Paylaş
Kitap, siyasal iktidarın seçimle değiştiği 1950’den başlayarak, demokratik sistemin üçüncü kez kesintiye uğradığı 1980’e uzanan dönemi kapsıyor.
Nâzım Hikmet’in hapiste başlattığı açlık grevi ve sonrasında gelişen olayları özetleyip iktidar değişimiyle çıkartılan genel af sonrası özgürlüğüne kavuşmasını sağlayan ‘Af’ maddesiyle başlayan kitap, siyaset gündeminden kültür sanata, popüler kültürden değişen hayat tarzlarımıza pek çok durağa uğruyor. Almanya’ya işçi göçünden aranjmanların ortaya çıkışına, Zeki Müren’e ‘Sanat güneşi’ unvanının nasıl verildiğinden ‘Garip’ ve ‘İkinci Yeni’ şiir hareketinin nasıl çıktığına, ‘İhtiras Tramvayı’nın ünlü yazarı Tennessee Williams’ın Cağaloğlu Hamamı’ndan geçen hikâyesine kadar renkli bir tarih. Siyasetin geçirdiği evriminden gündelik hayatın küçük zevk ve alışkanlıklarındaki değişime kadar, geçmişten alınan mirasla bugüne bırakılanlar arasındaki dengeyi araştıran çalışmanın kültür sanat maddelerinden bir seçki...
TÜRK BASINININ ‘HIZLI’ KAHRAMANLARI
YEŞİLÇAM’ın ilk yol filmi, Nevzat Pesen’in 1964’te çektiği ‘Hızlı Yaşayanlar’dı. Film aynı zamanda Türk basın tarihinin de bir dönemini yansıtıyordu. Birbiriyle dost ama aynı zamanda kıyasıya rekabet eden dört şoförün İstanbul’dan Ankara’ya gazete balyalarını en kısa sürede götürmek için verdikleri mücadeleyi anlatan filmde Ayhan Işık (Orhan), Ekrem Bora (Ece Salih), Turgut Özatay (Kara Cemil) ve Kadir Savun (Kriko Kadir) rol alıyordu.
Yönetmen filmin girişine şöyle bir ithaf koyar: “Bu filmi, gazetelerimizi Anadolu’nun şehir, kasaba, hatta köylerine kadar en seri şekilde ulaştırmak için kar, yağmur, fırtına demeyip kamyonlarını sürerken kaza neticesinde hayatlarını kaybeden cesur şoförlerimize ithaf ediyorum. Hızlı yaşayanların ruhu şad olsun.”
Yeni Sabah, Tercüman, Milliyet ve Express Postası’nın şoförleri bir yandan da aşk yarışına girerler filmde. İnce Salih, Bolu dağlarındaki benzin istasyonunun sahibinin kızı Fatma’yı (Pervin Par) karşılıksız bir aşkla sever. Bu arada Orhan ile Fatma’nın birbirine tutulması İnce Salih’i çıldırtır. Aşk ve sürat yarışı bir gece kaza ile ve İnce Salih’in ölümüyle sonuçlanır. Kriko Kadir alev alev yanan gazete dolu kamyona bakarak şöyle iç geçirir: “Bu yangını istemiyordum. Lanet olsun. Gazetenin ışığı başkadır. O bambaşka bir ışıktır.”
Yeniçağ’ın bir hız çağı olacağının ilk haberini de film sona ermeden araya giren bir dış ses nutuk çekerek şöyle verir: “İnsanlar her ne olursa olsun yine hızlı yaşamaya mecburdur. Bugünkü dünyada hızlı yaşamayana hayat hakkı yoktur. Bundan sonraki nesiller de refah içinde olmak için onlar gibi hızlı yaşayacaktır.”
Filmde ‘Son’ yazısıyla birlikte bir roketin uzaya çıkma anı belirir.
PEŞTEMALLI 'İHTİRAS'
AMERİKALI yazar Tenessee Williams’ın ünlü oyunu ‘İhtiras Tramvayı’nı Elia Kazan 1951 tarihinde sinemaya uyarlamış ve film 1952’de Türkiye’de de gösterilmiştir. 1947 tarihli piyes 1949 tarihinden itibaren zaten Avrupa’da tiyatro sahnelerini çoktan fethetmiştir. Oyununun izinde Avrupa’yı ziyaret eden Williams, bu arada İstanbul’a da gelir. 29 Haziran 1955 tarihli Milliyet gazetesi bu ziyareti şöyle duyurur: “Williams, evvelki gün genelevlerin bulunduğu sokağı gezmiş, kendisini tanıyan birkaç kişi, onu merakla kapıların ufak pencerelerinden içeriye bakmaya çalışırken görmüşlerdir. Amerikalı yazar, en yakın arkadaşı Elia Kazan’dan oturak ve hamam âlemlerinin şöhretini duyduğunu ve bizzat bunları görmek için İstanbul’a geldiğini saklamamıştır.” Tenessee Williams’ın ikinci kez Türkiye gelişi 1959 yılındadır ancak bu kez sessiz sedasız yapmıştır ziyaretini. O sırada Williams’ın bir eserini Türkçe’ye çeviren Haldun Taner bu ziyareti Yunan gazetelerinden okuyunca kendisiyle tanışamadığı için hayıflanır. Hayat dergisi 20 Kasım’daki sayısında, “Halbuki bir tesadüf ikisini Çemberlitaş Hamamı’nda karşı karşıya getirebilirdi” diyerek Williams’ın peştemallı pozunu yayımlar.
