Paylaş
GENELDE memleketimizde orta eğitim düzeyindeki tarih eğitiminin, yurttaşın tarih bilgisi ve bilincinin oluşmasında en genel hatları bile oluşturamadığı bir gerçektir. Yani Anadolu kıtası nedir? Türkler ne zaman gelmiştir? Selçuklu Devleti nasıl bir organizasyondur? Bunun üzerine Osmanlı Devleti’nin yapılaşması nasıl bir şeydir? Yeniçağın hızla değişen dünyasında bu devlet zamana ve zemine nasıl intibak etmiştir? Kısa zamanda kurulan büyük imparatorluk nasıl bir uyumsuzlukla bu veçhesini kaybetmiştir? Bir yandan da sömürgeci dünyada ne sömürülenlerin ne de sömürgeleşenlerin safında değil, apayrı bir yolda hayatiyetini sürdürmüştür?
TARİHTE İLK DEFA...
Burada şüphesiz toplumun geleneklerine ve eski yapısına uyan ve uymayan, istenen ve istenmeyen değişiklikler olmuştur. Bunlardan birisi de bir Türk Müslüman devletinin tarihte ilk defa olarak anayasal monarşi (constitutional monarchy veya Verfassung monarchie) dediğimiz meşruti rejime dönüşümüdür. Üstelik bu konuda Rusya Çarlığı’ndan daha da öne gittiğimiz ve 1876 yılı aralık ayında Türkiye’yi reformlara zorlayan “sefirler toplantısı” sırasında Meşrutiyet’in ilanını bildiren top atışlarıyla ortaya çıkmıştır. Rusya Maslahatgüzâr Ortaelçisi, “Parlamento ve anayasayı ilan ederek Rusya Devleti’ni zor durumuma mı düşürmek istiyorsunuz? Avrupa’da anayasasız ve parlamentosuz tek devlet olarak bir kenara mı itileceğiz? Bunun hesabını vereceksiniz” demiştir.
HAYRET ETTİREN NİZAM
Toplanan meclis, 19 Mart 1877 tarihinde ilk içtimaını (oturumunu) yaptı. Padişah adına hazırûnun önünde okunan açılış nutku muhtelif görüşlerin ileri sürülmesine neden oldu. “Bu Türklerin, meclis geleneği yoktur. Toplantıları hangi usul ve nizamla yapacaklar” diyen bazı diplomatların, Tanzimat’tan beri Babıâli’de çalışan meclislerden ve vilayetlerdeki idare meclislerinin faaliyetlerinden haberleri yoktu. Bir müddet sonra İngiltere sefiri “Hayret edilecek şey, oturumlar çok düzgün gidiyor, mebuslar oturdukları yerlerden konuşuyorlar, kanunlar tartışılıyor” diyecekti.
KATKILARI KÜÇÜMSENEMEZ
Kısa ömrüne rağmen “Vilayet İdare Kanunu” ve “Belediyeler Kanunu” bu meclisten çıktı. Mebuslar Meclisi’nin yanındaki Ayan Meclisi ise Britanya’daki “House of Lords” veya Fransa’daki “Sénat” yahut Avusturya-Macaristan’daki “Herren Haus”a tekabül ediyordu. Meclis-i Mebusan dışında Ayan Meclisi dağıtılmadığı için kayd-ı hayat şartıyla tayin edildiler. Bu meclis devam etti. Kanunların hazırlanması ve siyasette hiç küçümsenmeyecek katkıları oldu. Hatırlıyorum, Kanun-i Esasi’nin 100. yıl semineri için Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne müracaat ettiğimizde merhum profesör Bahri Savcı’nın başkanlığında ziyarette bulunmuştuk. Millet Meclisi bu seminere destekle pek ilgili görünmedi. Cumhuriyet Senatosu Başkanımız merhum Tekin Arıburun Paşa ise “Zaten yüz yıldır kapanmayan meclis bizimki, bütçe de buradan çıkar” demişti.
