Paylaş
Lİkya yolu; yani Antalya’nın Adrasan ile Muğla Ölüdeniz arasındaki mıntıkayı içeren doğal yoldur. Bu yolun önemli bir kısmı antik dünyada Likya diye adlandırılır, son yıllarda yoğun turizm ve daha beteri yoğun yerleşime yönelmektedir. Beterin de beteri var. Antalya’nın doğu sahillerini, Belek’i berbat eden vandal kitlevi turizm ve heyula oteller sahili de kapatmışken bu gibi bir eğilimi önlemek gerekiyor; tabiat dostlarının çığlıklarına aldırmayanlar Likya bölgesine de el atıyorlar.
BÖYLE YERLERİ KORUMALIYIZ
Bu konuda yazanlar var; Baki Karaçay’ın yazısı mesela. Otellere verilen kıyıları tespit etmiş, hepsi de jeolojik bakımdan, bitki örtüsü yönünden ve körfezlerin güzelliği olarak da en ilginç yerler. Bunları kitleye kapatmanın hangi ahlaka sığdığı tartışılır. Dünyalılar dünyanın zenginliklerini ve özelliklerini her yerde koruma devrine geçtiler. Acaba buraları kurtarmak için de Londra, Paris, Berlin’deki protestocuların girişimine mi muhtacız? Küçük Asya’nın doğasını Avrupalı çevreciler bizim adımıza koruma yolundalar. Çukurova’nın çöplerinde olduğu gibi İngiltere halkı çöp dökme işini protestoya başladılar. Biz ise az sayıda uzman ve çevrecinin dışında gaflet uykusundayız.
Kamuya açık kıyı politikasını her zaman tekrarladığım gibi solcular değil, İspanya’da General Francisco Franco getirdi; mükemmel de yürüyor. Kıyının çok gerisindeki oteller hiçbir şekilde kıyıya tesis kuramıyor, herkes kıyıdan gelip denize giriyor, şezlongunu kuruyor, havlusunu serip yatıyor. En mütevazı bütçe bile kıyının ancak 300 metre uzağından başlıyor.
ÖZGÜN BİR TARİHİ VAR
Likya tarihte özgünlüğü ile tanınan bir bölge. Öyle bir çırpıda Helen dünyasına ithal edilecek bir yer değil. Dili çok eski ve halen milat öncesi 3000’e kadar giden kalıntılar yanında, dilin kendi de var. Klasik dünya filologları için çetin bir konu. Aydınlanma felsefesinden ve Montesquieu’nun yazılarından beri Likya dikkati çekmiştir. Çünkü bu bölgedeki birçok şehrin meydana getirdiği bir ortak federasyon ve parlamento burada yer almaktadır. Patara’da bu parlamentonun kalıntıları görülüyor. TBMM ve Milli Saraylar da bunu tanıdı. Bölgedeki kazıları Prof. Dr. Cengiz Işık ve ekibi yapıyor. Doğrusu yazın sıcağı dışında nisan, mayıs, eylül, ekim hatta kasım aylarında nefis yürüyüşlerin yapılacağı bir yer. Denize her zaman girilir. Bu demek değildir ki açık gözler istedikleri yere çirkin oteller yapsınlar ve kıyıları kapatsınlar.
TRAFİĞE KAPATILMALI
500 kilometrelik bir yolu Akdeniz’in en güzel manzaralarını seyrederek kat edebilirsiniz. Hatta bu anlamda sınır Muğla’daki Knidos harabelerine kadar uzanır. Yürüyüş yolunun trafiğe kapatılması gerekir; sadece insanlar, bisiklet ve bunun gibi araçlarla gezilebilmelidir. Antalya ve Ölüdeniz arasında aşağı yukarı 10 yıldır bir maraton koşusu yapılıyor. Yazın nemi ve sıcağı dışında insanların gerçekten Anadolu’nun 3000 yılını, en canlı eserlerini Myra’da amfi tiyatroda olduğu gibi görebilecekleri, Gelidonya Feneri’nde denizi seyredecekleri ve hemen her koyda denize girebilecekleri bir bölgede bu hunhar otelciliğin nedenini anlamak çok güçtür.
TARİHLE TABİAT İÇ İÇE
Türkiye’de kolay para kazanmanın yolu; hazine aramak gibi kanunsuz yollara da gitmektedir. Bunun gibi turistik yatırımlar da kitleleri çileden çıkaran bir tahripkârlığa yöneldi. Bu bölgede, hele kıyılarda otel ruhsatı verilmemesi gerekir. İç kısımlarda çevreyi işgal etmeyen küçük otel ve yerleşmeler yeterli tutulmalı. Koylardaki tekne trafiğine dikkat edilmelidir. Kirliliğin en önemli unsurlarından biri son zamanlardaki sorumsuzca tertiplenen ve yürütülen tekne gezileridir. Bilhassa Fethiye bölgesinde Teke Yarımadası’ndaki kral mezarlarının her biri, ayrı bir değerli hazinedir. Unutmayalım, ta İran’dan başlayan kervansaray zinciri de Fenike havzasına kadar uzanıyor. Türkiye tarihinin antik devirlerden yakın zamanlara kadar yoğunlaştığı; tarihi eserlerle tabiat güzelliklerinin iç içe yaşadığı istisnai bir bölge; ancak istisnai kurallar, dikkatli bir idare ve şuurlu bir vatandaş kitlesi sayesinde ayakta kalabilir. Şu sıra Çanakkale bölgesine Amerika’dan bir girişimci heyet geliyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı candan bir “Welcome” havasında... Bakalım sonunda hayır mı yoksa şer mi çıkar? Allah güzel vatanın en tarihi köşesini korusun.
TÜRK KADINININ HAYATI: TOZ
ZERRİN Tekindor ve Hira Tekindor; ana oğulun birlikte ürünü; “Artık toz almayacağım” diye başlayan bir metin. Karşımızdaki kadının hayat; daha doğrusu büyüme hikâyesi. Anası, babası her toplum ve tabii Türk toplumu için de sürükleyici bir kuvvet hem de kalıtsal problemleri taşıyan sınıfın temsilcisi; avukat bir koca, eşi güzel, zarif ev hanımı, henüz patriarkal ekonomi ve düzeni taşıyan Türk ailesini (ki bunun illa çok olumsuz ve geri olduğunu söylemek gerekmez) temsil eden büyükanne, klasik görümce gelin ilişkisi, muhabbet ve aile içi entrika. 1960’ların muhafazakâr İstanbul’u değişim sancılarına başlamış. Değişim nesli çok esere konu olacak kadar ilginç.
Bizim edebiyatımızda Bir Rüya Oyunu (Ibsen) gibi çıkıntıların 1960’lardan beri sahneye geldiği biliniyor. Turgut Özakman’ın Ocak’ı, Adalet Ağaoğlu’nun Çatıdaki Çatlak’ı bu yolun başlangıcıydı. Ve tabii Reşat Nuri’nin Yaprak Dökümü 1930’ların en çok seyredilen, en çok okunan romanı ve tiyatro eseri oldu. Bu sefer Zerrin Tekindor, eseri yazan Murat Mahmut Yazıcıoğlu bir kadının yaşamı etrafında Türk kadınının hayatını çiziyor. Zerrin Tekindor’un çok ustaca, adeta şuur parçalanması geçirircesine bütün bu zıt ama rengârenk karakterleri canlandırdığını hayranlıkla seyrediyorsunuz. Yönetmen oğlu Hira ile Primadonna’nın başarısı...
Metin için söylenecek şey; basit gibi görünen bir hikâye de çok teferruatlı ve güzelce yazılabiliyormuş.
Paylaş