karar şekli. Demek ki eğitim yetersizliği söz konusu değil, söz konusu olan başka bir neden. 18 milyonluk bir başkent, ki bu miktar bazı mevsimlerde 20’ye çıkıyor, Kuzey Akdeniz coğrafyası için çok yabancı. Kuzey Akdeniz’de bu nüfus yok.
50 YILDIR TEDBİR ALINMADI
Daha da korkuncu Türkiye nüfusunun dörtte bire yakını Boğaziçi’nin iki yakasındaki doğal coğrafi köprüye yığılmış vaziyette. 50 yıldır ciddi tedbirler alınmamış, alabildiğine nüfus artmış, yapılaşma çoğalmış. Dinlenme ve paylaşım alanları son derece az. Böyle bir yapıyla salgın zamanı bir yana normalde bile şehir ahalisinin sağlıklı bir yaşam sürmesi mümkün değil. Fizik bakımından olduğu kadar ruhi bakımdan da insanlar yoruluyor.
İstanbul’un bitki ve hayvan örtüsü alabildiğine tahrip edilmiş. Bizim neslin hayatı içinde bile bu bozulma görüldü. Kadıköy yakası bugün gökdelenlerle dolu, oysaki 1950’lerde bile orman artığı bir bölgeydi, toplu yerleşmelerden çok serpintiler söz konusuydu. Üstelik tarihi binaların bulunduğu kıyılar doğal plajdı.
DEĞİŞİM ACİLEN GEREKLİ
Daha yoğun bir yerleşmenin olduğu Suriçi İstanbul’da bile çok katlı binalar ancak 1960’lardan sonra ortaya çıktı. Bahçe içindeki ahşap ve kâgir evler Suriçi İstanbul’un görüntüsüydü. Zeytinburnu’nda gecekondulaşmadan evvel buradaki tek meskûn saha Yenimahalle denen, Rumeli göçmenlerinin semtiydi. Doğrusu resim gibi mütevazı bir semtti. Yeşilköy ve Bakırköy gibi semtler banliyö konumundaydı. Bu gibi özlemin artık edebiyatta kalması yeterli değil, değişim acilen gerekli, sanayi dediğimiz kısa zamanda teknik ve yapı olarak kendini eskitir. Eskiyen sanayi tesislerinin daha pahalı üretim yapacağını herkes bilir. Binaenaleyh bunların yenilenmesi sırasında belki sökülmesi ve endüstrinin Konya, Kayseri, Çorum hatta Ankara gibi gelişmenin başladığı bölgelere, yakın yerlere nakli düşünebilir.
Kesinlikle arsa spekülasyonunun önüne geçilmeli, ancak bu sadece polisiye tedbirlerle olmaz. Kadastrosu yapılan bir memlekette vergilendirme son derece kolay ve adil bir işlemdir. Yapılmaması olsa olsa karar mekanizmasına hâkim grupların kendi spekülasyon meraklarıyla ilgili olabilir. Şehre göçün önlenmesi için üretim imkânlarının başka bölgelere kaydırılması gerekir, çünkü İstanbul bu nüfusu kaldıramıyor. Bu göçü önlemek de Osmanlı saray bostancılarının ve Bostancıbaşı’nın inzibati tedbirleriyle alınacak değil. Bugün bu işlem doğrudan geçim ve yatırım imkânlarının denetimi ve yönlendirmesiyle mümkün olacaktır.
YATIRIM PLANLAMASI ŞART
Geniş coğrafyamızda bu yoğunlaşmanın niçin İstanbul Boğazı’nın iki yakasına kilitlendiği anlaşılamaz. Daha ters bir gelişme, mesela İzmit Körfezi’ni kirleten kâğıt fabrikalarının ortadan kaldırıldıktan sonra yerine yapılanların ne fabrika ne de tarımla ilgili endüstri tesisleri olmamasıdır. Doğrudan doğruya beton tesislerle dolmuştur. Bir tehlikeli üretim kaldırılıyor yerine daha beteri geliyor. İstanbul’un ve Körfez’in havası ve suyunu temiz tutacak bir yatırım planlaması şart. İstanbul gelecekte bir milli plan çerçevesinde ele alınacak olursa kurtuluş vardır.
Aksi takdirde sırf vatanımız için değil komşu ülkeler için de artık bir problem haline dönüşmeye başlar. İşte o safhaya gelmemeliyiz. Kendi işimizi kendimiz yapmalı, beynelmilel itiraz ve müdahalelere uğramamalıyız.
‘VEFAKÂR BİR DOST’ ORHAN KOLOĞLU
GEÇEN hafta Türkiye aydınlarının içinde en kendine özgü bir kişilik olan Dr. Orhan Koloğlu’nu son yolculuğuna uğurladık. Kraliyet dönemi Libya Başbakanı Sadullah Koloğlu’nun oğluydu. Adı üzerinde Trablusgarp’taki Türk yeniçerilerin soyundan geldiği için Mülkiyeli kaymakam bu göreve çağrılmıştı.
Orhan Koloğlu’nun en ilginç yönü yalnız ve mütevazı şartlarda yaşayıp üretmeyi bilen ama neşesinden ve heyecanından hiçbir şey kaybetmediği gibi saatler ve günlerce çalışmayı becerebilen bir tarihçi olmasıdır. Türk tarihçiliğinde Arap dünyasının yapılanmasına ilk eğilenlerdendir. Üstelik bunu imparatorluğun genel tarihi içinde Avrupa tarihini de çok iyi öğrenerek yapabilenlerden biriydi. 40’a aşkın kitabı ve yüzlerce makalesiyle Türkiye tarihinin bilinmez noktalarına ışık tuttu. “Vefakâr bir dosttur” tabirini kullanmak yetersiz. Tarihçilerin hakkını da savunan, adil hüküm veren bir yazardı. Gayet kibar görünümüyle edepsiz eleştiriler veya haksız tespitleri kendisine değil, başkasına yapılmış olsa da göğüslemekten çekinmezdi. Bir özelliği daha var: Türkiye tarihçiliğinin sıkıcı bir üslubu vardır. Sürükleyici, anlaşılır üslubu olan nadir yazarlarımızdandı. Zamanlar geçtikçe daha iyi anlaşılacak ve unutulmayacak bu çalışkan bürokrat ve renkli tarih yazarının hatırası önünde ihtiramla ayağa kalkıyor ve onu ebediyete uğurluyoruz.
Paylaş