Paylaş
İstanbul malum; yaza yatıp kışa uyandığın, içinde bahar barındırmayan, anı anına uymayan, kısacası bu konuda asla kendisine güvenilmeyecek bir şehir.
Yani 1 ay içinde kazakların, dış giyimlerin, trençkotların hayatımıza geri girmesi an meselesi.
Haliyle dolapları karıştırıp sezona hazırlıklı olmakta fayda var.
Gelin bu sezon oldukça minimal, kapsül bir gardıropla sonbahar ve kış sezonunu geçirmeyi hedefleyin.
Mesela giyim dolabınızı tüm kışı en fazla 30-35 kusursuz parçayla geçirerek ve tüm parçaları kendi içinde kombinleyebilecek şekilde dönüştürebilir misiniz?
Bunu hep birlikte deneyelim mi?
Aslına bakarsınız bu fikir bende yaklaşık üç kıştır var. Uzun zamandır klasik gardıroba evrilmeye çalışıp kıyafetlerimi eliyorum da eliyorum. Hacim olarak o kadar küçülebildim mi, açıkçası hayır. Ama giydiğim kıyafetlerin ortalamasına bakınca üzerimdekiler hemen hemen aynı. Yani yapılmayacak bir şey değil. Sadece biz kadınların kıyafetlerimizle olan gönül bağı, olması gerekenden daha fazla yer kaplıyor.
Mesela tüm sezonu çok iyi ceket, kazak, kaban, trençkot, pantolon, klasik kesim jean, triko elbise ve etekle geçirip sadece aksesuvarla fark yaratmak şahane olmaz mı?
Sadece tek bir bot ve ayakkabı ama en iyisi olacak şekilde küçülmüş olmak bence mükemmel olur.
Bu yazıyı bitirdikten sonra kendi gardırobumu bir tur daha elemeye çalışacağım.
Gerçekten fazlalıklardan kurtulmak ve minimal bir düzeyde yaşamak, özellikle bu ekonomik krizde muazzam bir adım olacaktır. Her ay almak yerine, vermeyi hedeflemek mesela.
Mağazaların dönem dönem yaptığı “bir alana bir bedava” kampanyası yerine, kendi içimizde “bir alınca arkadaşlara üç bedava” kampanyası başlatsak... Dışarıdan eve gelen her bir parça, gardıroptan çıkaracağımız üç parçaya dönüşse ve zamanla gardıroptan asla çıkarılmayacak parçalar çoğalacağı için “bende var, almama gerek yok” kategorisine evrilse...
Düşünün lütfen harika bir his olmaz mı?
Yenilere yer açmak değil, olanı küçültmek bu sezon hepimizin mottosu olsun.
Ben birazdan bir tur daha eleme yapacağım. Gerçekten kapağı açtığımda dolu dolu değil, az ve öz bir gardıropla karşı karşıya olmak istiyorum.
Türk insanı etiket sever
Evet, Türk insanı etiket sever.
Hatta öyle ki, yakışıp yakışmadığına bakmaksızın sadece o sezonun en hit parçasını almış olmak için yaşına, fiziğine bakmaksızın alıp giyer, sonra o parça bir köşede eskir gider.
Aynı şey mücevherler için de geçerli.
Bakın dünya genelinde herkeste Cartier, Bulgari, Tiffany & Co, Van Cleef & Arpels’ın aynı modelleri.
Koleksiyonerleri tabii ki ayrı tutuyorum. Onların alıp takma sebebi çok daha bilinçli, kaldı ki onlarda bu markaların herkeste olan modellerini değil, markanın en klasik ve zamansız parçalarını görürsünüz.
Mesele her şeye sahip olabilmek değil, her şeye sahip olabilecek kadar maddi durumu olduğu halde fark yaratabilmekte.
Konu yine aynı noktaya geliyor: Stil sahibi olabilmek.
Geçenlerde Başak Baykal’ın mücevherlerini keşfettim. Son dönemlerde gördüğüm en cool tasarımlara imza atmış. Londra’da yaşadığı için satış noktası İngiltere’de. Türkiye’de ise sadece kişiye özel VIP hizmet veriyor. Yeni jenerasyon için olağanüstü tasarımları var.
Mesela ben kasada bekleyen, sadece davette takılabilecek ağdalı düğün takılarını hiç sevmem. Mücevher gün içinde de kullanılamadıktan sonra alınmış olmasının ne önemi var ki?
Başak Baykal gerçekten fark yaratan tasarımlar yapmış, gördüğüm ve denediğim günden beri de rüyalarımdan çıkmıyor.
Maddi durumum yerinde ve kesinlikle diğerlerinden farklı olmak istiyorum.
“Oğlum evlenecek gelinime düğün takısı bakıyorum”, “Kimsede olmayan bir şey arıyorum” diye düşünenler Baykal’ın mücevherlerini radarlarına alabilir.
O kadar özel modeller yapılmış ki hepsinden sadece birer adet üretiliyor. Kısacası tam bir zanaatkarlık söz konusu.
İnsanı bu kadar özel hissettiren daha başka ne olabilir?
Paylaş