31 Temmuz 2010
TAKLİTLER aslını yaşatır sözü sinema için de geçerli; tekrarı çekilen her film orijinal olanıyla karşılaştırma testinden geçiyor ve sonuç ezici bir çoğunlukla olumsuz. “Fame” filminin 1980’lerdeki ruhunu yeniden çevrimle yakalamak onca teknolojik desteğe rağmen mümkün olmadı. İlk “Halloween” gösterime girdiğinde, korku tarzını seven sevmeyen herkes yapılan işe şapka çıkarmıştı. Oysa 2010’daki yeniden çevrim sinemalara geldiği zaman kimsenin ruhu bile duymadı desek yeridir. Şimdi “Karate Kid” yeniden çevrimi ile sinemaseverlerin karşısına çıkma hazırlığında, ama içimden öncelikle o ilk filmi dvd raflarından indirip yeniden izlemek geliyor.
Tıpkı “Yaprak Dökümü”nde olduğu gibi. Reşat Nuri Güntekin’in bir dönemi anlatmanın çok ötesine geçerek, insanın hırs ve tutkularına ilişkin zamansız bir başyapıta dönüşen romanı sayısız kez filme çekildi. Romandan birebir uyarlama yapılmasa bile, ana tema sayısız Türk filmi senaryosunun altyapısını oluşturdu.
Nazım diye bir şair varmış
Televizyon dizisine dönüştüğünde ise (en sonuncudan sözediyorum) bir başka özelliğimiz daha gün ışığına çıktı: Öncesi ve sonrası olmayan toplum özelliği! Unutamadığım anlardan biridir, “Mavi Gözlü Dev” filmini izlerken verilen arada seyircilerden genç bir arkadaş telefona sarılmış bilgi veriyordu:
“Nazım Hikmet diye bir şair varmış, onunla ilgili bir film.”
“Yaprak Dökümü” sayesinde Reşat Nuri diye bir edebiyatçı olduğu bazı genç arkadaşlarımızın zihinlerine kazındı ise, bu da bir şeydir.
Çankaya Belediyesi çok güzel bir girişimle Türk sinemasının klasiklerini, üstelik bir bölümü siyah beyaz döneme denk gelecek kadar eski yapıtları (bazılarının artık tamamen ortadan kaybolduğunu bile düşünmeye başlamıştım) seyirciyle buluşturuyor. Hem de çocukluğumuzun “çekirdekli, gazozlu yazlık sinema” atmosferiyle ve ücretsiz olarak.
Örneğin sinemaseverler Fatma Girik’in ilk dönem bütün önemli filmlerini izleme şansı bulacak; “Avare Mustafa”, “Karakolda Ayna Var” “Köroğlu” “Boş Beşik” “Kanlı Nigar” “Ezo Gelin” gibi. Özellikle Necati Cumalı’nın eserinden uyarlanan “Boş Beşik” ile Türk sinemasının zamansız filmlerinden “Ezo Gelin” kesinlikle kaçırılmamalı. Komedinin en güzel örneklerinden “Kanlı Nigar” filmi de (oyuncular Kemal Sunal, Fatma Girik ve Sümer Tilmaç) Kızılay yazlık sinemada.
Filmler ulusal kültür hazinesi
KIZILAY yazlık sinemada 6 Ağustos-4 Eylül arası izlenecek filmler birer ulusal kültür hazinesi olarak korumaya alınmalı.
Çankaya Belediyesi’nin de bu yönde bir girişimi var, negatifler korunacak ve bu klasikler teker teker dijital ortama aktarılıp, yok olması önlenecek. Bu Türk sineması adına çok önemli bir çalışmadır. Gerek Yeşilçam’ın yapıtaşlarını oluşturan değerli filmleri seyirciyle buluşturanları, gerekse teknoloji desteğiyle ulusal kültür mirasının koruma altında tutulması projesini yürütenleri kutluyorum. Ben gazozumu aldım ama henüz açmıyorum, 21 Ağustos’ta orijinal hali ve Fatma Girik, Cüneyt Gökçer, Ediz Hun, Semiramis Pekkan’lı muhteşem oyuncu kadrolu Yaprak Dökümü’ne saklıyorum.
Yaz Sezonu Sürprizi: BAŞLANGIÇ
YAZ aylarında sinema salonları boş kalmadı. Ancak gösterime girenler arasında sinema adına şöyle bir sarsacak yapım da ortaya çıkamadı.
Nihayet yönetmen Christopher Nolan bu zevki yaşatacak. “Inception/Başlangıç” sadece yaz sezonunun güzel bir sürprizi değil, bence bir Matrix veya Dark City gibi modern klasikler arasına girecek kalitede bir film.
İnsanın düşlerine el atılsa ve zihinde böyle bir oynama yapılsa neler olurdu? Hatta daha da ileri giderek insanların hangi rüyayı göreceği dışarıdan müdahale ederek belirlenebilir mi? Bilinçaltı ile oynanabilir mi?
“Inception/Başlangıç” bu ve benzer sorularla dolu. Alt metni son derece ilginç, teknolojik desteğe yaslanmakla beraber, iyi sinema yapmaktan ödün vermeyen “Inception” son dönemin en önemli ve kaçırılmaması gereken filmi.
Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Marion Cotillard, Ellen Page, Jospeh Gordon-Levitt, Michael Caine, Cillian Murphy.
Değerli okurlara izin notu: Hazır “yaz dönemi” demişken yazılarıma iki haftalığına ara vermek istiyorum.
