Paylaş
3 Mayıs 1481’de Ordu-yu Hümâyun alışıldığı üzere Üsküdar’a geçer. Bu alayın ve törenin ardından günün erken saatlerinde başlayan geçit Anadolu’ya doğru yönelir. Bugün Bağdat Caddesi (caddenin “Bağdat” adını ne zaman aldığı, 15. veya 16. asırda yazılan kaynaklardan iyi tespit edilmeli) dediğimiz yol izlenerek ilk konak yerine yani Gebze Sahrası’na ulaşırlar.
ZEHİRLE BAŞLADI
Sefer-i Hümâyun’un genellikle hedefi ilan edilmez. Mesela Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferinden sonra Tebriz’e yöneleceği ordunun içinde ancak Şam’da konuşulur olmuştu. Gebze’de konaklayan Fatih’in seferi nereye yapacağı sözde belli değildir ama galiba Dil İskelesi’nden gemiler İtalya’ya yönelecekti. Akdeniz adalarının kuzey kısmı Midilli, Eğriboz (Euboia), Taşoz (Tasos), Semadirek (Samothraki) onun tarafından fethedilmişti. Sakız’da Cenevizliler vardı. Şövalyelerin elindeki Rodos Adası ise Padişah’ın kuşatmasına rağmen alınamamıştı. Onu ancak torun çocuğu Kanuni Sultan Süleyman saltanatının başında ele geçirecektir. 1480’de Gedik Ahmet Paşa Puglia Yarımadası’na çıkmıştır. İtalya’nın aşil topuğunda Osmanlı ordusu yerini etti. Otranto ele geçmiştir. İlk tahriri de yapılmıştır. Ne var ki kısa bir zaman sonra Gedik Ahmet Paşa çekilecektir. Çünkü Gebze Sahrası’nda büyük hükümdar Fatih Sultan Mehmed’in zehirlendiği anlaşıldı, ruhunu teslim etti.
EN AHLAKSIZ PAPA
Karışıklık da orada başladı. Yeniçeriler ve kapıkulu askeri Cem Sultan’ı istiyordu. Karaman’daydı. Devletlular ise çoktan Amasya’ya şehzade Bayezid’e daveti iletmişlerdi. Bayezid’in yetişip Topkapı Sarayı’nda tahta geçişi, kendisine biat edilişi kapıkulu askerinin isyanıyla karşılandı, Cem Sultan ise adım farkıyla muharebeye hazır vaziyette yetişmiştir. Bu bir yıl içinde Cem Sultan’ın Bayezid’le mücadelesi, yenilgisi ve nihayet Rodos şövalyelerine sığınması ve ardından kıymetli bir rehin olarak Roma’ya nakliyle Rönesans tarihinin en entrikacı ve en ahlaksız papası VI. Alexander’ın elindeki ıstıraplı yıllar başlamış oldu.
EN PAHALI REHİN
Kardeş katlini mazur gösterecek bir sebep, Sultan II. Bayezid’in hareket edememesi, ne Memluklerle ne Papalıkla ne de Endülüs’teki İspanya ile aktif bir mücadeleye girememesi, Cem Sultan’ın potansiyel bir tehlike, taht kavgası için öne sürülecek bir rehin olmasıydı. Papalık hiç de küçümsenmeyecek yıllık meblağı yani yaptırılan muhteşem kiliseler ve ısmarlanan sanat eserlerinin dışında kalan devletin yıllık cari giderlerini karşılığı olan bedeli bu rehin için Osmanlı saltanatından tahsil ediyordu. Kemal Beydilli Hoca’nın Hans Pfeffermann’dan çevirdiği “Rönesans Papalarının Türklerle İş Birliği” adlı eserde faciayı ayrıntılarıyla görmek mümkün.
ROMA’NIN KURTARICISI
Roma, Türklerin yeni “kızılelma”sıydı. O kızılelma bir dönem Bursa’ydı. Sonra Konstantiniyye oldu. İtalya girişiminden sonra Viyana olacaktır. Otranto’ya çıkanlar Roma’yı korkutuyordu. Başbuğun ölümü çok şeyi değiştirir. Gedik Ahmet Paşa geri çağrıldı. II. Bayezid’in yapabilecek çok şeyi yoktu. Roma’nın kurtarıcısı Cem Sultan’ın rehin olmasıdır. Bu ilk atiyye yetmedi. Nihayet Fransa Kralı bu kıymetli rehini almak isteyince Cem Sultan da yavaş etki eden zehirlenmeyle ortadan kaldırıldı. Hanedanın şerefi vardı. Naaşı Bursa’ya getirildi.
