KOLEKTİF hafıza láfını kullanmayayım ama en azından Arap elitler, Mercidabık’ta muzaffer Yavuz Sultan Selim’in 1516’da başlayan halifeliğinden, Halep ve Musul’u terkettiğimiz 1918’e dek, aradaki dört koca yüzyılı "Osmanlı karanlığı" olarak nitelendirirler.
Başka bir deyişle, Arap İslam áleminin ilkin duraganlaşmış, sonra da gerilemiş olmasından "Türk boyunduruğu"nu sorumlu tutarlar.
Doğru değil!
* * *
HAYIR hayır, burada "doğru değil" derken hissi bir tepkiselliğe kapılıp, "ne Şam’ın şekeri, ne Arabın yálellisi" türü bir şovenizme prim vermiyorum.
Çünkü bir; büyük Arap medeniyeti gerçekten de çok köklü bir gelenekten süzülür.
İki; İmparatorluğumuzun öyle aman aman bir "irfán merkezi" olduğu söylenemez
Ancak, yukarıdaki iddia yine de doğru değil!
* * *
DEĞİL, zira Arap İslam "Rönesans"ı Mütevellike’nin Payitaht’a tutsak getirilmesinden çok önce zaten sona ermişti. En azından, hanidir iniş trendine geçmişti.
Bunu illá bir "viraj"la saptamak istiyorsak da 12. Yüzyıla çıkmamız gerekir.
Sonradan şüpheye düşse bile, Gazali’nin düşünceyi prangayı vurduğu "Tahafût el Falasifa" (Filozofların Aymazlığı) kitabı bir kilometre taşıdır. Bir tornistan komutudur.
Felsefe aforoz edildiği andan itibaren, artık ne mümkün, "aydınlık" içeri giremez!
Dolayısıyla da, Arap duraganlığından ve gerilemesinden Memlûk, Türk, Moğol veya Osmanlı "karanlık"ı (!) değil, etnisitelerden bağımsız bir "zihniyet karanlık"ı sorumludur.
Hattá ters yönden denilebilir ki, "Arabilik" İslam alemi içinde motor rol oynağından, o "Arabilik"in patinaja uğramış olması söz konusu álemi de bir bütün olarak duraklatmıştır.
* * *
ANCAK yine de, Arapların Türklere karşı kuyruk acısı duymasını anlamak gerekiyor.
Çünkü, her ne kadar dört yüzyıllık İmparatorluk dönemi geleneksel kolonyal ilişkilere benzemiyor olsa bile, o ilişkiler son tahlilde "hakimiyet" temeli üzerine oturuyordu. Kur’an’ın dili ve Peygamber’in kavmi olduğu için ayrıcalık tanısa dahi, Dersaadet’teki "hükümrán" artık Arap değildi ve kendisini Arap hissetmiyordu.
Buradaki ilginç yanı ise, Arap milliyetçiğinin Sámi etnisiteyle hiç ilgisi bulunmayan ve Napolyon seferinden "ilham alan" Arnavut kökenli Mısır valimiz Kavalalı Mehmet Ali Paşa tarafından başlatılmış olması oluşturur. O andan itibaren de sekülerleşme devreye girer.
Zaten aynı süreç sonraki dönemde de işlemiş Arap modernleşmesine tohum atmıştır.
* * *
NİTEKİM, "Müslüman protestanlık" çağrıştıran Muhammed Abduh’tan, Kahire’den Suriye’ye kayan yeni yurtsever elitlere, ikinci bir Arap "rönesansı" arzulayan "aydın sınıf",laik bakış açısını şimdiki "İslamcılar"ın (!) dudağını uçuklatacak cesaretle sahiplendi.
Ve inkárı yok, "Jön Türkler"e koşut biçimde ilerleyen 20. Yüzyıl pan-Arabizminden Mişel Eflák’ın Baas ideolojisine, güneyimizdeki ulus, "sorumluluk"unu (!) káh Moğollara, káh Osmanlılara, káh İngilizlere yıktığı "karanlık"tan çıkabilmek için büyük çaba harcadı.
Pekii, çıkabildi mi? Aydınlığa kavuşabildi mi?
Suudi’deki kahredicilikten Filistin’deki iç savaşa, manzara ortada, heyhat ki hayır!
Bunun nedeni ise "karanlık"tan daima "öteki"ni sorumlu tutmak dürtüsünde yatıyor.
Artı, sırf Arapların değil hemen tüm İslam toplumlarının ortak özelliğini oluşturuyor.
Ve, felsefeyi "aymaz" addeden dogmatik zihin silsilesinin köküne balta indirilmediği; dalları yolunup budanmadığı müddetçe de, ufukta yakamozlu bir "aydınlık" gözükmüyor.