Yazının Devamını Oku 24 Temmuz 2010
YIL 1938. Amerika’nın bazı eyaletlerinde çocuk yaşta evlendirilen kızların dramı sürmekte ve yerel yasalar yetersiz kalmaktadır. İşte o sene vizyona giren bir film, konusu itibariyle tüm ülkede olay olur. Temel insan hakları bağlamında kadın-erkek eşitliği konusunu gündeme taşımakla kalmaz, geleneksel yapının kadınlara yönelik kötülüklerini de tartışılabilir konuma getirerek, ciddi yasal tedbirler alınmasına önayak olur. Burada bir ayrıntıyı atlamak olmaz: Her ne kadar bir Hollywood yapımı gibi görünse de, dedesi yaşında bir adamla evlendirilen 12 yaşındaki Jennie’yi anlatan “Çocuk Gelin/Child Bride” Amerikan hükümetinin sağladığı parasal destekle çekilmişti.
Ankara’nın kültür ve sanat ortamına anlamlı bir zenginlik katan kuruluşların başında gelen Uçan Süpürge’nin “Çocuk Gelinler” ile ilgili 54 kenti kapsayan projesini gazetemizde okurken bir yandan düşünmeye başladım. “Child Bride” sonrası, çocuk gelinler denen insanlık ayıbı üzerine acaba dünyada kaç film yapıldı? Araştırınca ortaya çıkan tablo aslında başlı başına bir haber değerinde:
Ataerkil sosyal miras
1980’de “Madencinin Kızı/Coal Miner’s Daugther” veya 1985’te “Color Purple” gibi birkaç eski örnek dışında, güncel ve çarpıcı örnekler hep Pakistan, Hindistan ve Afganistan’dan veya Yemen, Etyopya gibi Afrika ülkelerinden geliyor.
Uçan Süpürge ve Sabancı Vakfı öncülüğünde ortaklaşa yürütülen projeye kocaman bir selam öncelikle. Onlar karşılarında sadece “yıkıcı gelenekler ve ataerkil sosyal mirasın mağdurlarını” değil; aynı zamanda öz evladını bir satılık eşya niyetine kullanan, cinsellik dendiğinde muhafazakâr davranma konusunda mangalda kül bırakmayıp, 13 yaşındaki kızının evlenmesine “rıza gösteren” anne babaları bulacaklar. Daha önemlisi bütün bunların arka planını oluşturan “kadın dediğin erkekle eşit olamaz”, “eksik etek”, “sırtında sopa/karnında sıpa” gibi bir karabasan zihniyetle uğraşmak durumunda kalacaklar.
Durum sanıldığından vahim
Türkiye, bir yandan çağdaş dünyaya uyum sağlamak için çaba gösterirken, ne gariptir ki henüz birey olmanın anlam ve önemini kavramaktan uzak yaşamaya da devam ediyor. Eğer yıl 2010, Türkiye’nin şehirleri toplamı 81 iken “çocuk gelinler” projesi kapsamına alınan il sayısı 54 ise, durum sanıldığından vahim demektir. Listeyi birebir görmek daha çarpıcı, Ankara da bu trajediden muaf değil çünkü:
Ankara, Afyonkarahisar, Ağrı, Aksaray, Amasya, Ardahan, Artvin, Aydın, Balıkesir, Bilecik, Bingöl, Bitlis, Bolu, Bursa, Çankırı, Çorum, Diyarbakır, Düzce, Edirne, Elazığ, Erzincan, Eskişehir, Giresun, Gümüşhane, Hakkari, Iğdır, İzmir, Kastamonu, Kayseri, Kırıkkale, Kırklareli, Kırşehir, Kocaeli, Kütahya, Malatya, Mardin, Muş, Nevşehir, Niğde, Ordu, Osmaniye, Rize, Sakarya, Siirt, Sinop, Şırnak, Tekirdağ, Tokat, Trabzon, Tunceli, Uşak, Van, Yozgat, Zonguldak.
Yapılan araştırmalar zaten nerede durduğumuzun gayet net ifadesi. Gelişmekte olan ülkeler ağırlıklı olmak üzere dünyada 60 milyonun üzerinde çocuk gelin var. Türkiye’de bu durum üçte bir, yani kızların her üç evliliğinden biri erken. Erken ve zorla evlendirilen kızları nelerin beklediği ise görebilen gözler için öylesine dokunaklı ki kelimeler yetmez.
Şiddetle geçen bir hayat
Küçük yaşta evlenen kız çocukları vücutları tam anlamıyla olgunlaşmadan cinsel ilişkiye ve çocuk doğurmaya zorlanıyor. Elbette bu nedenle anne ve bebek ölüm oranları çok yüksek. Cinsellikten ve korunmadan habersiz, bir çocuk doğurma makinesi halinde istismar ediliyor. Okul çağında evlenip eğitimini bırakmak zorunda kalan kız çocuğunun geleceği de tamamen ipotek altına alınıyor. Her bakımdan kocasına ve onun ailesine bağımlı olan çocuk gelinlerin tüm hayatı fiziksel, duygusal, psikolojik ve cinsel şiddete maruz kalmakla geçiyor.
