Paylaş
Bu, 3-5 senelik bir mesele değil. Etnik meseleler Alman akademik çevrelerini de çok ilgilendiriyor ve bazı programların uygulandığı hissediliyor. Ne var ki ilmi donanımları ne derecededir, doğrusu bu tartışılır. Kafkasya, Alman şarkiyatçılığının parlak âlim ve yorumcularla göründüğü bir dal değil... Cenubi Kafkasya ise DDR’de (Doğu Almanya) Burchard Brentjes gibi bilginlerle temsil ediliyordu.
Bu gibi girişimlerle ilgilenmenin ötesinde baş etmek mümkün değildir. İkinci Cihan Harbi’nde Yahudi, Çingene (Roman gibi), hatta Slavların kamplarda imha edilmesi gibi korkunç olayların, savaşta yenilen Almanya’ya, işgal güçleri tarafından ısrarla gençliğe öğretilmesinin mecburi tutulması yeni bir nesil yarattı. Doğan ulusal suçluluk duygusunu yaymak ve paylaşmak istiyorlar, bu çok açık bir gayrettir. Gülünç iddialar ve çalışmalar ileri sürülüyor. (Mesela Stefan Ihrig’in “Atatürk in the Nazi Imagination” kitabında olduğu gibi.)
BU TOPRAKLARA BAĞLI KALDILAR
Şimdi sıra Çerkes meselesine geldi. Türkiye Çerkesleri imparatorluğa ve halifeye, II. Meşrutiyet’te İttihatçılık ve Osmanlı Türkçülük ideolojisine, Cumhuriyet’te de bu devletin ilkelerine bağlı kalmışlardır. Hiç şüphesiz bütün toplumlar gibi onların içinde de soldan sağa bir yelpazeye rastlanır fakat Çerkesliklerinden sıkılanını, bunu gizleyenini Allah’a şükür hiç görmedim. Bu sağlıklı bir duygudur. Hiç beklemediğiniz gruplarda Çerkes danslarını, mutfağını ve âdetlerini saklayan gençleri görürsünüz. Yaşadıkları köyler her zaman kendi düzeni ve temizliğiyle dikkati çeker. Misafirlerini güler yüzle karşılamayı bilen bir halktır.
GEORGES DUMÉZİL BİLE ÖĞRENEMEDİ
Öte yandan toplumumuzdaki modalar da geçerlidir. Bunlardan birisi “Eğitimimizi vermediniz, dilimizi bilmiyoruz” sloganıdır. Benim söz söyleyecek durumum yok, ancak şu kadarını söyleyeyim; galiba Ibıh ve Adige dilleri birbirine benziyor ama Kabartayca çok ayrı. Abhaz en çok kullanılanı. Ibıhcayı 20. yüzyılın en ilginç filoloğu ve devasa bir lisan hazinesini beyninde tutan Georges Dumézil bile öğrenemedi ki Türkçe dahil birçok dili düzgün aksanla konuşurdu. 70’i veya 50’yi aşkın sessiz harfe karşın bir iki sesli harfle konuşulan Çerkes dillerinin öğrenilmesi için çocukluktan işe başlamak lazım.
Murat Bardakçı bir makalesinde son derece sivri dilli ama zeki bir tez geliştirdi (Murat’ın annesi Abhaz’dır ve Abhaz dilini konuşurlardı, kendisinin de kulak aşinalığı ve bir söz dağarcığı vardır). Makalede “Bu dili öğrenmek için okuldan bahsetmeyin, daha evvelden büyükanneniz ve annenizden öğreneceksiniz” demektedir ki doğrudur. İmparatorluğun son zamanlarında Akaretler’de saray mensuplarının devam ettikleri ve kurduğu bir Çerkes okulu vardı ama tabii lisanlarını okulda öğrenmiyorlardı, evde öğrendiklerini geliştirebilmek için devam ediyorlardı. Kurtuluş Savaşı’mızın genç komutanı General İsmail Berkok önemli kitaplar yazdı. Bu konulara değiniyor. Kızı ise televizyondaki son demecinde bu dili öğrenme zorluğuna değindi.
Muhaceretin şartları ve dağınıklık maalesef bir asimilasyonu getiriyor ama şunu söyleyelim; Türkiye’deki Çerkesler ne Amerika’daki gibi asimile oluyorlar ne de Rusya’daki gibi. Hatta Abhaz nüfusu arasında bu dili Rusya’daki ırkdaşlarına göre daha iyi konuşanlar vardır. Türkiye’de bu dili iyi bilen tarihçilerimiz de var. Birçok âdet için de bu geçerlidir. Folklorü ve dili büyüklerinden öğrenebilirlerse sayısız fayda vardır. Nihayet Osmanlı İmparatorluğu, imparatorluğun çoğu milletlerinin başına geldiği gibi bizim de sığındığımız ana vatandır.
