Paylaş
KURULUŞU itibariyle Ankara Üniversitesi çok ilginçtir, bu üniversitemizin bazı fakülteleri üniversiteden daha evvel ortaya çıktı. Özellikle Ziraat ve Veterinerlik fakültelerinin hem de bir rektörün idaresinde 1933 yılının 23 Mayısı’ndan itibaren faaliyete geçtiği biliniyor. Her ikisinin de adı enstitüydü. Hukuk Mektebi ise 1925 yılı 5 Eylül’ünde kurulmuştur; amacın, Kanunu Medeni’nin ilanına hazırlık olduğu ve yeni Türkiye hukukçularını yetiştirecek mekân olduğu bellidir.
ÖZEL KANUNLA KURULDU
Rejim, İstanbul Darülfünunu ile bu konuda uyuşamayacağını örtülü olarak ilan ediyordu. Ama en ilginç durum ne Fransızlar gibi edebiyat fakültesi ne de Almanlar gibi felsefe fakültesi ismini Atatürk’ün seçmediği, doğrudan doğruya Dil ve Tarih-Coğrafya adını vererek tarihçiliğin nasıl yapılacağını ve Türk tarihinin nasıl olması gerektiğini belirten bir kurumun ortaya çıkışıdır. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi 14 Haziran 1935’te çıkan özel kanunla kuruldu. Aynı yıl İstanbul’daki Mülkiye Mektebi de Ankara’ya nakledildi. Alelacele bir müddet sonra kurulacak ve inşa edilecek Hukuk Fakültesi binasının yanındaki Cebeci Ortaokulu olarak kurulan binaya yerleştirildi. Cebeci çayırının bir tarafında, Atatürk’ün deyişiyle Siyasal Bilgiler Okulası, yani Mekteb-i Mülkiye demiryol hattının karşı tarafında kalan kısmında yeni kurulacak konservatuvarın yükseldiği görülüyor gibi (konservatuvar sonradan kuruldu). Hukuk Fakültesi bugünkü operanın karşısındaki yerinden buraya nakledildi.
GEÇMİŞE VE DÜNYAYA VAKIF
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Atatürk’ün, Cumhuriyet’in kurucusunun Türkiye tarihine, dünya tarihi içinde bir anlam vermek, tarihi iyi okuyan ve coğrafya bilen bir kurmay subayın gözüyle tarihyazıcılığımızın coğrafi bilgilerden ne kadar mahrum kaldığını, filolojik tetkiklerde oldukça geri olduğunu keşfetmesinden dolayı bu adı alıyor. Fakülte geçmişe ve dünyanın yüzeyine vâkıf bir medeniyetin insanlarını ve uzmanlarını yetiştirecektir. Şu kadarını söylemem gerekir: Fakültenin kuruluşundan evvel Birinci Türk Tarih Kurumu’nda Reşid Galip’in takdim ettiği ve münakaşaya açtığı “Göç Yolları Teorisi” bu fakültenin ve ondan biraz evvel kurulan Tarih Kurumu’nun (Türk Tarih Tetkik Cemiyeti) gündeminde pek yer etmemiştir. Arkeolojik kazılar, Asuroloji ve bilhassa Hititoloji gibi yeni bir dal, Sinoloji, Hindoloji, büyük bir uzmanın (Rohde) getirildiği klasik diller, Latince ve Yunanca bölümü, tarih kürsüleri, coğrafya önceliğe sahiptir. Bu fakültede kısa zamanda antropoloji ve onun yanında ancak sosyoloji, felsefe yer almıştır. Coğrafya tetkiklerine özellikle önem verilmektedir.
TENEFFÜSLER TİYATRODA
İlk talebeler lise mezunlarından ve sadece bir yıllık süre için öğretmen okulu mezunları arasından seçilmiştir. Haziran 1935’te 2795 No’lu kanun ile resmen hayata geçirilen bu kurumun derslerinin başladığı yer, Ankara’da bugün Küçük Tiyatro’nun bulunduğu Evkaf Apartmanları binasıdır. Tiyatro salonumuz fakültenin teneffüsteki kullandığı avludur. Balkon etrafındaki odalarda da Tarih Kurumu üyeleri, fakültenin hocaları ve sınıflar yer alıyordu. O tarihte Ankara’da doğrudan fakülte adını taşıyan tek yerdi. Talebeleri arasında Halil Hoca’nın (İnalcık), Muazzez İlmiye (Çığ) Hanım’ın bulunduğu bu dünya, kısa zamanda Almanya’dan doktorasını yapıp gelen parlak, genç bilim insanları Ekrem (Akurgal) ve Sedat (Alp) Bey’le ikisinin de doçent olarak eğitme başlamasıyla dikkati çekti.
ALMANYA’DAN YENİ İSİMLER
1933’ten sonra Almanya’nın uğradığı yeni rejim ve pek de şuurlu olarak protesto bile etmedikleri bilim insanlarının işsiz kalmaları, yurtdışına itilmeleri sırasında İstanbul Üniversitesi reformu bu durumdan nasıl istifade ettiyse Dil ve Tarih-Coğrafya, Ziraat ve Hukuk Mektebi de aynı kaynaklardan yararlandılar. Dil ve Tarih-Coğrafya birdenbire Wolfram Eberhard Sinoloji, Walter Ruben Hindoloji, Benno Landsberger Asuroloji, Georg Rohde ile klasik diller ve Hans Gustav Güterborg Hititolojide olmak üzere önemli isimler kadroya kazandırıldı. Hans Gustav Güterborg ile Sedat Alp arasında bir rekabetin söz konusu olduğu da bugün artık kayıtlardan ve bilhassa merhum hocanın hatıratından anlaşılıyor. Sedat Bey şüphesiz parlamıştı.