Türk sineması çocuk gelinler konusunda “bil ama konuşma” taktiği uygulamış. Uçan Süpürge’nin 2007’de başlattığı “Evlilik mi Evcilik mi” film öyküsü girişimi ve bir yıl sonrasında ortaya çıkan iki kısa film de olmasa, şarkılarla yakılmış ağıtlardan öte pek bir şey kalmayacaktı. “Ana beni bir çocuğa verdiler” diye erken evliliğine ağlayan türküye kulak verirken, bir de Aysel Gürel’in Ünzilesi dinlenmez mi:
“Varmadan sekizine / Ergin oldu Ünzile / Hem çocuk hem de kadın / On ikisinde ana / Bir gül gibi al ve narin.”
Ve gücünü hikayesinden alan, hiç konuşmasız yürek acıtan iki kısa film, “Nefes Al-Alma” “Beni Geri Çağır Hayat.”
O iki kısa film artık Anadolu yollarına düşüp, size-bize-hepimize “bu ayıp tüm Türkiye’nin” diyecek. Başarılar dilemekle birlikte, sivil toplum kuruluşları ve derneklerin bu konuda mesafe kaydetmeleri için siyasi otoritenin, yasa koyucuların “gözlemci” olmaktan çıkmasının en temel şart olduğunu düşünüyorum. Bizim devlet destekli “Çocuk Gelin” filmi acaba ne zaman çekilecek, gerçekten merak ediyorum.
Yıkıcı gelenekler daha fazla hayat söndürmesin
“ÇOCUK Gelinler” projesinin koordinatörlüğünü yürüten Uçan Süpürge Kadın İletişim ve Araştırma Derneği yetkilisi Selen Doğan amaçlarını şöyle özetliyor:
“Kadınların yaşamına ve haklarına dair sorunlar, yalnızca kadınların değil tüm toplumun sorunudur. Çocuk evliliklerini de içeren her türlü şiddet ve ayrımcılığa karşı mücadeleye sivil toplum kadar devlet de, devlet kadar özel sektör de, özel sektör kadar yurttaşlar da el vermelidir. Biz eylül sonuna doğru 54 ildeki faaliyetler için yola çıkacağız, cebimizde iki kısa filmimiz olacak. Hemen herkesle konuşup, anketler yapıp kentlerin çocuk evlilikleri haritasını çıkarmaya çalışacağız. Medyadan beklediğimiz çocukların hikayelerini magazinleştirmeden görünür hale getirmesi, hem de karar vericilere bu yıkıcı geleneğin daha fazla hayat söndürmemesi için elini taşın altına sokmaları yolunda baskı yapması. Kadınların bize anlatacağı tanıklık ve deneyimleri kameraya alacağız; niyetimiz bu görüntülerden bir belgesel çıkarmak. Bu konuda film çekmek isteyen yönetmenlerle bilgi paylaşımına da hazırız.”
Yazının Devamını Oku 17 Temmuz 2010
REKLAMIN iyisi kötüsü olmaz sözünü hatırlamanın tam zamanı. Kuzey Kıbrıs’ta otel açılışına gitmekten son anda vazgeçen Jennifer Lopez, Türk medyasında işgal ettiği manşetlerden kolay kolay ineceğe benzemiyor. Şanlı direnişimize rağmen (!) sadece konserini iptal etmekle yetinmedi; “B Planı” adlı filmini de bu hafta Türkiye sinema salonlarına gönderdi.
Filmden sözetmek isterdim ama keşke kayda değer bir yanı olsaydı. Bazı yorumlarda “Jennifer Lopez’in filmlerinin içinde en kötüsü” yorumları yapılmış. Oysa bu filmi gördükten sonra söylemeden edemeyeceğim: 20’nin üzerinde film çeviren, Richard Gere, Ralph Fiennes, James Caviezel gibi aktörlerle eşleşen “J. Lo”nun acaba bugüne dek oyunculuğuna ilişkin hafızalarda yeretmiş ilaç için bir tek filmi oldu mu?
Jennifer Lopez, günümüz trendlerine uygun biçimde medya ve teknolojinin desteğiyle kotarılan ses ve ışık gösterisidir. Asla tek başına değildir; sahne sanatlarında ve sinemada kendisinden çok daha başarısız olanlar elbette vardır, ancak hırsların aklın tamamen önüne geçtiği bir iklim kuşağında yaşayan dünyamızda bunların sözü bile edilmez. Playback starlar şarkıcı, aynı mimiklerle hem dram hem de komedi oynamayı başaranlar sinema yıldızı olur. Konuyu Türkiye’ye getirmeye niyetim yok, bizdeki örnekleri bilen biliyor nasıl olsa.
Hoşgörü pamuk ipliğine bağlı
Yine de konunun Türkiye boyutu bir başka şekilde var: Jennifer Lopez’in “B Planı” filmi gösterime girmeden önce yapılan kampanya sayesinde ne kadar tahammülsüz olduğumuzu kanıtladığımız için. Kuzey Kıbrıs’taki konserini iptal ettiği gerekçesiyle, Türkiye’de bazı yazarlar tarafından “J. Lo özür dileyinceye kadar filmi de gösterime girmesin, girerse de boykot edilsin” kampanyası yapıldı. Hoşgörü kriterlerinin ne denli pamuk ipliğine bağlı olduğunu gösteren bu yorumların bence en ilginçlerinden birini Haber Türk’te Rahşan Gülşan yaptı: Aynı sayfada bir yandan ?gayet haklı olarak- Diyanet’in bile interneti sansürlemesine tepki gösteriyor, hemen yanında ise kendisi “sansür” girişiminde bulunup “B Planı” gösterime girmesin diye yazıyordu.
