Paylaş
1672 yılının 30 Mayıs’ında Çar Aleksey Mihayloviç’in oğlu olarak doğdu. Çarın ikinci karısı Natalya Narışkina’dan dünyaya geldi. Tam Rus genelojisine (şecere bilgisi) göre güzel bir kadındı ve zekiydi, Petro’yu etkileyen bir anneydi. İktidarı yarım kan kardeşi V. Ivan’la paylaşmak zorunda kaldı. Onun da annesi Miloslavsky ailesindendi. Bu iki ailenin kavgası erken yaşta ölen Çar Aleksey’in mirasının da paylaşılması demekti. Neticede Petro erkek kardeşinin ölümüyle, 1690’larda iktidara sahip oldu.
AMİRALİ, TOLSTOY’UN DEDESİ
Kavgalı iktidar yıllarında saraydan uzak Moskova’nın bugün de Nemetskaya Sloboda denen semtindeydi. Bu semtte Moskova’nın içindeki yabancılar oturuyordu. Tıpkı İstanbul’daki Pera ve onun devamı olan Galata’da olduğu gibi. Burada ecnebi dostlar edindi, gemicilik sanatını öğrendi ve başka dallara da merak sardı.
Tahta geçtiği zaman ilk hedefi Karadeniz filosunu kurup kuvvetlendirerek Türklerin Karadeniz’deki hâkimiyetine son vermekti. Kırım’ın kilit noktası olan Azak Kalesi’ne 1695’te saldırdı. Devir Viyana Kuşatması sonundaki uzun harp yıllarının en problemli zamanıydı. Vakti iyi kollamıştı ama gene de Azak’ı alamadı. Bir sene sonra yabancı müşavirlerin gösterdiği yöntem ve Osmanlı ordularının Avrupa’da adamakıllı karanlık bir noktaya girmesi nedeniyle Azak Kalesi’ni alabildi. Bu geçici bir girişti ama iyi faydalandı. Bir müddet sonra 1698’de Karadeniz kıyısında Kırım’a yakın Taganrog Limanı’nı Rusya’nın ilk bahriye üssü olarak kurdu. 1699’da Karlofça görüşmelerinde galip Mukaddes Liga devletlerinin üyesi olarak katılmıştı. Ardından 1700’de İstanbul Antlaşması’yla İstanbul’da mukim, devamlı bir sefaret kurma hakkını elde etti. İlk büyükelçi onun amirali olan Kont Tolstoy’du, yani büyük yazarın dedesi. Tolstoy ünlü geniş raporlarıyla meşhurdur. Belki çok başarılı bir sefir değildi ama Rus-Türk tarihi için yararlı vesikalar ortaya çıktı. Bunlar şüphesiz bizim tarihimiz için önemlidir.
OSMANLI DEVLETİ’NE SIĞINDI
1710’da Osmanlı İmparatorluğu’na karşı savaş açtı. Bu tabii ki ilk sefir Tolstoy’un da Yedikule’de hapsedilmesi demekti. 1711’de Petro Prut bataklıklarında kuşatıldı. Bu kuşatmanın değerlendirmesi hâlâ Türklerin gayriciddi hikâyeleriyle devam eder (Çariçe Katerina ve Baltacı Mehmed Paşa). Gerçek öyle değil. Yeniçerilerin bu kuşatmayı uzun zaman sürdürecek takat ve disiplini yoktu. Prut Barışı imzalandı (1711). Dolayısıyla Petro önemli kazançlarının hepsini bırakarak (Kırım ve Azov Kalesi dahil) çekilmek zorunda kaldı. Petro’nun Karadeniz sevdası suya düşmüştü. Bu ta 1730’lardaki savaşlara hatta 1774’e kadar tehir edilecek bir idealdi ve Büyük Petro bunu göremeyecekti. İsveç’le kavgası daha erken başladı. İsveçli XII. Şarl en başta başarılar kazanmışsa da Moskova’ya doğru yanaştıkça mukaddes topraklardaki hezimeti acı oldu ve Osmanlı Devleti’ne sığındı. Zaten Prut Cengi’ni kışkırtanların başında da Polonya Kralı Stanislaw, Kırım Hanı ve XII. Şarl gelir.
Rusya tarihinde Petro’nun önemi büyüktür. İki metre boyunda, kafası gövdesine göre küçük, ayakları sadece 38 numara olan Çar’ın fizyonomisi adeta onun kişiliğindeki ve iktidarındaki zaafları ve üstün tarafları da gösteriyordu. Enerjikti, çalışmasının sonu yoktu. İdealleri büyüktü. Batı medeniyetini getirmek istiyordu. Balolarıyla, yemekleriyle, giyimiyle getirdi. Lakin her balonun sonunda da Slavlara mahsus rezaletlerle toplantılar bitiyordu. Kıyafete gelince... Ruslara bu dönemde Avrupalı kılığına girmiş Tatarlar diyorlardı.
AVRUPA’YI YAKINDAN GÖRDÜ
Batı kültürünün peşindeydi. Rusya’ya üniversiteyi getirdi. 1699’da Avrupa’ya büyük bir asker ve amiral heyetiyle çıktı. Bu uzun süren 18 aylık sefaret sırasında Hollanda’da gemicilik, anatomi ve tıp gibi dallara merak sardı. Dönüşte bunları tatbike gayret etti. Hiç şüphesiz ki Avrupa devletlerinin idare tarzını yakından gördü. Bunları taklit ettiğini söyleyemeyiz. Ama onların bazı taraflarının farklı olduğunu anlamıştı. Rusya ve Türkiye’nin modernleşmesindeki kalıplar ne kadar birbirine benzer. Büyük Petro bu çelişkiyi önce ortaya koyan biridir. Tıpkı II. Mahmud’un reformlarında 100 sene sonra karşılaştığı problemler gibi.