İSTİSMARLIK GÜVEN
Bütün bu olayların başlangıcı 3 Mayıs 1481’de Gebze Sahrası’ndaki zamansız ölümdür. Fatih’in ölüm nedeni hâlâ tartışılıyor. Zehirlenme ihtimali ağır basıyor. Venedikli hekim ya bir tehditle ya da bir tamahla bu işi yaptı. Halbuki Fatih’in tek güvendiği oydu. Çünkü temelde at üstünde yaşayan bir mareşal hastalığı olan “nikris” yahut “gut” ancak hastasını tanıyan hekimin hazırladığı ilaçlarla teskin edilebiliyordu. Hasta, hekimine güvenmek zorundaydı. En kolay istismar edilecek güven de budur. Padişahın 49 yaşındaki bu ani ölümü Osmanlı İmparatorluğu’nun fütuhat hızını engellemedi. Ama kültür hayatımızda ve gelişiminde önemli bir duraklamaya hatta sapmalara sebep olduğu açıktır.
SONA EREN RÖNESANS
15. ve 16. asırlarda bilimin, teknolojinin gelişimini tayin eden en önemli faktör hükümdarın kişiliği ve kendi ilgi ve bilgisidir. Türk İmparatorluğu Batı’da Avrupa’nın eşiğinde en önemli Rönesans adamını bu sayede yitirdi. Timur’dan sonraki taht kavgalarıyla da Orta Asya’daki parlak Rönesans, o Rönesans’ın ve bilimin temsilcisi Uluğ Bey’in ortadan kaldırılmasıyla sona erdi. Tarihte kişilerin rolü sanıldığının ötesinde öneme sahiptir. Onların varlığı olumlu ve yapıcı gelişmeler kadar ölümleri yahut öldürülmeleri de yıkıcı gelişmelere veya hiç değilse durgunluğa neden olabilir.
KARADENİZ’DE İLAHİ KOMEDYA
30 sene evvel dahi söyleseler “Akla gelmeyecek bir çılgınlık” derdim. Hele ilk gördüğüm Karadeniz kıyılarının yani 1966 yılı temmuzunun o unutulmaz pitoresk çarpıcılığında düşünülmeyecek bir kâbus olabilirdi. Dışişleri Bakanlığı bir Danimarkalı gazeteciyle profesör eşini davet etmiş. Arabalarıyla geldiler. O zamanki bakanlığın böyle geziler için mihmandar tutma imkânı yoktu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden rica etmişler. Dekanlık bana sordu. Gezi hattını Çorum’a kadar biliyordum ama ilk defa Samsun’u gördüm. Zengince bir Anadolu şehriydi ama birtakım derbederlikleri vardı. Çarşamba’yı geçene kadar doğrusu çok etkilendiğimi hatırlamıyorum ama Ünye, Fatsa, Ordu yeşilin ortasındaki güzelliklerle doluydu. Karadeniz’in eski ustalarının yapıları tabiata hâkimdi. Hava güzeldi. Masmavi deniz taş ve ahşap karışımı binalar, süratle seyahati tamamlamak için koşuşan karı-kocayla aramı ilk açan sebepti.
İMAR FACİASI
Galiba kuzeyli ırkların kendi monoton ülkeleri dışındaki yerlere karşı ilgileri ya çok az oluyor ya da abartılı derecelere ulaşabiliyor. Ordu’nun daha uzun yıllar, 1980’lere kadar yapısı pek bozulmadı. Belediye başkanlarının bunda rolü var ama 1990’lardan itibaren imar nizamında cıvıma ve çokkatlılık patladı. 2000’li yılardan sonra ortalık Dante’nin “İlahi Komedya”sındaki manzaralara dönüştü. Giresun ve Tirebolu ise daha hazin, bazıları eski konaklarını yıkamasalar bile önüne kendi bildikleri çirkin yapıları dikiyorlardı. O güzel Tirebolu ve sonradan birkaç kere daha gidip gezindiğim üniversitede konferansa gittiğim Giresun süratle değişmeye başladı. 2000’li yıllar bu imar faciasının zamanıdır.
Şimdi ise daha utanmazca bir girişim, gökdelen dikiliyor. Giresun’un, o güzel resmin ortasına bir garip gökdelen. Ordu’da ise 3 bloktan oluşan bir gökdelen sitesi. Hangi iktisadi talebe cevap verdiği meçhul bir yatırım. Ama tabiatı tahrip ettiği çok açık.
HAYASIZ İSTİLA
Binalar mavi gökle bağdaşmıyor. Yerle ne kadar barışık derseniz denizlerin doldurulmuş kısmına bina dikmek çok mu akıllıca? İstanbul’da yer tükendi. İzmir’e de el attılar. Şimdi de Karadeniz kıyılarına tırmanıyorlar. Allah aziz vatanı bu hayâsız istiladan korusun.
Paylaş