Dahası, geçen hafta İsrail’deki bir film festivaline katılan Türk filmi acımasız dilli manşetlere konu edilip sorgulanıyordu. İnsan anlamakta zorlanıyor; sinemayı, sanatı politikaya kurban etmeyelim diye demeçler verirken, Jennifer Lopez siyasi baskılar yüzünden konseri iptal etti diye söylenirken, bizim önerdiğimiz yaklaşımın ta kendisi “oto sansür” veya “reaksiyonel denetim” olmuyor mu? Yaşasın çifte standardın dayanılmaz hafifliği!
Nihayetinde “B Planı” kötü bir film ve Jennifer Lopez bir kez daha oyunculuk dersinden sınıfta kalıyor. Konseri iptal etmesi de yanlıştı. Ancak bütün bunlar bizi hoşgörüsüz ve militan bir ruh haline geçirmek için gerekçe olmamalı.
Senden Başka ve serseri Mayınlar
ŞU sıcak yaz günlerinde güzel bir romantik komedi yürekleri ferahlatır. “Senden Başka” (It Had to Be You) iki insanın yollarının kesişmesi ve ikinci baharını yaşaması üzerine hoş bir film. Biri terkedilmişliğin hüznüyle dolu, diğeri iki çocuğuyla beraber bocalayan Thomas ve Florence’ın şirin öyküsü beyazperdeye sempatik ve sıcaklık yayıyor. Bu haftanın bir başka sürpriz dvd filmi ise Ferzan Özpetek imzalı “Serseri Mayınlar”. Aile ilişkileri ve duygusal haller üzerine söyleyecek sözü olan bir film. Hatta tipik bir Ferzan Özpetek filmi bile denebilir: Akdeniz sıcaklığını yüreğinizde hissettiren, kahkahayla güldürürken bir anda ağlatabilen.
Yazının Devamını Oku 10 Temmuz 2010
AŞKLA başlayan her ilişkinin yoluna mutlaka değişik hal ve durumlarda “ihanet” çıkar. Aşk bir şekilde sahiplenmeye dönüştüğünde, kıskançlıkla ihanetin ruhları esir alması kaçınılmaz hale geliyor. Aldatmanın gerçekte varolup olmaması farketmez; aşk-ihanet-kıskançlık sarmalı insanın aklını da kör edebilir.
Geçenlerde “bir ihanetin kirli çamaşırları” öyküsüyle gündem oluşturan ünlü çiftin birbirine yaklaşımında dikkatimi çeken bir nokta vardı. Erkek bildik kalıpları yıkmayı başardığı (en azından öyle göründüğü) ve töre adı altında dayatılan ilkelliğin sınırlarının çok dışında olduğu halde, uzlaşmaz çelişkiler içindeydi. “Beni aldatıyorsan senin bileceğin iş, haydi herkes yoluna” diyebilecek olgunluğa sahip bir erkeğin, karısının giyimine kuşamına karışmasını, spor salonuna gitmesini “erkeklerle yakın temas olur” gerekçesiyle yasaklamasını nereye koyacak, neyle açıklayacağız?
Uzun zamandan beri ne yaptığını merak ettiğim Kanadalı Atom Egoyan’ın “Büyük Hata/Chloe” filmi, insanı en çok meşgul ettiren ve aslında kesin bir sonuca bağlanması imkânsız o temel meseleye, aşk ve ihanete el atıyor. Hem de nasıl el atmak: Oyunculuklar birinci sınıf (Julianne Moore, Liam Neeson, Amanda Seyfried), sürprizli hikâyesi ise izleyenin bakış açısına göre her türlü yoruma açık.
Başarılı bir doktor olan Catherine, kocasının kendisini aldattığından kuşkulanıyor. Bu endişeyi haklı gösterecek gerekçeler de her geçen gün birbiri ardına ekleniyor. Hastalarını kabul ederken inanılmaz güçlü olan kadın, işin içine kendi hayatı, duygusallığı karıştığında yeni yetmelerin bile yapmayacağı acemilikler içinde kıvranıveriyor. Kuşkuların birbirini kovaladığı o sanal kurgu içinde iş “sadakati test etme uğruna” telekız kiralamaya kadar varıyor.
“Ararat” gibi gereksiz ve kötü bir işe imza attıktan sonra kendini toparladığı anlaşılan Egoyan sinemasının başarı sırrı burada yatıyor. Konu her türlü basmakalıp yaklaşıma açık olduğu halde, işin kolayına kaçmayıp karakterlerin ruh hallerine odaklanıyor ve biz de onlarla birlikte bir yolculuğa çıkıyoruz. Sonu ne olacak bilmeden elbette; çünkü bu yolculukta herkesin kendi içinde taşıdığı bir fazla bagaj var. Tıpkı Catherine’nin içine düştüğü durum gibi.
“Büyük Hata” aşk, kıskançlık, aldatma, ihanet, insanın kendisiyle yüzleşmesi gibi ana temalar üzerine söyleyecek sözü olan, deyim yerindeyse “boş konuşmayan” bir film. Üstelik filmdeki üç ana karakterin bizi alıp götürdüğü yerin sonunda bildik bir sinema finali de yok. Bence en iyisi herkesin bu kavramlar üzerine kendi tanımından bir sonuç çıkartması. Sahi ne dersiniz David karısını aldatıyor muydu?