'BEN BAKKAL DEĞİL SANATÇIYIM'
SESİNİ ilk kez 1 Ocak 1951 akşamı İstanbul Radyosu’ndan yüz binlere duyuran Zeki Müren, döneminin en baskın popüler kültür karakterlerinden biri oldu. 1940’lı yıllarda filmler için gazetelere verilen ilanlarda kullanılan ‘Sanat Güneşi’ tabiri bundan tam 20 yıl sonra Zeki Müren için kullanılmaya başlayacak ve onun sıfatı haline gelecekti. 1967’de Maksim Gazinosu’na ‘Sanat Güneşimiz’ olarak çıkmaya başlayan Zeki Müren, eğlence hayatının yeni kurallarını belirlemiş, kendi rengini, ışıltısını, ihtişamını ve efsanesini yaratmıştı. Özellikle 60’lı yılların ikinci yarısında giydiği kıyafetlerle ve sahne kostümleriyle kadın-erkek kimliğini sorgulayan yanıyla öne çıkmıştı.
1970 yılında Milliyet gazetesinde mini etekle sahneye çıkmasının ardından ünlü gazeteci Halit Çapın’la yaptığı söyleşi onun dünyaya bakışının manifestosu gibidir:
- Zeki Bey, bir erkeğin kadın giysileri içinde sahneye çıkması, o erkeğe erkekliğinden bir şeyler yitirtir mi?
Benim giydiğim elbiseler kadın elbisesi değildir. Sezar’ın, Baytekin’in, Brütüs’ün giydiği elbiselerdir.
- Yaptığınız, bazı çevrelerde büyük bir cüret ve hatta saygısızlık olarak kabul ediliyor. Siz ne dersiniz?
Ben bakkal değil, sanatçıyım. Ve bu asla saygısızlık değildir. Üstelik bu elbiseleri sokakta da giymiyorum.
- Sahnedeki çıplaklığınız size ne hissettiriyor?
Mayo ile güreşmeye çıkan bir pehlivanın hissettiklerini.
'ALTIN TROMPET' KRİZİ
DÜNYACA ünlü yıldızların ülkemize sık geldiği yıllar. Bunlardan biri de cazın altın trompeti Louis Armstrong. ‘Yüksek Sosyete’ filminin de vizyonda olduğu 1959 yılında üç konser vermek üzere İstanbul’a gelir ünlü müzisyen. 10-11 Nisan’da Saray Sineması’nda iki konser verdikten sonra üçüncü konserini İstanbul sosyetesine Hilton Oteli’nde verecektir. Hilton’un Balo Salonu’ndaki konser beklenmedik bir skandala sahne olur. Bir zamanlama hatası ya da gazino kültürünün etkisiyle konserin başlama saati ana yemek servisine denk gelir. Çatal bıçak seslerinden rahatsız olan Armstrong, bir anda ekibini toplayıp sahneyi terk eder. Otel yönetimi de kendisini ikna edemeyince devreye ABD Büyükelçisi Fletcher Warren girerek sorunu çözer ve gece, günün ilk ışıklarına kadar devam eder.
İLK ÇİKOLOTA RENKLİ SANATÇI
O dönem Yelpaze dergisine röportaj yapan Sezen Cumhur Önal, sanatçıya bir şekilde ulaşır ve kendisiyle odasında konuşur. Önal’ın ünlü ‘Çikolata Renkli Sanatçı’ tanımlaması da ilk kez o röportajda ortaya çıkar: “Yıllardır dillerde dolaşan, mikrofonda şaka niyetine söylediğim ‘çikolata renkli’ tabirini ilk kez Louis Armstrong için söylediğimi hatırlıyorum. Yeni evlenmişti. Sevinçliydi. Gözlerinin içi parlıyordu. Konser için gelmişti ama Boğaz’a karşı balayı yaşıyordu.”
Paylaş