Paylaş
20 Kasım 1910’da, yani bundan 110 sene evvel dünya edebiyatının en seçkin üç romancısından biri bu dünyadan ayrıldı. Diğerleri Rusya’nın Dostoyevski’si ve Fransız edebiyatının Balzac’ıdır. Tabii ki bu liste genişletilebilir ama hangi değişikliği yaparsak yapalım Tolstoy ve Dostoyevski kalır. “Bu Kont kadar Rus köylüsünü tanıyan yoktur” diyor Vlamidir İlyiç Lenin. Topkapı Sarayı Müzesi ziyaretinde Kazan Tataristan’ının entelektüel başbakan yardımcısı hanımefendi “Tolstoy bütün enternasyonalist görünümüne rağmen bir Rus’tur. Dostoyevski ise siz onu Rus olarak görseniz de insanlığın yazarıdır ve insanı tasvir eder” demişti.
NİÇİN NOBEL VERİLMEDİ
Halen edebiyat tarihinde ikisinin mukayesesi devam ediyor. Bana göre Nobel Edebiyat Komitesi daha başından nakiseler içinde olduğunu 1900’lerde gösterdi. Tolstoy gibi bir dev, onun yanı başında Çehov ve Gorki varken üstelik Lev Tolstoy daha başından beri kaç kere Nobel’e resmen aday olarak gösterilmişken bu ödül onlardan esirgendi. İlk Nobel alanların listesine baktığınız zaman tabii ki Quo Vadis’in yazarı Henryk Sienkiewicz ve Theodor Mommsen’den başka parlak yazar da pek göremezsiniz; üstelik o, romancı değil, tarihçi ve hukuk tarihçisi olmasına rağmen Mommsen’in taltifini anlamaya çalışırım ama niçin Tolstoy’a bu ödül verilmedi? Akademideki görgüsüz hesaplardan veya başka etkilenmelerden olmalılar.
1’İNCİ GRUP ARİSTOKRAT
Tolstoy, Eski Rusya’nın semaverleri ve eski inanışa (staraverst) mensup zanaatçı ve tüccarlarıyla ünlü Tula yakınında “Yasnaya Polyana”da kendi malikânelerinde doğdu (9 Eylül 1828). Rusya’nın birinci grup aristokratlarındandı. Tolstoy, “Şişmanzadeler”in karşılığı için kullanılır. Mesela Puşkinlerin “Topçuzadeler” olması ya da Dolgarukilerin “uzun eller” olması misali. Bütün Rusya’nın asilleri efsanevi geçmişlerini Baltık ülkelerinden gelmekle tanımlarlar. İkinci grup aristokratlar ise Turgenyev, ünlü Pan-Slavist Maarif Nazırı Şırınski Şahmatov veya Yusupov gibi düpedüz Altın Orda’nın klanlarından çıkmadır. Bu grubun uzak akrabalarını, Rusya’nın Müslüman mirzaları arasında da görmek mümkündür.
MARX VE ENGELS’E YAKIN
Tolstoy, Rusya’nın köylüsünü ve aristokratını yüceltse de yerden yere vursa da realist olarak tahlil etti ve onları damarındaki kanı kadar sevdiği açıktır; ama bir yandan da tıpkı Puşkin ve Lermontov gibi Kafkas halklarına olan romantik yaklaşımı yanında Tolstoy’un duruşu, Türkiye imparatorluğuna karşı Rusya’nın politikasını desteklememesinde adeta Karl Marx ve Engels’e yakın tutumuyla dikkati çeker.
SİVASTOPOL’DE SAVAŞTI
Rus üniversitelerinin formel tahsiliyle uyuşamadı. Genç yaşta Kazan Üniversitesi Doğu Dilleri Bölümünde öğrenciliği sona erdi. Sivastopol savaşında pekâlâ iyi askerlik yaptı, asıl önemlisi savaş karşıtı edebiyatın en ünlü parçasını da genç yasında ortaya koydu (Sivastopol). Bizim Mithat Cemal bile Üç İstanbul eserinde Adnan ile Bahriye Nazırı’nın muhayyel tartışmasında; nazırın, “Tolstoy gibi yazın, sizi de sansürden azad edelim”, yollu küçümsemesine “Tolstoy’u Çariçe yaşlı gözlerle okumuş ve Çar’a anlatmıştı. Böyle bir görüş burada var mı?” cevabını alır.
MÜSLÜMANLIĞA SICAK EKOLDEN
Çok erkenden sadece Batılıları değil Doğu’nun çağdaşlaşan aydınlarını da etkiledi. Hıristiyan kilisesinin ve devletin karşısındaydı. Mistik Hıristiyan anlayışının temelinde, devlet ve kilise düşmanlığı eşit derecede vardır. Bir yandan da Doğu’nun dinlerine en başta da Müslümanlığa sıcak bakan ekoldendir. Bu nedenledir ki Tolstoy’un denemeleri bazen çarpıtılarak da çevriliyor. Münakaşalı yazardır; diyaloglarında keskin ve parlak analizleri çok kısaca yapar. Hacimli romanlardaki diyalogların, her birinin muhtevası insanların başını döndürür. 14 yaşında da lezzetli okunur, 44 yaşında da, 74 yaşında da, artık 94 yaşında da... En ilginç dostlukları, Yasnaya Polyana’da Gandhi dahil dünyadan gelenlerledir; ama edebiyatta diyalog halinde olduğu dostları Çehov ve Gorki’dir. Gorki’nin İmparatorluk Akademisi’ne seçimi reddedildiği zaman Çehov’la birlikte protesto ettiler. Üçünün arasında hangi fikri beraberlik vardı, tartışılabilir ama Rusya toplumundan memnun değillerdi. Onu sevdikleri açıktı. Anna Karenina’da tıpkı Fransa’daki Flaubert gibi feminizm sorununa ilginç, daha güçlü bir yaklaşımı var. Sorun, Anna Karenina’nın kişiliğinde oraya konuyor ama bütün yüksek Rus cemiyetinin dengesiz gaddarlığı üzerine de esaslı bir analiz yapıldığı açık.