Son durak 4
“SANKİ kötü birşey olacak, rüyamda gördüm” deyince hemen hayra yormaya kalkarız ya, “Son Durak/Final Destination” gerilim filminin bütün meselesi bu. Olacakları bire bir gören var ve zaten hayra yormaya zaman bile kalmadan gerçekleşiyor. Gerilim sinemasının son dönemde özellikle “Elm Sokağı Kabusu” ve “Çığlık” sonrasında çıkardığı en aklı başında akımlardan birisi “Son Durak.”
Şu anda artık bir seri filme dönüşen Son Durak’ların dördüncüsü ev sineması olarak raflarda yerini aldı. Azrail’le zamana karşı yarışın öyküsü “Son Durak/Final Destination 4” temposuyla bir aksiyon filmi adeta. Esasında ölümün nasıl gerçekleşeceğini önceden bilmek hiç hoş olmasa da, filmin genel havasına gayet iyi uyuyor. İyi bir ses sistemiyle evde izlendiğinde gerilmemek zaten olanaksız gibi birşey.
Yazının Devamını Oku 3 Temmuz 2010
ANKARA’yı bir başkente yaraşır biçimde cazibe merkezi haline getirmek gerektiği nihayet bir öncelik haline gelmiş görünüyor. Son dönemde Çankaya Belediyesi’nin “Kızılay’ın çehresini değiştirme” projesi ile Büyükşehir Belediyesi’nin festival etkinlikleri dikkat çekiyor. Bir başka deyişle “teşhis” doğru, ama acaba yapılan işler gerçekten “tedaviye” yönelik mi?
Bu soruya yanıt ararken, başkentle ilgili esaslı bir meseleyi gözardı edemeyiz: Ankara siyasetle değil de, sosyal yaşamı ve kültürel canlılığı ile cezbedici olmadığı müddetçe, her çaba yarım ve eksik, hatta atıl kalmaya mahkumdur. Samimiyetle cevap verin; Ankara’nın herhangi ciddi bir kültür etkinliğinde -mesela resim, müzik, sinema ya da sergi- uluslararası dolaşıma girdiğini hatırlıyor musunuz? Soruyu daha da basite indirgersek; bir uluslararası şöhretin Ankara’ya gelip konser verdiğini ve bu konser için başkente yurt içinden/dışından akın akın insan geldiğini hiç gördünüz mü?
“Neden bahsediyorsun” gibi soran gözlerle okuduğunuzun farkındayım. Ama daha geçenlerde Metallica veya Eric Clapton konserleri var diye İstanbul’a koşturmadık mı? Madonna ve Michael Jackson turne programına Türkiye’yi aldığında, yalnızca yurdun dört bir yanından değil, aynı zamanda yurtdışından pek çok insan sırf bu konser için İstanbul’a gelmemiş miydi?
Dünyanın önemli başkentlerinin tam tersine Ankara şu anda uluslararası sosyal/kültürel dolaşımın bir parçası da, cazibe merkezi de değil. Dünya çapındaki starlar için Fransa deyince başkent Paris, İngiltere deyince Londra demek; ama Türkiye eşittir Ankara olamadı. Bu onların değil, bizim kusurumuz. Biz hala festival adıyla sunulan panayırlardan kurtulamadık. Resim sergisi diye eş-dost eserlerini bir araya toplayıp, “kendimiz pişirip, kendimiz yedik.” Heykellerin başına gelenler zaten kara mizah konusu. Toplu nikah ve toplu sünnet törenleri arasına şarkıcı-türkücü çıkartıp playback olarak bedava dinletmek festival sayılıyorsa, söyleyecek bir şey yok. Kültür mekanları derseniz, işte en güzel örnek Atatürk Kültür Merkezi; yıllardır Karadeniz ve İç Anadolu bölgesi kentlerinin tanıtım sahnesi ve “yerel ürünler satış merkezi” olarak kullanılıyor. CSO için yeni salon bir hayal olarak kaldı. Örnekler pek çok da, köşenin yeri sınırlı...
Bir kent 24 saat yaşamıyorsa, ciddi bir kültür etkinliğine evsahipliği yapacak mekanlara sahip değilse, hepsini bırakın bir kenara, sosyal hayatı akşam saat 10 bile olmadan sıfırlanıyorsa, böyle bir yer Londra, Berlin, Paris ve diğerleri ile aynı ligde yeralabilir mi? Ne yazık ki Ankara’yı bir başkent olarak marka yapma potansiyeline sahip varolan güzellikler (Film Festivali, Müzik Festivali) aradan geçen onca yıla rağmen başta anakent olmak üzere, etkili ve yetkililerin ısrarla görmezden geldiği, sahip çıkmadığı olaylardır.
Çankaya Belediyesi’nin Karanfil Sokak’tan başlattığı altyapı yenileme ve mekan düzenleme çalışmaları elbette güzel bir adım, buna benzer başka katılımcı ve yaratıcı projeler de süratle hayata geçirilmeli. Örneğin bu kapsamda düşünülen Sanat Duvarı projesi çok iyi bir fikir ve umarım Büyükşehir’den beklenen onay da biran önce gelir.
Ankara’nın acil ihtiyacı sosyalleşmeyi teşvik edici tedbirlerdir. Büyük çaplı konser ve sanat etkinlikleri için Çağdaş Sanatlar Merkezi ve Atatürk Kültür Merkezi gibi mekanlar yeniden düzenlenip, ele alınabilir. Herşeyden önce metro ve toplu taşım araçları çalışma süresi uzatılmalı ki Ankaralılar eve kapanmaya mahkum olmadığını hissetsin. Karanfil, Yüksel ve Sakarya Caddesi gibi bölgelerdeki mekanların daha geç saatlerde kapanması sağlanabilir. Bu ve benzeri uygulamalar insanları evinden çıkaracak, kent sosyal dopingle canlanacak, bütün bunlar ekonomik bakımdan domino etkisiyle, zincirleme yarar sağlayacaktır.