1876 Anayasamızda, anayasa olmayı önleyen garip hükümler vardı. Matbuat ve sansür konusunda gevşek bir hüküm geçmişti. Nihayet bir anayasada olmayacak bir kusur daha vardı: Padişaha gerekli gördüğü takdirde herhangi memur ya da vatandaşa sürgün yetkisi vermesi. Kabine müessesi oturmamıştı. Bunlar 1908’deki meşruti ihtilale, II. Meşrutiyet ilanı sırasında yeniden toplanan mecliste karara bağlandı. Dikkat edelim, yeni bir anayasa yapılmadı, 1876 Kanun-i Esasi esaslı bir değişikliğe uğradı. Belki 1961’de de 1924 için böyle bir tasarrufta bulunmamız gerekiyordu.
SANSÜR İŞLİYORDU
Her hâlükârda 1876 Anayasası birkaç ay sonra ömrü kısa da sürse Türk devlet geleneğinde parlamentoyu yerleştirdi. Anayasa lağvedilmedi, yürürlükteydi. Mebusan Meclisi toplanmasa da ihlal edilmiş sayılmıyordu. Bu sakat boşluk, II. Abdülhamid tarafından kullanıldı. Sansür amansızca işliyordu. Ama Osmanlı Devleti’nin içinde belli muhtariyeti olan ve yerel meclislerle yönetilen Cebel-i Lübnan, Şarkî Rumeli eyaleti (Güney Bulgaristan) ve Sisam Emareti yani bugün Samos denen adanın imtiyazlı idaresinde sansür hükümleri, bu kadar katı şekilde işlemiyordu.
KARAGÖZ’E DE DENETİM
Matbuattaki sıkı kontrolün dışında sansür yönetimi tiyatroyu hatta Karagöz’ü bile denetlerken böyle bir keyfiyet Anadolu için söz konusu değildi. Mesela Macar Türkolog Ignác Kúnos Eskişehir’de mükemmel bir politik havalı ortaoyunu seyretmişti. Yurtdışından çıkıp Türkiye’ye giren Tercüman gibi Türk dünyasının en geniş gazetesinde İstanbul’da görülmeyen bahislere yer verilebiliyordu. Mesela Bahâîlik için her sayıda müspet bir tanıtım dahi söz konusu olabiliyordu.
Partiler yoktu, senatolar da yoktu ama Türkiye’deki parlamento hiçbir başka ülkede görülmeyen bir özelliğe sahipti: Üçte bir mebus hâkim din mensubu değildi. Gayrimüslim gruplardan seçilmişlerdi. Etnik köken itibarıyla dağınıklık daha da yaygındı. İkinci meclise bu etnik ve dini renklilik daha çok görülüyordu; hatta hafif çatışmalara bile neden olmuştu. Ankara’daki Büyük Millet Meclisi ise meclis hâkimiyetine dayanan (konvansiyonel) sistem ve hükümetti. Slogan olarak 1876 Kanun-i Esasi’si ilan edildi ama meclis reisliği, meclisin çalışma esasları, bakanlar kurulunun icra velileri heyetinin mebuslarca tek tek seçimi gibi prensipler, hiç de 1876 Kanun-i Esasi’sine uygun değildi.
ÇİFTE ANAYASALI ÜLKE
1921’de bir anayasa daha çıkarıldı; ikisi bir arada yürürlükteydi. Nasıl mı? Cevap gayet basit; ikincisi pek tatbik edilmedi; temenni belgesi olarak kaldı. Zaten burada âdeta ihtilal idarelerindeki gibi memlekette kurullardan bahsediliyordu. Çok kısa bir metindi, neredeyse Sovyetler Birliği’ndeki anayasanın paraleli gibi ama ruhça onun çok dışında bir metindi. Nihayet Cumhuriyet’i ilan ettiğiminiz zaman çifte anayasalı bir ülkeydik. 1924 Anayasası’yla parlamenter sistem geldi ve yürütme erkine ağırlık tanındı. 1924 Anayasası’nın bugün için en önemli özelliği şudur: Yurttaşlar yerine Türkler diyordu. Bu etnik vurgulama Fransa’daki gibiydi; bir etnik ayrım ve federalizmi ifade etmiyordu. Yürütme gücünün yetkileri kesinlikle belirlenmişti. Bu anayasadaki en büyük değişiklik 1928’de laikliğin getirilmesidir.