CANIMIZI VE KİŞİLİĞİMİZİ KORUDUK
Gittikçe fakirleşen bir imparatorluğun yerleşen muhacirleri tatmin etmesi zordur ama canımızı ve kişiliğimizi koruduğumuz da açıktır. Bugün Türkiye’deki Çerkes nüfusu Kafkasya’dakinden fazla. Kafkas kasabı Rus General Yermelev 1860’larda Çerkesleri vahşice göçe zorladı. Gemi dahi yetmiyordu. Tıpkı 1774’ten sonra Kırım’dan göçenler gibi, deniz çok amansız davrandı ve ölenler oldu. Bu kavim ise dayandı. Çerkes göçündeki deniz faciaları Sultan Abdülaziz Han’ı donanmayı güçlendirmeye sevk etmiştir. Türkiye birçok Balkan ülkesinin aksine gelen mülteciyi kabul eder. Siyasete girerler, istedikleri tarafı tutarlar, menşeine bakarak bunları tenkit etmek ayıptır. Olsa olsa ideolojisinden dolayı hoşlanmayan muarız olur. Birçok Kafkasyalının bu “asimilasyon” ve ayrımcılık lafını samimi şekilde protesto ettiği açıktır. Hal böyleyken Almanya’da belirli merkezlere bağlı basın mensupları ve yazarlar bu sefer de bir Çerkes meselesini ele aldılar. Söz ve üslup dengesi kaba ve bozuk bazı adamları da bu iş için kullanabilirler.
Şu kadarını herkese söylemek isterim; Alman demokrasisi İkinci Harb’den sonra galiplerin empoze ettikleri bir rejimdir, kendine göre hamlıkları vardır. Anglosakson tipindeki bir demokrasi anlayışı ve hürriyet üslup ve sisteminin buralarda olacağı çok tartışılır. Her zaman için entegrist (bütüncül) düşünmeye ve düşündürmeye meyyal bir toplumdur. Türkiye’deki kritiklerde doğru söylemeleri gereken yerlerde sustukları bazı konuları ise kurcaladıkları açık. Bunda galiba içlerinde üç milyonu geçen Türkiye vatandaşını kendine göre yönlendirme endişesi de var.
TÜRKİYE RENKLİ BİR ÜLKEDİR
Herkesi dinleyelim ama körü körüne inanmanın ve takip etmenin hiçbir manası yoktur. Belirli organların dediklerini tekrarlayan arkadaşları da ihtiyatla değerlendirmekte fayda vardır. Türkiye renkli bir ülkedir. Bu renkliliğin içindeki unsurlarla bir araya gelinerek tahripkâr bir söylem ve siyaset gütmeden sorunlarını çözmek, sağ ve sol düşünceye mensup herkesin dikkat edeceği bir husus olmalıdır.
KILIÇ ALİ PAŞA CAMİİ
1580 (Hicri 988) yılında, Mimar Sinan’ın tipik bir eseri olan Kılıç Ali Paşa Camii Tophane Meydanı’nda, yani dolgu bir meydanda oluşturuldu. Büyük mimar Ayasofya’da yaptığı başarılı restorasyonu âdeta onun bir minyatür modeliyle anlatmak istiyordu. İstanbul’un Rumeli kıyısında Haliç’ten başlayan Azephane (Sokullu Mehmed Paşa yaptırdı), Kılıç Ali Paşa, Yazıcızâde Mescidi ve Beşiktaş’taki Sinan Paşa Külliyeleri ile Rumeli kıyısı şenlendirilmek istenmiştir.
‘SEN KAPTAN-I DERYASIN, DENİZİ DOLDUR’
Kılıç Ali Paşa, hamam ve medresesi bulunan, büyük amiralin türbesini de taşıyan bir külliyedir. Tıpkı Sinan Paşa Külliyesi gibi. Ne var ki oradaki külliyenin bir kısmı Barbaros Bulvarı’nı açma endişesiyle yok edildi. Bütün Akdeniz mimarisinin en büyük mühendisinin, 1950’lilerin mühendisleri tarafından katledilen eserlerinden sadece biridir. Öbürü de Topkapı’da Kara Ahmed Paşa Camisi’nin sebili ve üç adet Sinan mescidi daha... Rivayete göre, Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa, Padişah III. Murad’dan cami için yer istediğinde “Sen kaptan-ı deryasın, denizi doldur” demiş. Şurası bir gerçek, Akdeniz’in bütün inşaat tekniklerini benimseyip geliştiren bu yapı, Osmanlı mimarisinin kazıklarla denizi doldurmasının en başarılı örneğidir. Şimdi kazık çakanlar o başarıyı gösteremiyorlar.
TARİHİ YAPININ HAYATI TEHLİKEDE
Feci olan Galataport projesiyle, zamanında geçici olacağı özrüyle inşa edilen kaba antrepoların yerini devasa binalar almıştır, hatta birinin de bir resim galerisi, modern sanat müzesi olduğu söyleniyor. Bunlar yapının hayatını tehlikeye atıyor. Belirtileri görülmeye başlandı. Caminin bir kısmı şimdiden ibadete kapalı, rutubetin kokusu hissediliyor. Marmara, Boğaz mıntıkasından başlayarak Boğaziçi medeniyetinin tahrip edilme örnekleri devam etmektedir. Dolgu sahaya kurulan bu külliye, Osmanlı medeniyetinin Marmara Boğaz kıyısındaki ilk çekici örneğidir. Haziresindeki Kaptan-ı Derya Ateş Mehmed Paşa’nın lahit mezarı ve Demircikulu Yûsuf Efendi’nin bu camiyi süsleyen nefis pencere üstü ve mihraptaki hatları, eseri zenginleştirip bir abide haline getiren unsurlardır.
En büyük soru; İstanbul ne vakit bu gibi hoyrat girişkenliklerden kurtulacak ve bunları tasfiye edecek nesle ne zaman ulaşacak? Anlaşılan o ki bugünkü Türkiye hâlâ bu bilinçte değil!
Paylaş