Paylaş
YAKIN tarihimizde Tanzimat devrinin muhtelif yorumları vardır. Bunlardan birincisi (ki süreklilik kazanan görüştür); Tanzimat devrinin Türk cemiyet ve toplum yapısını çağdaşlaştırma hamlesi olduğu ve Türkiye’nin devlet olarak mevcudiyeti ve Türk halkının zamana uyumunun bu şekilde sağlandığının belirtilmesidir. Esas görüş budur. Ne var ki derinlemesine ve esas olarak çapraz bir bakışla yapılmış ikinci bir görüş daha çok nutuk olarak caziptir ve Tanzimat’ı komple ve teslim olarak ele alır.
Tanzimat dönemi sanayileşmeyle ilgilenmiştir. Bu konuda 1930’lardan sonraki görüş Türkiye’de sanayinin tamamıyla ihmal edildiği, yabancı malların piyasayı istila ettiğidir. Görüş kısmen doğrudur, kısmen yanlıştır. İmparatorlukta iflas olduğu gibi birçok yerde dokumacılıkta bazı manifaktürün geliştirilmesinde hamleler yapılan bir devirdir. Donanmanın ıslahı için büyük adımlar atılamadı ama öbür yandan da tersanelerde ve Tophane’de askerî sanayinin devamı ve bazı yenilenmelere girildiği görüldü.19. yüzyılın dünyası vahşi bir dünyaydı. Bugün de ne kadar uygarlaştığını bilemiyoruz. Böyle bir dünyada toplumun yaşayabilmesi için askerî sanayide, topta ve diğer bilimlerde atılım yapılması gerekiyordu. Bunlar hatalar ve eksikler olsa da başarıldı.
Türkiye 20. yüzyıla varlığını koruyabilen bir memleket olarak girebildi. Birinci Dünya Savaşı’nda genç komutanların ve ordunun nizamının düzgünlüğü dolayısıyla büyük devletlere karşı direnebildi. Önemlidir çünkü Rusya’ya karşı siyasi hatalar, zaman ve tarafın iyi seçilememesi dolayısıyla başlangıçta zayıf bir cephede savaşa girildi. Hem Rusya hem de Britanya İmparatorluğu ile savaşa girilmek zorunda kaldı. Doğrusu Rusya karşısında kesin bir mağlubiyete uğramadık. Britanya İmparatorluğu da dört yıl meşgul ettik ki bu görülmüş bir şey değildi. Mondros ve Sevr’deki kinin sebebi de budur.
REFORM DEVRİ
Tanzimat Dönemi’nin asıl önemli gelişmesi merkezi devlet teşkilatında yenilenme, taşralarda mahalli halkın kısmen idareye iştirak edilmeye başlaması gibi bir sürecin devam ettirilmesidir. Mühendislik ve tıp eğitimi başlamıştı, bu bir yeniliktir ama asıl önemlisi Türkiye idaresi eğitim alanında büyük bir teşkilatlanma ve ilerlemeye şahit oldu. Yabancı eğitim kurumlarıyla, misyoner mektepleriyle rekabete girebildi. Bizatihi Galatasaray Lisesi (Mekteb-i Sultani) kurulması bile üçüncü dünyanın azgelişmiş ülkelerin eğitim tarihinde görülmeyecek bir atılımdır ve ancak Rusya’daki eğitim reformuyla mukayese edilebilir. Türkler ve Türk eğitici kadroları bugünkülerden çok daha idealist ve başarılıydı. Rusya İmparatorluğu’nda, Kuzey Afrika’da, elimizden çıkan Balkan ülkelerinde henüz bizde kalan bölümlerde halkımızı ayakta tutan ve çağdaş dünyaya ne de olsa bağlantı kurabilen bir eğitim sistemi vardı. Bu hız Cumhuriyetin ilk 30 yılında büyük başarıyla devam etti. Ondan sonra dejenere olmaya başladı. Yarım asırdır Türk eğitimi Tanzimat’ın ve ilk Cumhuriyet döneminin çok gerisinde bir tempoda vahim hata ve saplantılar içindedir.