O ZÜMREYE GİRMEDİ
Rusya’ya zıt bir insandı; ancak bu basit bir gösteri değildi. Mensubu olduğu yüksek soylular zümresinden ve Çar’dan nefret edecek kadar o dünyanın içine doğmuştu. Rusya’nın entelektüellerini ve akademilerini tanıyordu. O zümrenin içine girmedi. Normal bir Rus memurdan ve şehirli aydından farklı biçimde, ülkenin çeşitli katmanlarını tanıdı. Bir ara Moskova’daki bir hahamdan aylarca İbranca öğrenmişti. Bu yoğun derslerden dolayı hafif sürmenaj geçirdiği bile not edilir. Muhakkak Müslüman zümreleri de tanımak istedi. Bakışlarının dışarıdan olmamasına gayret etti.
Tolstoylar, asker ve sivil bürokraside yaygın yeri olan bir aileydi. Gençliğinde bu hazırlığın dışında kalamadı. Dış dünyayı tanıdı, ünlü olduktan sonra dış dünya onu tanımakta ısrar etti ve Yasnaya Polyana üzerinde yoğunlaştılar. Karşımıza çıkan kozmopolit bir aydın değil, bir Rus; Kazan Tataristan’ı başbakan yardımcısının dediği doğru. Hırpaladığı Rusya’yı severdi. Eğer Türkiye’nin böyle bir yazarı olsa toplumumuzu çok hırpalardı ama aynı zamanda ondaki cevheri yakalayıp gürültüsüzce, uzun romanlarındaki kısa ve öz diyaloglarla daha doğrusu diyalog düzeniyle yüceltmeyi bilirdi.
HER İKİSİNİ DE OKUMALI
Bir dönem Türkiye’deki yazar ve aydınlar onu çok okudular. Sonra André Gide ekolü dolayısıyla Dostoyevski Türk aydınlarını etkiledi. Belirttiğimiz gibi bu ikisi arasındaki isimsiz rekabet devam ediyor. Daha doğrusu onları bütün dünyadaki aydınlar ve edebiyat tarihçileri yarıştırıyorlar. Yarışma anlamsız.
Tolstoy’u okuyup öğrenmek gerek. Hayatımızın her safhasında bu öğrenimi yapabiliriz. Tabii Dostoyevski ve Tolstoy’la yetinmenin gereği yok. İnsan, kendi dilinin ve yurdunun şairlerine ve romancılarına bile böyle aydınlık yabancı patikaları dolaşarak ulaşabilir. Bunun örneklerini görebilirsiniz. Gençlerin her iki tarafı da okuması gerekiyor.
SEÇTİĞİMİZ BEŞ ESERİ
Kalabalık bir yayın listesi üreten, uzun yaşayan yazarın eserlerinden yaptığımız bu seçmelerde, az okunan fakat çevirileri iyi olan, bunun yanında çok bilinen klasikler de var. İş Bankası Kültür Yayınları’nın hayırhah şekilde seçtiği yeni çeviriler, şüphesiz Hasan Âli Yücel devrinin aynısı değil. Her şeye rağmen bugünkülere göre mükemmel olmamakla birlikte Türkçesinin düzgünlüğü ve roman dilini kavramasıyla, Hasan Ali Ediz’in “Anna Karenina” çevirisini tavsiye ediyorum ama yeni çeviriyi yapan Ayşe Hacıhasanoğlu’nun “Anna Karenina”sı eksiksiz ve kusursuz bir çalışmadır.
Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin Rus filolojisinin kuruluşundan itibaren tarihi görevini yaptığı ve Rus edebiyatını tanıtmakta, seçkin çevirmenler yetiştirdiği anlaşılıyor. “Kafkas Tutsağı” (Kavkazskiy Plennik) Mazlum Beyhan’ın çevirisi, yine aynı şekilde “Gençlik” (Yunost) Ayşe Hacıhasanoğlu’nun çevirileridir. Mazlum Beyhan çok zikredilen “Sivastopol”un bundan sonra kalıcı olacağını zannettiğim bir Türkçe çevirisini veriyor. Yine Mazlum Beyhan çevirisi olan, Tolstoy’un çok tartışılan, Avrupa’nın klasik edebiyatı hakkında sivri tespitleri olan ama okunması gereken “Sanat Nedir?” (Şto Takoye İskusstvo) başlıklı eseri, bence edebi kritiğin şaheserlerindendir. Mazlum Bey’den beklediğimiz Vissarion Belinski’nin de eleştirilerini Türk okuyucusuna kazandırmasıdır. Bu bahsettiğimiz kitaplar İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıktı.
Paylaş