1982 DAHA OTORİTER
1961 Anayasası yürütme, yargı ve yasamanın dengelenmesine çalışılan mantık bakımından sağlam, Türkçesi mükemmel bir metindir. 1982 için aynı şey söylenemez. Alelacele getirilmiş, felsefesi iyi tayin edilememiş, sadece otoriter bir anayasa özlemiyle ortaya çıkan bir metindir. Yürütme yetkisinin tanımı, yargı ve yasama ilişkileri muğlaktır; otoriter yönetimler de beğenmemiştir. Devamlı değiştirilmektedir.
Anayasa yapmakla toplumlar demokratik bir atılım yapmıyorlar. Bir yerde anayasa yol göstermekle birlikte mevcut düzeyi aksettirmekle, eğer toplumun demokratik kuralları ve alışkanlıkları onun önüne geçememişse kâğıt üzerindeki anayasa değişiklikleriyle çok bir yere gidilemez. Kaldı ki anayasacılık lüks ve geniş bilgi isteyen bir daldır. Herkes anayasa yapmak istiyor ama bu işin ustası kaç tanedir? Bir başka yazıda buna değineceğiz.
KÜLTÜR BAKANLIĞI VE KOROLAR
GEÇEN hafta Kültür Bakanlığı’nın garip işlerinden biri daha ifa edildi. Devlet Halk Dansları Topluluğu’nun İstanbul’a taşınmasından tutun da, Edirne, Diyarbakır, Şanlıurfa ve Elazığ’daki koroların tümünün isminin değiştirildiği görülüyor. Bu değişikliklerin gerekçesi nedir? Görünen o ki sadece Türk ismi kaldırılmıştır. Bunun milliyetçilik ya da kozmopolitlikle de alakası yoktur, bilgisizliğe dayanır. Konu üzerinde üstat Mehmet Avni Özbek’in bir açık mektubu ve Kültür Bakanlığı eski müsteşar muavini Emine Bağlı’nın Kültür Bakanlığı Güzel Sanatlar Müdürlüğü’ne yazdığı açık mektupta da bu uygulamanın yanlışlığı vurgulanmıştır.
Bu memlekette filarmoni orkestraları var, oda müziği orkestraları var. Türk halk müziği dediğimiz Türk halk müziğidir; çünkü belki ileride sayıları artacak Ermeni Kilisesi’nin ve Fener’in tertiplediği kilise koroları ve Ermeni halk müziği koroları var. Aynı şeyi tabii ki Yahudi cemaati için söylemek mümkündür. Binaenaleyh “Türk” lafı zaruri, kültürel bir sınıflandırmadır. Bilir bilmez her şeye el atılmamasının önemi ortadadır. Bir işi yaparken erbabına sormak gerekir.
MİMAR SİNAN’I ÖRTMEK KIYIYI KAPATMAK
FOTOĞRAFTA görüleceği gibi Galataport Projesi, Kılıç Ali Paşa Camii’ni, Mimar Sinan’ın ünlü eserini tamamen kapatmış. İstanbul Modern’in örttüğü Nusretiye Camii’ni ise sadece minarelerinden tanımak mümkün. 1848 tarihli, neoklasik yapısıyla dikkat çeken Saat Kulesi’nden hiç bahsetmeyelim. Tophane’nin bir zamanlar İstanbul siluetine kattığı derinlik artık yok. Hüzün verici başka bir gerçek, şu andan itibaren ta Galata’dan Ortaköy’e kadar İstanbul sahillerinin halka tamamen kapatılmasıdır. Mensubu olduğunu iddia ettiğiniz Batı’nın acaba hangi köşesinde böyle bir rezalet mümkündür? Böyle bir kuralsızlık ve cüret mesela Franco İspanyası’nda yasaktı. Çağdaş Türkiye’nin mimarlarının ve şehircilik anlayışının Franco İspanyası’nın çok gerisinde olduğunu söylemek üzüntü verici.
Paylaş