1960’TA DENGE DE KAÇTI
Talebe kaydında 400 öğrenci olduğu görüldü, uygundu. Bu elit ve konuyla ilgilenenlerin eğitim görevi olan bir kurumdu. Bozkırın ortasında Ahlatlıbel ve Alacahöyük kazılarının, Akdeniz ve Ege’de yüzey araştırma gruplarının elemanları yetişmeye başladı. Fars ve Arap dilleri, yani Klasik Şark Bölümü de bu tetkikatın dışında değildi. Anadolu Türk tarihinin ve İran tarihinin en verimli dönemine geçilmişti. Dört yüz öğrenci 1950’lerde beş yüz öğrenci civarındaydı. 1960’tan sonra denge kaçtı. “Çocuklar dışarda kalmasın” havasıyla sınıflar bile doldu. Bruno Taut’un büyük eserinin başladığı fakat bitimini göremediği şık binanın orijinal planı zedelendi. Şimdide de arkaya 20 yıl evvel ilave edilen çirkin binayla devam ediyoruz. Rus filoloji, İtalyan, Fransız, Alman dili, İngilizce Filolojisi gibi bölümlerin talebe sayısı fazla, Arap ve Fars filoloji aynı şekilde! İşin feci tarafı 1970 olayları sırasında Batı Dilleri bölümlerinde Latince ek ders kaldırılmış durumda, çünkü talebe hareketlerinde bir nokta Latince derslerinin çok ağır geldiğiydi. O zaman neden Batı dili öğreniyorsunuz diye soracak insan yoktu!
ÖĞRENCİ SAYISI DÜŞMELİ
Bugün yedi bini aşkın öğrencisi var. Bir zamanlar binanın içinde bulunan Tarih Kurumu hemen yanı başında 45 sene evvel Turgut Cansever’in yaptığı özgün binaya tasındı. Radyo Evi’ne doğru bir güzel bina var. Bir zamanlar İsmet Paşa Kız Teknik Öğretmen Okulu olarak kurulan bina. Galiba artık orada öğretim yapılmıyor. Bu gibi bir bölümün de fakülteye eklenmesinde fayda olabilir. Ama her şeyden evvel öğrenci sayısının düşürülmesi gerekiyor. Türkiye tarihçiliğinin arkeolojisinin, filolojik araştırmaların ve eğitimin mükemmel olarak yapılması için kurulan ve kuruluşundan sonraki yıllarda bu görevini yerine getiren fakültenin kendini muhafaza etmesi için bu şarttır.
BU KURUMLAR YAŞATILMALI
13 Haziran 1946 yılında Üniversiteler Kanunu’nun kabulüyle Ankara Üniversitesi de teşekkül etti ama onun ilk üyeleri Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Atatürk’ün yarattığı Dil Tarih, Hukuk Mektebi ve hemen İstanbul’dan nakledilen Mekteb-i Mülkiye (Atatürk’ün deyimiyle Siyasal Bilgiler Okulası) Ziraat ve Veterinerlik mektepleridir. Bu kurumların yaşaması için elimizden geleni yapmamız gerektiğini düşünmeliyiz.
BAŞKOMUTAN
KORGENERAL Ahmet Yavuz Türk ordusunun kıymetli komutanları içerisinde kendine özgün eğitimiyle tanınır. Paris’teki Silahlı Kuvvetler Akademisi’ni bitirdi. Her kurmay gibi Kara Harp Okulu’ndan sonra Harp Akademileri’nde bulundu, Jandarma tümen komutanlığı yaptı ve mezun olduğu akademinin kurmay başkanlığı son görevlerindendi. Maalesef Balyoz davaları sırasında FETÖ’cü komplonun sahneden silmek istediği kıymetli komutanlardandır. Bu operasyonun Silahlı Kuvvetlerimize, Donanmamıza verdiği zarar ortadadır. Ahmet Yavuz Paşa diplomatik misyonlarda bulundu (Paris Büyükelçiliği nezdinde askerî ataşelik). Değerli askeri araştırmalara imza attı. “Doğu Akdeniz’de Rekabet” adlı kitap onun diğer yazarlarla ortaya koyduğu stratejik işarettir.
General Ahmet Yavuz’un kurmay zekâsı ve analiz yeteneğiyle Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın (Atatürk) ilk gençliğinden beri girdiği savaşlardaki stratejilerini, savaş tekniklerini ve uygulamalarını bir süzgeçten geçirdiği, geniş bir literatür ve raporları bunun için kullandığı açık. O nispette de sıkıcı olmaktan uzak, sürükleyici bir anlatımı var. Büyük askerin hayatını ve yaptıklarını anlamak için hiç de tekrar olmayan, yeni yaklaşımlı, yeni bilgili bir çalışma olduğunu belirtmeliyiz.
Paylaş