ÖZ OĞLUYLA ÇATIŞMAYA GİRDİ
İktidar henüz Şark kalıpları içerisindeydi. Prenslerin, veliahtın ve diğer kardeşlerin hayat ve emniyeti doğrudan doğruya yeni yapının değişmesine bağlıdır. Bunun değişmediği Rusya’da çar öz oğluyla, Aleksey’le çatışmaya girdi. Aleksey’i çok uzun bir sorguya çekti ve elleriyle öldürdü. Delikanlı bir de işkenceden geçmişti. Yediği dayağın sebebi anlaşıldı. Veliaht Avusturya ile Rusya’ya karşı ittifak içindeydi. Böyle şeyler maalesef Doğu monarşilerinin kaderinde vardır ve önlenmesi pek tatlı metotlarla olmuyor.
Büyük Petro’nun kurduğu şehir Petersburg kendisinden 100 yüzyıl sonra Puşkin gibi büyük bir şairin methiyesine neden oldu. Önemli bir kasidedir: “Tunç Süvariye”. Şehri İtalya ve Avusturya mimarisinin en iyi elemanlarıyla meydana getirdi. Şehir Rusya’nın Batı’ya açılan kapısıydı. Orduyu modernleştirmeye çalışıyordu, bürokrasiyi modernleştirmeye çalışıyordu ve Batı’nın ilim ve sanatlarını getirme gayretindeydi. Bu şüphesiz ki daha uzun bir süre gerektirdi. Ama gelişmeler en azından yüzyılın sonunda bir Alman prensesi olan II. Katerina’nın tahta çıkışını bekleyecektir.
BIRAKTIĞI İMPARATORLUK
Büyük Petro tarihte hem Ruslar hem de Türkler tarafından çelişkilerle değerlendirilir. Bazı Rus düşünürleri onun devri için “Dönelim kutsal tarihimize” diye suçlayan şiirler yazmışlardır. Çoğu, onu modern Rusya’nın babası olarak, bazıları ise Rusya’nın ruhunu ve temel müesseselerinin ortadan kalkmasına sebep olan bir çılgın gibi görür. Modern Rusya tarihçilerinden ve Rusya’nın asil bir hanedanından gelen Prof. Kont Alexandre Bennigsen bile Türklerin ona taktıkları “Deli” unvanında haklı olduklarına pek şüphe yoktur diye yazardı. Bir gerçek şuradadır: 1725 yılında öldüğü zaman arkasında kalan imparatorluk aldığı gibi değildi. Devirler uygun olduğu için Rusya’nın yolu daha açıktı. II. Mahmud’un bıraktığı Türkiye ise değişmiş bir Türkiye’ydi, önündeki yol gerçekten açık mıydı? Belki evet belki hayır ama onu batmaktan ve parçalanmaktan kurtaracak, en azından bunu geciktirecek bir reform dönemiydi.
NEYİ BAŞARDIĞI TARTIŞILIYOR
Büyük Petro’nun kanunsuzlukları yanında Osmanlı modernleşmesinde aksine kanun yoluna dönülmüştür. Her ikisinin de neyi başardığı hâlâ tarihçilerin tartışmasıdır. Bence ikisini bir arada düşünmek gerekiyor.
Avrupa’daki büyük sefaret sırasında Petro’nun ve maiyetindeki Boyarların (aristokratların) maruz kaldıkları şaşkınlık hareketlerindeki acemilik sadece tarihyazımının değil anekdotların da konusu olmuştur. Her şeye rağmen niyetlerinde ısrarlı, samimi ve bazı halde çok zeki bazı halde de bir çocuk kadar saf ama istediğini bilen bir hükümdarın çizgilerini vermekteydiler. Bu seyahat hiç şüphesiz ki Rusya imparatorları için bir özellik arz eder. Büyük Petro tipinde etrafı gözlemeye meraklı ve uyarlamayı başaran bir hükümdarı Rusya bir daha göremedi.
OKUNMASINDA FAYDA VAR
Murat Özkan’ın “Türkistan’ın İşgal Çağı” başlığını taşıyan kitabı Beyaz General Skobelev’in 1843-1882 tarihleri arasındaki icraatını yansıtıyor. Skobelev enteresan bir generaldir. Rusya’nın şarkta kullandığı konsoloslar, komutanlar ve bunların içinde coğrafya tetkikleri yapanlar alışılmışın dışındadır. Çoğu zaman 19. yüzyıl Rus edebiyatında tanıtılan subay tipiyle alakası olmayan insanlardır. Bir imparatorluk nasıl etrafının topraklarını zaptediyor ve ayakta kalabiliyor? Bunları bilmek için Skobelev gibi portreleri anlamakta fayda var. Skobelev gaddar bir komutan, bilhassa Türkistan’daki katliamlarıyla meşhur. Fakat aynı zamanda belirgin bir düzenle o ülkeye yerleşmeyi biliyor. 19. yüzyılın Rusya ve Türkistan tarihi bizler için çok önemli, okunmasında fayda var.
Paylaş