Ankara’yı gerçekten her anlamda bir çağdaş başkent haline getirme ufku ve vizyonu öne çıkmazsa, korkarım her iyiniyetli çaba o yöneticinin görev süresiyle sınırlı kalmaktan kurtulamayacak. Bugüne dek olduğu gibi. Geriye ise sadece içinde bir horoz dövüşü eksik olan panayırlar ve popülizm katılıp siyasi ranta dönüştürülmüş sözde kültür-sanat etkinlikleri kalacak.
Haftanın Tek ve En İddialısı
Yazının Devamını Oku 19 Haziran 2010
AŞKIN tarifini yapmak için önce nereden baktığımızı ve hangi dönemden sözettiğimizi belirlemek gerekiyor. Vizyondaki filmlere ve ev sineması seçeneklerine bakınca eskisinden de yenisinden de bol örnek buluyorum; artık bu haftayı “aşk haftası” ilan etmek kaçınılmaz oluyor.
Colin Farrell ile gerçek hayatta da sevgilisi olan Alicja Bachleda’nın başrolünü paylaştığı “İlahların Aşkı/Ondine” imkansız diyebileceğimiz bir aşkı son derece ikna edici bir şekilde beyazperdeye taşıyor.
“En iyi aşk hayallerde yaşanandır” dercesine, hayatın problemleri karşısında yenilgiyi neredeyse kabullenmiş Syracuse’un gizemli bir kadına tutulması meselesi, aslında aşkın da ötesine geçerek masal dünyasına sığınmanın simgesine dönüşüyor. Balıkçı ağına takılan kadına aşık olma öyküsünü başka türlü izlemek yanıltıcı olabilir. Bir tarafta alkolizm problemleriyle boğuş, bir yanda özürlü çocuğunun diyalize bağlanması için gün say ve bunlar yetmiyormuş gibi annenin rahatsızlığına karşı elin kolun bağlı olsun. Syracuse’un hayatı “tek kişilik hücre mahkumu” gibi yaşamasının tek alternatifi vardı, ya gerçeklerden tümüyle kaçacak ya da hayal dünyasına sığınıp acı hayatını katlanabilir hale getirecek.
Mitolojiden gelen öykü
Aslında mitolojide varolan bir öyküden esinlenmiş Neil Jordan. Deniz tanrısı Poseydon’un kızı Ondine aşkı uğruna ölümsüzlükten vazgeçer, ancak gün gelip sevda yelleri tersinden esmeye başlayıp üstüne bir de aldatılınca sevgilisini lanetler. “Ondine” bir yanıyla bana masalsı dünyada yaşanan diğer aşkları da hatırlattı. Örneğin, Shyamalan’ın “Sudaki Kız/Lady in the Water” filminin bezgin apartman görevlisi Cleveland Heep, hergün temizlediği havuzun “bilinmeyen kanallarında” bulduğu bir kızı hayata döndürüp aşık olmamış mıydı?
Aslında “İlahların Aşkı” filmini benzersiz kılan diğer bir özelliği de görselliği. Filmin yönetmeni Neil Jordan İrlandalı ve kendi ülkesinin doğal güzelliğini filme öylesine başarılı biçimde taşıyor ki, mavi ve yeşilin ihtişamı filmin oyuncularından biri haline geliyor.
Off Karadeniz
Örnekler saymakla bitmez, ama en iyisi bu hafta benzer bir görselliği Karadeniz’e aktaran yerli film “Off Karadeniz”den de sözedelim. Haftanın tek yerli film seçeneği olan “Off Karadeniz” yeni bir yönetmen (Nur Dolay) ve pırıl pırıl bir oyuncu kadrosunun yanı sıra sıkı çevreci mesajlarıyla dikkat çekiyor. Melissa Papel “Elveda Rumeli” dizisinden anımsanabilir, ancak sevgilisi rolündeki İrfan Delibaş’ın ilk sinema filmi. Son derece eğlenceli bir sinema diliyle İzmirli Melek-Karadenizli Yunus aşkını izlerken, İzmir’den başlayıp Of ve Rize yöresine uzanıyor ve aynı zamanda kentleri sahilden koparan otoyollar, doğayı katleden barajlar ve sürgit betonlaşma içinde buluyoruz kendimizi. Karadeniz “herşeye rağmen” hala büyüleyici, ama nereye kadar sürebilir bilemiyoruz...
EV SİNEMASI
Yazının Devamını Oku 12 Haziran 2010
DIŞARIDAN bakınca herhangi bir binadan ayırt edici özelliği yok gibi. Hatta üzerinde bulunduğu caddenin Yüksel Caddesi ya da Karanfil Sokak kalabalığını anımsatan sevimli karmaşasına takılıp kalırsanız fark etmeyebilirsiniz. Oysa içeri adım attığınız anda yüzyıllık bir sanat eseri çevreliyor sizi. Ancak karşılaştırma yapmadan da duramıyorum: Bizim Akün, Ulus, Çankaya ya da Büyük Sinema bugün varolsa, onların estetiği ve heybeti, Electric sinemayı bir kalemde geçerdi.
