Yeni iskambil

HANİDİR elime iskambil kağıdı değmedi. Evde daha jelatini bile yırtılmamış elli ikilik bir deste var ama, şimdi isteseniz hangi köşe bucağa koyduğumu çıkartamam.

Hafızamı yoklarsam, son defa kağıt oynadığım tarih çeyrek asır önceye uzanıyor.

O ‘‘cinnet yılları’’nda ‘‘adam tavlamak’’ için metazori köylü kahvelerine gider ve pişti masasında ‘‘halkımla bütünleşirdim’’ (!).

Fakat aklım valeyle kesmekte değil, karşımdakilere Marx, Lenin, Mao adlarını öğretebilmekte ve ne kadar ‘‘ezildiklerini’’ (!) onlara anlatabilmekteydi.

Neyse, bin şükür o defteri kapattım ve iskambili de çuha masanın üzerine fırlattım.

*

ASLINA bakarsanız, fi tarihinde kağıt oyunlarından hoşlanırdım.

İlkin, bayağı kopilken, Tophane kaldırımında ‘‘bul karayı, al parayı’’ tezgahı kurmuş bitirimlerin, Alageyik orospularına gitmek için yolu oraya düşmüş taşra andavullularını son kuruşlarına kadar soyup soğana çevirip; sonra da zavallıcıkları, Galata yokuşunu çıkamadan ve pörsümüş memeyi sıkamadan tıs tıs geriye göndermesine çok gülerdim.

Sonra, önce pişti, papaz kaçtı, yirmi bir; ardından biraz daha boy atınca da, ebeveynlerimin akşamları ‘‘vido’’ çektiği Bask memleketi kökenli beziği çok sever oldum.

Ergenliğe girdiğimde ise poker hevesi başladı.

Hayır, hevesin de ötesinde, gitti gider dahi gider, resmen kumarbaz kesileceğim...

Baktım ki, okuldan kaçtığım gibi soluğu Kalamış'taki kahvede alıyorum ve haylazlık arkadaşlarıma, elimdeki beş benzemezle ‘‘rest’’diyorum.

Blöfümü yiyen yok, bir, iki, üç, benim haftalık Pazartesiden başka cebe girmeye başladı.

Fakat, demek bayağı irade sahibiymişim, durdurdum!

Anladım ki ben hep aşırılıkların insanı olacağım ve masaya küçük küçük potlar atarak ve floş ruvayalle bile ‘‘rölans’’ çekerek ‘‘idare etmek’’ bana göre iş değil...

Üstelik, Dostoyevski'nin ‘‘Kumarbaz’’ını da okumuşluğum var ve ileride Suslova'ya aşık olur da, kadın beni oyun tutkumdan dolayı terk eder korkusuyla, aniden ‘‘pas’’ dedim.

Kumara ‘‘pas’’, dolayısıyla iskambile de ‘‘pas’’!

Eh, Samatyalı Semahat Hanım gibi sabahtan akşama kadar ‘‘kısmetim çıkacak mı’’ diye fal bakacak halim olmadığımdan da, dediğim gibi, çeyrek asır öncesindeki ‘‘cinnet yılları’’ piştisi ancak fasulyeden sayılır, işte o tarihten beri, muhtemelen Marco Polo'nun Çin'den bizim taraflara taşıdığı kağıt destesine ne kendim dokundum, ne de çocuklarımın dokunmasını istedim.

Fasıl kapandı ve kapanmıştır !

*

TEKRARDAN açışım, yani konuyu buraya taşımam ise bambaşka bir şeyden kaynaklanıyor.

Geçen hafta, Amerikan ordusunda sözcü o Habeşi generalin günlük basın toplantısını televizyondan naklen izliyordum ki, apoletli asker kameralara doğru bir iskambil destesi gösterip, burada, aranmakta olan Saddam ve avenesinin resimlerinin bulunduğunu ve kağıtların Koalisyon kuvvetleri mensuplarına dağıtılacağını söyleyince, beni müthiş bir gülme aldı.

Ekranın karşısında kahkahalar atıyorum ve gören olsa, mutlaka deli damgası vurur...

*

HAKSIZ mıyım yani?

Çünkü, Yeni Dünya ahalisinin her bakımdan ‘‘yaratıcı’’ (!) olduğunu biliyordum ama, doğrusu böyle bir şey aklımın kenarından ve köşesinden geçmezdi.

Düşünün ki, bu iskambil destesi dağıtıldıktan sonra, mola vakitlerinde ‘‘coni’’ler pişti çevirmekte valenin yerine Tarık Aziz'le kağıt kesmektedirler...

Yahut işi ilerletip pokere dadandılar ve Nebraska'nın uzak bir kovboy köyünden er ‘‘ful’’ü tamamlamak için, üzerinde El Sahaf sureti bulunacak kağıdı bekliyor.

Ancak onun yerine ‘‘Kimyevi Ali’’ geldi ve kendisini açıkgöz sanan ‘‘derin Amerikalı’’ buna rağmen blöf yapıyor ve karşısındakine ‘‘rest’’ çekiyor.

Oysa, diğeri New York'un Bronx kaldırımlarına büyümüş yer mi, resti restle gördüğü gibi, ‘‘muharebe primi’’ de dahil zavallı Nebraskalının maaşını kendi cebine atıveriyor.

Devriye vakti geldiğinde ise ‘‘Hummer’’ cipten atlayan diğer bir ‘‘coni’’, Şikago'nun Al Capone'u ustalığıyla kağıtları cebinden şak diye çıkartıyor ve elinde yelpaze yaptığı iskambil destesindeki suretleri, şüphelendiği bedevilerin suratıyla karşılaştırıyor...

*

VEYA, kağıtlar karaborsadan artık yerli ahaliye de ulaşmıştır.

Bizim Tophane bitirimlerinin Bağdadi versiyonları ise, erketecilerini kontrole gönderip, bombardıman enkazı üzerinde ‘‘bul Saddam'ı, al doları’’ diye, mülteci fellahları bir güzel kazıklamaktadır...

Doları tabii lafın gelişi söylüyorum, aslında geçerli akçe yağmalanmış mallardır.

Mesela, mahdum Uday'ın altın kaplama ‘‘Kalaşnikof’’ tüfengidir.

Dolayısıyla, düzelteyim, ‘‘ya seyyid’’ diye başlayan üçkağıtçı yine Halepçe'nin ‘‘kimyevi’’sini kastederek, ‘‘bul Aliş'i, al kalaşı’’ yaygarasıyla enayi toplamaktadır.

Fakaat, tüm bunlar olurken eğer Saddam'ı, Aziz'i, Sahaf'ı, Ali'si, Uday'ı ve diğer şurekasıyla bütün hergele takımı sırra kadem basar ve bir daha hiç ortalıklarda gözükmezlerse, o takdirde bu iskambil oyununun adı ne olacak ?

Tabii ki, ‘‘Saddam kaçtı’’!

Tekrar dikkatinizi çekiyorum, papaz kaçtı değil, ‘‘Saddam kaçtı’’ efendim!
Yazarın Tüm Yazıları