Bununla birlikte Tanzimat Dönemi’nin ziraatta başladığı atılımlar son 40 yıla kadar gayet verimli bir patlama gösterdi. Fakat 40 yılda ziraat ve hayvancılıkta da vahim bir gerileme içine girildi. Bunlar dolayısıyladır ki Tanzimat Dönemi maalesef geçmişte kutlanacak bir başarı olması ötesinde bugün neredeyse örnek alacağımız bir dönem hâline dönüşmüştür.
Tarihyazıcılığımızda Tanzimat Dönemi reformların küçümseme hatta onun büyük adamlarını basit Üçüncü Dünya diktatörü, kiralık adamlar gibi göstermek devri bugün geçmektedir. Görüş demode olmuştur. İnsanlar mazide daha bilinçli ve adil hüküm verici olarak bakmaya başladılar. 1930’ların Tanzimat Döneminin tarihini yazanlarının aksine yurtiçi ve yurtdışı arşivlerde, kütüphaneler birinci el kaynaklara, orijinal gözlemlere dayanan tarihyazıcılık dönemine girilmiştir. Tanzimat Dönemi’nin Batı musikisine geçiş konusundaki çabaları Cumhuriyet’te değerlendirildi. Cumhuriyetin ilk 20 yılındaki opera kurma çabaları ve hakikaten operanın kurumlaşması bugün aynı hızla devam etmiyor. Dünyaca meşhur opera sanatçılarımız memleketimizde yad ellerde hayatlarını kazanıyorlar. Bütün bunlara bakmak lazım.
Bazı beyefendiler için burada bir not tutalım; 1934’te temsil edilen “Özsoy Operası” üzerinde ve bunun temsilinde Gazi Paşa Hazretlerinin operayı bilen ve seven takdir ve tenkit kabiliyetini bir arada tutuğunu, bu görüş ve ifademi ters anladıkların veya anlamak istemediklerini belirtmeliyim.
OPERAYI KUVVETLENDİRİN
Tekrar ediyorum; boş kutlamayı sevmem. “Bir Cumhuriyet Şarkısı” adıyla “Özsoy Operası” olayının perdeye getirilmesi başarısızdır. Ticarette reklamcı zihniyetten kurtularak işe bakınız. O olay bazılarının zannettiğinden daha geniş etkileri olan bir atılımdı. İran’da opera şahın bu ziyaretinden sonra kuruldu. Zaten İran şahını gelişi için yetiştirilmişti. Büyük müzisyenlerimizi takdir etmek bir fazilettir fakat ikide bir “dünya çapı” veya “musiki tarihi mucizesi” gibi kavramları ölçülü olarak kullanmanız gerekir. Sanatta lüzumsuz övgü ancak mudhike; yani gülünçlükle neticelenir. Böbürlenmelerin bırakılıp organizasyonların yapılması gerekir. Lütfen operayı kuvvetlendirin, opera temsillerini dinlediğiniz binaların daha iyisini yaptırmaya dikkat edin, sanatçıların; yani operada sanatını yerine getiren insanların bina hakkındaki, ekosistemi hakkındaki yorumlarına kulak verin. İstanbul’da gerçek bir opera binası yok. Bu çok ayıp bir durum; söylenecek söz bu. Görünen o ki mimarların bu teknik dallarla ilgisi yok.
Kısacası Tanzimat devam ediyor. Büyük adamın 15 yılı parlak çıkıştır. Sonrasında bir iniş var. Ama bir kere Türk toplumunun tarihsel yetenek ve kabiliyeti ortaya çıkmıştır. Cumhuriyet devrimimin yeniden restorasyonu hiç de uzak değildir, mümkündür. 1839 yılının 3 Kasım’ında okunan fermandan bu yana geçen 185 yıl bunu gösteriyor. 200. yıl daha parlak olacak çünkü arada Kemalist yıllar var.