Notting Hill semtinde bulunan Electric Sinema’dan bahsediyorum. Ankara kent olarak, mimarisine değer katan yerlerini tamamen kaybetmişken, başka başkentlerde durum nasıl merak ediyorum. Bizde “alt tarafı ticari işletme” gözüyle bakılan tarihi değer taşıyan sinema yapılar burada kar-zarar dengesini ne şekilde sağlıyor, yıkılıp yokolmaktan nasıl kurtulabiliyor sorularına yanıt bulmak üzere Londra’dayım.
Üç hafta boyunca dolu
İlk izlenim yeterince çarpıcı: Bilet gişesinde telefonlara yanıt veren görevli “maalesef doluyuz, üç hafta sonrasına yer verebilirim” diyor. Oynayan film “Robin Hood” “SATC: Sex and the City -2” gibi büyük sinema zincirlerinde gösterilenden farklı olmadığı için merakım ikiye katlanıyor. Electric Sinemanın İşletme Müdürü Jon Nathan sorularımı iki seans arasındaki boşlukta çabucak cevaplıyor:
“Burası özel bir işletme ama sinemacılık tarzı olarak Londra’da bir başka örneğimiz yok. Seyirci açısından hiçbir sorun yaşamıyoruz, neredeyse devamlı kapalı gişeyiz. Başka zincirlerle aynı filmleri oynatsak da, izleyici buradaki havayı seviyor ve tercih ediyor. Programlarımız piyasa filmleriyle sınırlı değil, gece seansıyla başlayıp sabaha kadar devam eden gösterilerimiz var, sanatseverler yoğun ilgi gösteriyor.”
Reklam değil bu sözler. Ben oradayken Stanley Kubrick toplu gösterimi vardı ve biletleri tükenmek üzereydi.
Yıkımına belediye karşı çıktı
Peki böylesine cazip bir semtteki binayı ranta kurban etme gayreti hiç mi olmadı? Nathan “olmaz mı” deyip ekliyor:
“1980’lerde, 1990’larda binanın yıkılması gündeme getirildi; ancak belediye burasını ‘İngiliz Kültür Mirası’ kapsamında korumaya aldı. 2002 yılında ise köklü bir renovasyona girişildi; ana mimariye hiç dokunmadan koltuklar değişti ve en arka bölüme bar/kafe eklendi.”
Devlet desteği?
“Sözkonusu değil, burası özel bir işletme ve kendimize yetiyoruz” diye ekliyor Jon Nathan.
Resimlerden de göreceğiniz gibi, Electric son derece rahat, ev tipi büyük koltuklara sahip. Buraya yiyeceğinizi, içeceğiniz alıp koltuğa gömülerek, evdeki kanepe konforunda film izlemek mümkün. Hem de tarih ve estetiği doyasıya soluyarak.
Bir sonraki durağım ise Londra’nın diğer ünlü sineması “Phoenix,” üstelik o da aynı Electric gibi 100 yıllık. Binaya girerken tamirat için kurulan iskeleler karşılıyor. Sinemanın iç dekorasyonu ise elbette hoş, aynı Electric gibi “art deco” üslubunun bir diğer örneği. Hayranlıkla resim çekerken, bir yandan da Ankara’nın önce kötü işletmecilik kurbanı olan, sonra da erotik filmler falan derken kaybolan sinemalarını (örneğin Sinema 70) anımsamamak elde değil. Ankara’nın göz göre göre elindekileri nasıl bozuk para gibi harcadığını düşünüp üzülüyorum.
Phoenix 90 yaşında
Phoenix sineması yetkilileri Eleni Primikiri ve Richard Crompton ile söyleşiyorum, verdikleri bilgiler “işin doğrusu nedir” kılavuzu olabilir:
“Burası sinema sanatının hakkını veren bir mekan. Festivallere evsahipliği yapıyor, normal gösterimler haricinde söyleşi, panel ve okullar için film atölye çalışmaları da düzenliyoruz. Sinemamız 1910 yılında inşa edilmiş. 2001 yılında bazı iç düzenlemeler yapıldı. Ancak binanın tepeden tırnağa kapsamlı onarımı artık şart oldu. Bu amaçla fon oluşturuyoruz, çünkü işin maliyeti 1 milyon pound gibi ciddi bir rakam. Bunun üçte ikisini bireysel ve kurumsal bağışlarla sağlamaktayız, kalanını ise resmi kanallardan alacağız.”
İşletme müdürü Paul Homer ekliyor:
“Sinema salonu yine 255 kişilik olarak kalacak, mimarisi hiç bozulmadan onarılacak ve Eylül’de perdelerimizi gururla yeniden açıp 100. yaşgünümüze özel etkinlikler düzenleyeceğiz.”
Tıpkı Electric gibi Phoenix sineması da “kültür mirası” kapsamında listelenmiş, yani yıkılması mümkün değil. Onarım için sinemaseverlerden gönüllü bağışlar adeta yağıyor, zaten gerisi için de “İngiliz Milli Piyango İdaresi” tarafından sağlanan fon imdada yetişiyor. Sözün kısası, yerel yönetimi, devleti, özel sektörü ve sinemaseveri elele vermiş, bilinçli bir şekilde kültür varlıklarına ve anılarına sahip çıkıyor. Kuşaktan kuşağa aktarılacak birikimleri yaşatmanın haklı gururunu taşıyor. Darısı başımıza diyeceğim, ama...
