Paylaş
İSTANBUL Vilayeti’nin Afet Risk Azaltma Planı gibi bir organizasyonu vardır. Bu organizasyonun içerisinde İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Afet Yönetim Enstitüsü de yer alıyor. Kısacası İRAP diye bir ön plan hazırladılar. İstanbul’daki deprem, yangın, su baskını gibi afetlerin önlenmesi, önceden tedbirlerin alınmasıyla ilgili yapılacaklar burada yazılmaktadır. İstanbul Valisi Ali Yerlikaya ve Büyükşehir Belediye Başkanımız Ekrem İmamoğlu da bu toplantıdaydılar. Açıkçası asgari müşterekler etrafında anlaşıldı.
Bir konu daha var; belediye başkanlarının yükü hayli fazla. Yükün fazlalığının da başlıca sebebi, kentsel dönüşüm dediğin zaman, gerçekten depremden korunacak sağlam konutlara ve bina yapımına geçişten çok vatandaşın birden beş kazanma hayali. Bu hayal nereden geliyor; zihniyetten mi, zaruretten mi, bilemiyorum... 1960’lardan beri İstanbul yıkılıyor, yapılıyor. Her yapılan eskisinden daha büyük problemler getiriyor. Üsküdar Belediye Başkanımız Hilmi Bey bu sorunu veciz ve samimi bir şekilde ifade ediyor. Bana göre de demokrasilerde, hele yerel organların seçiminde ve yönetiminde hemşeri bilinci çok önemlidir. İstanbul bu noktada taşranın dahi gerisindedir ve yaşadığı şehre bir yabancılaşma içindedir.
‘DAİREMİ NASIL ÜÇE ÇIKARTIRIM’
Problemlerin ağırlıklı ucu da ruhsatsız yerleşmeler; zamanla tapu verilen arsaların ve affa uğrayan ruhsatsız çürük yapıların kamu eliyle düzenlenmesi ve pekiştirilmesiyle ilgilenmekten çok, işe yaramaz ve yıkım tehlikesi olan “Bir adet dairemi nasıl üçe beşe çıkarırım?” düşüncesidir. Bütün projeleri ve gelişmeleri bu tutum engelliyor. Halbuki bu gibi yasal olmayan yerler için yapılacak masraflar yine vergi mükellefinin cebinden çıkıyor.
İstanbul Vilayeti’nin nüfusu 20 milyona yakın (resmi olarak). Ancak civar yerleşimler ve vilayetlerle sınırın kalktığını söyleyebiliriz. Gebze, İstanbul mudur yoksa Kocaeli midir, tartışılır. Trakya’da da aynı durum gözleniyor. Dolayısıyla karşımızda kocaman; neredeyse 30 milyonluk bir megapol var. Bu sahada insanlar gidiyor, geliyor, geceliyor ve çalışıyor. Şehir, Türkiye’yi besliyor. Üretimimizin çoğu bu vilayetlerden çıkıyor. Ne var ki İstanbul’da maaşlı, yevmiyeli, sigortalanmış çalışan sayısı 5.5 milyon civarında. Bu 5.5 milyonun da yüzde 65’i asgari ücretle geçiniyor. Durumun vahameti ortadadır.
DAHA FAZLA GENİŞLEYEMEYİZ
Bir yanıyla Balkanlar ve bazı kurumlarıyla artık Orta Avrupa şehirlerini andıracak kadar gelişme gösteren bu kocaman şehrin öbür yüzü ise Güney Amerika’nın sorunlu banliyöleri ve varoşları tipindeki yerleşmeler çiziyor. Bu yapının somut resmi, çok açık olarak, vatanın fiziki olarak dar bir parçası üzerinde genişlemenin artık coğrafi bakımından imkânsızlaştığıdır. Oysa Türkiye nüfusunun dörtte biri burada yaşıyor. Civarıyla hesaba alırsak üçte bir. Bu sıkletle bu nüfusun bağdaşamayacağı açıktır.
Geçen 60 yıl içinde Orta Anadolu sanayi kurmaya ve geliştirmeye müsait bir yer olduğunu göstermiştir. Nitekim Konya, Aksaray ve Afyon gibi yerlerin dışında Çorum, Yozgat dahi sanayi şehirleri olarak inkişaf etmektedir. Bazı kasabaların iktisadi ve kültürel yönden sınıf atladığı görülüyor.
Bir kısırdöngüye, çevre kirlenmesine ve verimsizliğe dönüşmekte olan iki yarımada üzerindeki tıkanmış sanayinin Anadolu’ya yayılma zamanı gelmiştir. Bu uygun bir ortamdır. Üstelik Trakya’nın ve Sakarya, Kocaeli, Düzce gibi vilayetlerin verimli topraklarını sanayi faaliyetine mahkûm etmenin bir gereği yoktur.
İNSAFLI BİR DÜZENE GEÇMELİYİZ
Her türlü kültürel gelişmenin, eğitimin ve beden sağlığının gelişmesi için İstanbul’un bütün hemşeriler tarafından eşitçe paylaşılıp, tüketimin insaflı olduğu bir düzene kavuşması gerekiyor. Doğrusu Vali Ali Yerlikaya’nın konuşmasında bu yaklaşımı gördüm. İstanbul gerek sanayi kuruluşunda gerek dış göçün kabulünde, normlarında değişiklik bekliyor. Bu içgöç için de geçerlidir. Çünkü insanlarımız içgöçle eskiden olduğu gibi daha belirli, en azından istikbali, çocukları için daha umutlu değil, daha belirsiz, daha sorunlu bir geleceğe yürüyorlar.
‘OSMANLI MODERNLEŞMESİNDE İLK ADIMLAR’
TARİHİ düşüncemizde çok yakın zamanlara kadar muasır teknolojiden bir nebze olsun faydalanamamış ve sanayi denen dünyaya hiçbir girişimi bulunmayan bir Osmanlı İmparatorluğu’ndan söz edilir. Kuşkusuz bu bir anakronizmdir. Her şeye rağmen modern dünyaya giriş, bir askeri ihtiyacın nedenidir.
Ekmeleddin İhsanoğlu, ‘Osmanlı Modernleşmesinde İlk Adımlar’ kitabında muhtelif tarihlerde yazdığı makaleleri yeniden bir araya getirmesiyle modern teknoloji ve modern bilimlerin başlangıcını, 18. asırdan beri nasıl Türkiye’ye girdiğini, bunun askeri reformlar için gerekli olduğunu, giderayak tıp ve sanayi dolayısıyla kimyanın ve eczacılığın gelişmesini değerlendiriyor. Bu arada cemiyet-i ilmiye (akademi karşılığı), üniversite gibi kurumların neden geciktiği ayrı bölümlerde ele alınıyor. Netice kurumsallaşmaya gidiş. Yani ilk sanayi tesislerinin, eğitim tesislerinin ortaya çıkmasıdır.
Nihayet 1911’de diğer milletlerle eşit zamanda Osmanlı’nın havacılığa girişi de izah edilmektedir. Tayyarecilik bir vakadır. Birinci Dünya Savaşı’nda bile çok önemli rolü olmayan, daha çok abartılan havacılık aynı şekilde Osmanlı Türkiyesi’nde de bir şekilde savaşa katılmıştır. İstiklal Savaşı’nda da yerini almıştır.
Şüphesiz ki son bölümün tartışması bilim politikaları konusudur. Bu gözden geçirimle Türkiye’de Batı teknolojisine ve bilimine adım atışı, kurumsallaşmayı incelemek mümkün oluyor.
Paylaş