Güncelleme Tarihi:
Geçen gün bir konferans verdim Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'nde ve önceki gün bir söyleşiye gittim Gazi Üniversitesi'nde. Aynı günün sabahı, adını not etmeyi unuttuğum bir okuyucum telefon etti ve geçenlerde yazdığım ‘‘Serviliklerde’’ şiirinin Nâzım Hikmet'e ait olduğunu söyledi. Ve ben Nâzım Hikmet'i açıp okudum dakikalar, saatler boyu ve belki bundandır ki, bu paragraftaki üslup Nâzım Hikmet'e benzedi.
‘‘Bir inilti duydum serviliklerde/ Dedim burada da ağlayan var mı?/ Yoksa bir başına bu kuytu yerde/ Eski bir sevgiyi anan rüzgar mı?/ Gözlere inerken siyah örtüler/ İnandım ki artık ölenler güler/ Yoksa hayatında sevmiş ölüler/ hâlâ servilerde ağlıyorlar mı?''
İşte şiir buydu ve Nâzım Hikmet'in ilk şiiriydi. Son zamanların başdöndürücü yorgunluğu, ezberlediğim şiirin Nâzım Hikmet'in ilk şiiri olduğunu bana unutturmuş olmalıydı. Zekeriya Serter'in ‘‘Mavi Gözlü Dev’’ kitabında şiiri buldum ve doyasıya tekrar tekrar okudum. Şiir, Yahya Kemal'in redaksiyonundan geçmiş olsa da esaslı bir Nâzım Hikmet'ti.
* * *
Sonra Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi'ne yollandım ve Anatomi Profesörü Dr. Dural Kadıoğlu'nun söyleşisini dinlemeye koyuldum. Daha önce enfes bir kitabını okuduğum Kadıoğlu'nu ilk kez dinliyordum ve dinlemek konuşmaktan daha keyifli bir şeydi.
Kadıoğlu, ilk bölümde tıpla ilgili mizahi bir anı anlattı. İkinci bölümde ‘‘Has Kız’’ vardı.
Aslında ‘‘Has Kız’’dan birkaç cümleyle söz etti. Anlattığı, bir inşaat işçisiydi ve yüzünün sağından bakıldığında bebek kadar güzel, solundan bakıldığında tek kelime ile korkunçtu.
Damağı delinmiş, dişleri görünen bir profil, delik deşik izlenimi veren, kabartılı ve kızarık bir tendi sol taraf. Ne var ki sağ taraf güzel mi güzel, yakışıklı mı yakışıklıydı.
İnşaat işçisi Alim, deniz kıyısında tanıştığı Kadıoğlu'na neden sonra anlatmıştı öyküsünü. Köyünde ‘‘Has Kız’’ adı verilen bir kıza âşık olmuş ama elini bile tutamamıştı. Onun aşkıyla yaşamış ve bir sabah ‘‘Has Kız’’ın gece ateşlenip sabaha karşı öldüğünü öğrenmişti.
Cenazeye gitmemiş, kuytuluk bir yere çekilip, çiftesinin namlusunu ağzına sokarak ateşlemişti. Ölmemiş ama yüzünün sol tarafı parçalanmıştı.
* * *
Öykü beni çok etkiledi. Son zamanların başdöndürücü, çalkantılı yorgunluğunda aşkı düşündüm.
Aşk öyle bir şeydi ki, temelinde yürekli olmak yatıyordu. Sevmek için yürek gerekiyordu. Aşk, korkaklığı, kaypaklığı asla kaldıramıyordu.
Yüreksiz olan sevemiyor, sevdiğini sanıyordu.
Nâzım'ın Bahr-i Hazer'indeki kayık gibi inip çıkıyor, çalkalanıyordu.
İnşaat işçisi Alim, aşk için iki kişinin de gerekmediğini ispatlamış, elini bile tutmadığı ‘‘Has Kız’’ı için ölüme gitmeye kalkışmıştı.
‘‘Has Kız’’ belki Alim'in aşkından habersizdi ama bu aşka değer bir kız olmalıydı. Mesele de işte buydu.
Bunları düşündükten sonra Nâzım'ın rubailerini okudum:
* * *
‘‘Öptü beni ‘bunlar kainat gibi gerçek dudaklardır' dedi.
‘Bu ıtır senin icadın değil, saçlarımdan uçan bahardır' dedi.
‘İster gökyüzünde seyret ister gözlerimde,
Körler onları görmese de yıldızlar vardır' dedi.’’
Yıldızlar, yüreğiyle görmeyenler için yokturlar.