Yazının Devamını Oku 5 Haziran 2010
ANKARALILAR için hafıza testi yaparken mimari üslup ve değeri ile kent kültür varlığının ayrılmaz parçası olması gerektiği halde artık yok olmuş en az 10 sinema saymıştım. Kent hafızası deyince iddialı olduğumu düşünürüm, ancak okurlar sağolsun öyle detaylar ilettiler ki, bir devam yazısı kaçınılmaz oldu.
Kayıp sinemalardan sözederken Nergiz ve Menekşe’yi atladığımı veya Gençlik Parkı’nın en güzel simgelerinden olan girişteki heykellerin kaybolduğunu hatırlatanlara teşekkür ederim. Bir özel teşekkür de Ankara’nın “bilgi bankası” değerinde bir mesaj gönderen Can Bolgi’ye; verdiği bilgiler bir şehrin ranta kurban edilen kültür varlıklarıyla birlikte, nasıl anısız ve belleksiz bir hale geldiğinin belgesi niteliğinde:
“Şu anda Balıkçıoğlu Pasajı ve işmerkezi olan Sıhhiye’deki Diyanet kitapevi yanında cep telefonları satışı yapılan yer başkentin en eski sineması Ankara Sineması idi. Ahşaptan dolayı oluşan bit probleminden korunmak için tahta basamakları mazotla silinirdi; orada film izledikten sonra mazot kokusundan sarhoş gibi olurdunuz! Ankara Sineması 1988’de yıkıldı. Mimarisi, koltuk kapasitesi ve ihtişamı ile Ankara’nın bir numarası ise Büyük Sinema’ydı. Şu anda Büyük Çarşı adı altında, Kuyumcular Çarşısı olarak kullanılan pasajın üst katındaydı. Sahne üstü rölyefi, bordo kadife perdesi, antika avizesi, tavan ve duvarlarında altın varak süslemeleri, balkon bölümünde sağlı-sollu tek kişilik koltukları vardı.
Gelelim Soysal Pasajı’nın bulunduğu yerdeki Ulus Sineması’na. Altın renkli perdesinin klasik şekilde yanlara değil, yukarı doğru katlanmasıyla da meşhur Ulus Sineması, son olarak Glen Ford’un “Kuduz” filmini beş hafta oynatmış ve 1982’de perdelerini kapatmıştı.
Tunali Hilmi Caddesi’ni de unutmayalım: Abacı Apartmanı altında önce bir süpermarkete daha sonra da Marks and Spencer mağazasına dönüşen yer, esasında Lale Sinemasıydı. Bestekar sokaktan gelip Tunalı Hilmi Caddesi’ne çıkınca (eski adı Özdemir Caddesiydi) tam karşınıza düşen pasajın yerinde Yeni Ulus Sineması vardı. Biraz yukarı devam edersek, Şili Meydanı’nda görkemli avizesi ve ferah yan balkonlarıyla ünlü Çankaya Sineması’nı anmak gerekir. Hatta Cinnah Caddesi’nin başında sol kolda bir zamanların ünlü eğlence mekanı Apple Disco’nun yerinde ömrü kısa süren bir sinema daha vardı. Şu anda adını hatırlayamasam da, en son gösterilen filmi çok iyi anımsıyorum: Blue Soldiers.”
Sonuç? Sinemalara, tiyatrolara alelade binalar gözüyle baktığımızı, kültürel değerlere alternatif olarak da işhanlarını koyduğumuzu kayda geçirmenin hüzünlü hali dışında ne söylenebilir ki? Aslında bu yazı burada bitmez, önümüzdeki hafta Avrupa’da benzeri durumların “neden yaşanmadığını” benzer kent varlıklarının üzerine nasıl titrendiğini, birinci elden bilgilerle ayrıntılı anlatacağım.
Belediye Notları: Ankara/Adana
ÇANKAYA Belediyesi pankartlar hazırlamış, kayıtsız kalınamayacak bir müjdeyi veriyor:
“Bu yaz dolu dolu geçecek, Ankara 7 gün 24 saat yaşayacak.”
İçtenlikle başarılar diliyorum. Ancak sormadan da edemiyorum:
Kentin bırakın uzak yerlerini, en merkez dediğimiz Kızılay ve Bakanlıklar’ın bile saat 21’den sonra ıssız hale gelmesini, hele hele 22.30 civarı giderseniz “terkedilmiş bölgeye” dönüşmesini ne yapacağız? Bir kentin bütün meydanları ortadan kaldırılmış, sinema ve diğer kültür varlıkları süratle işhanına dönüşmüş, bulvarlar ve meydanlar dolmuş ve otobüs trafiğine terkedilmişse, 7 gün-24 saat nerede yaşayacak ve yaşatılacağız? Bunlar hep Çankaya’nın yüzünden anlamında söylemiyorum, yalnızca bu amaca nasıl ulaşılacak, bir kentli olarak merak ediyorum.
Adana’dan gelen haber ise hiç de müjde değil maalesef, olsa olsa traji-komik:
Altın Koza film festivali iptal edildi. Belediyenin gerekçesi Gazze’yle ilgili son yaşananlar. Söylenecek çok şey var ama yalnızca iki şeyi hatırlatayım:
Filistin nedeniyle iptal olan festivalin programında “Filistin sineması” bölümü vardı! Bir de açıklamadaki “bu olaylar olurken eğlenmek olmaz” lafı tam anlamıyla yürek paralayıcı. Konuyu hala daha “eğlencelik” kategorisinde görüyorsak, hiç merak etmeyin biz daha çok sinema binası yıkar ve işhanı yaparız!
Yazının Devamını Oku