MOĞOLLAR
SON zamanlarda tarih yazcılığımızda gelişmeler başladı. Çocukluğumda ve gençliğimi kavrayan geniş bir dönemde Moğolca metinleri okuyarak tarih yapan Profesör Ahmet Temir vardı. Çok verimli bir hoca sayılmazdı ama uzmandı. Moğolların imparatorluğu sadece Moğolların imparatorluğu değildir. Aşağı yukarı tümüyle 150 yıl kadar devam eden bu imparatorluğun sarsıntıları Avrupa ortalarına kadar hissedilir. Mesela Macaristan’da Sümek Kalesi gibi...
İki büyük dünya Moğollardan sarsılarak ortaya çıkmıştır. Birisi Orta Asya ve Çin’in ortası, ikincisi klasik İran medeniyetinin bugünkü Maveraünnehir ve Kuzey Maşrık Arabistan’ını, Suriye ve Irak’ı da kaplayan bölümü. Üçüncüsü doğrudan doğruya Rusya ve Polonya’ya kadar ki bölge.
DİRİLİŞ VE SAVUNMA İÇGÜDÜSÜ YARATTI
Buradaki Moğol etkisi sırf kan ve barut değildir. Bir kere silahlar sustuktan sonra bölgede garip bir kültürel kaynaşma da olmuştur çünkü Moğolların Moğol milliyetçiliği yoktur. Zaten imparatorluk ordularının içinde Kıpçak unsur çok kalabalıktır. Bu yüzden başka milletlerin tarihinde bir işgal olarak alınan bu bölümün Türk tarihi için de ayrı bir yaklaşımı esastır. Şunu da unutmayalım Moğol etkisi Anadolu’da büyük tahribattan çok ayrı bir diriliş ve savunma içgüdüsü yarattı. Anadolu Selçuklu tarihinin önemi buradadır. Direnmeyi ve gelişmeyi faciaları atlatarak başarmak...
Kitaplar üzerinde konuşmak bu sütunu aşar. Prof. Dr. Altay Tayfun Özcan, Kütahya Dumlupınar Üniversitesi’nde genç bir tarihçi, Moğolca biliyor, Çağatay kaynaklarına hâkim ve Avrupa dillerinde okuma yapabiliyor. Birkaç zamandır ortaya koyduğu iki kitap üzerinde ileri daha geniş tartışmalar açmak isterim. Birisi “Batu” yani Cengiz Han’ın halefi. Bilhassa Rusya ve İdil boyu tarihi için çok önemli bir dönem. İkincisi “Moğollar Avrupa’da”, Moğolların Avrupa’daki serencamı. Orta Avrupa’ya giden bir dönemi bu kadar tatlı, sürükleyici bir üslubla ele alışı; okuyucuyla kolayca bağ kurabilmesi takdire şayan. Bu ayların okunacak eseri Altay Tayfun Özcan’dan. Bir de “Moğol - Rus İlişkileri (1223 - 1341)” adında Türk Tarih Kurumu’nda basılan kitabını işin içine katarsak galiba kış aylarının okunacak serisi, erken orta çağ Türk tarihinin ana hatlarıyla okuyucuyla buluşmasını sağlıyor.
Anadolu üniversitelerinin bilhassa İç Batı Anadolu ve Ege bölümünde yararlı çıkışlar yaptığını görüyoruz. İstanbul, Ankara gibi büyükşehirlerin üniversiteyi barındırma kapasitesi çok düştü. Buralarda yaşam öğrenciler için de öğretim üyeleri için de bir ava dönüşmektedir. Akdeniz kıyısındaki şehirlerin, Ege’deki sakin şehirlerin, Muğla, Eskişehir gibi yerlerin katkısı daha büyük olacak çünkü insanlar ilim yapmak için mütevazı, rahat yerler isterler.
Paylaş