Yok yok, zira eminim ki, eğer yanımda şu ihtiyar, çirkin ve şişko kadıncağız yerine "kırmızı ojeli Maskara Hanım"ım oturuyor olsaydı, o gerçek bambaşka olacaktı.
HAYIR efendim, karşımda "kırmızı ojeli Maskara Hanım"ı bulmadım. En önce bunu açıklamak ihtiyacını duymam ise şundan kaynaklanıyor:
Pek çok okuyucu bendenize, yani "sanal álem"in "chat meydanı"na Danimarkalı filozof "Kierkegaard"ın adıyla çıkmış bu satırların yazarına elektronik posta yağdırdı.
Sanki müneccimbaşıymış gibi de, sonuna gelmediği tefrikaya noktayı koyuverdiler.
Dediler ki, "Bizi enayi mi sanıyorsun? Şimdi buluşmaya gittiğin ve ekranda kendisini ’ihtiyar, çirkin ve şişko’ diye tarif etmiş şu ’H.Arendt’ rumuzlu üniversite profesörü aslında senin abayı yakmış olduğun o sonsuz cazibeli ’Maskara Hanım’dır".
Buyrun bakalın, ne münasebet!
*
EVET ne münasebet ve keşke dediğiniz gibi olsaydı.
Zaten itiraf edeyim ki, ben dahi bir an bunu düşünmekten kendimi alamadım.
Randevu mıntıkasına belki de "ihtiyar, çirkin ve şişko" taşra felsefecisine değil, hanidir bana gizem arkasında "ilán-ı aşk" (!) etmekte olan "Maskara"cığıma kavuşacağım.
Çehresi ve bedeni de "chat profil"inde sergilediği ayak fotoğrafı kadar harikuládedir.
Aniden kollarıma atlayacak ve sonsuz estetik parmaklarını saçlarımın arasında gezdirerek, "Sevgilim, biliyorum seni çok beklettim. Ama işte nihayet, icát ettiğim başka bir kimliğin arkasına saklanarak sana gelmek cesaretini gösterdim" diyecek.
Ah ne mutluyum, ah ne mutluyuz ve yaşasın "sanal álem" ki, işte gerçeği de bizimdir.
Eh, fakirin ekmeği umut, hadi ye "Kierkegaard", ye!
*
NEYSE, zar zor yer bulup otomobili park ettim ve buluşma noktasına yürüdüm.
Ve, uzaktan; epey epey uzaktan ve onca kalabalık arasında "H.Arendt"i tanıdım.
İnkár etmek için kör olmak gerekir, evet, "ihtiyar"dı; "çirkin"di; "şişko"ydu!
Üstelik, açıkçası, hadi "ihtiyarlık" boyutunu geçeyim ama, şöyle böyle değil, gerçekten de "çirkin"dive gerçekten de "şişko"ydu.
Eh, yiğitliğe bok sürdüremem ve şimdi tornistan edip tam istim kaçacak değilim!
Adımlarım geri gitse bile, "chat uğruna" başa gelen çekilir kaderciliğiyle felsefese profesörünün yanına ulaştım ve "hanımefendi, bendeniz buradayım" dedim.
*
DAHA anında, ikimizin de derhal sezinlediği çok gerilimli ve elektrikli bir rüzgar esti.
Fakat, yine ikimiz de renk vermedik ve cadde ortasında, "memnun oldum"lu, "zahmet ettiniz"li, "rica ederim"li sahte bir tanışma faslına giriştik.
Sonra da, damağında kopasıca dilim demin gaflete düşüp telefonda söz vermiş olduğu için tekrar metazori, "uçağınıza götüreyim, yolda ve havaalanında konuşuruz" dedim.
Taksi parası mı yoktur nedir, bu defa hiç mırın kırın etmedi.
"Kierkegaard" şimdi bütün "centilmenlik"iyle (!) onun tekerlekli valizini kaldırımda takır tukur otomobile doğru çekmektedir ki, hiddetinden olacak, koşar adım ilerliyor.
"H.Arendt" hanım ise oflaya puflaya arkadan yetişmeye çalışıyor.
*
BAGAJ, kapı, buyrun, kontak falan, şimdi de hışımla havaalanına uçuyorum.
Hoş, gerçekten uçsam ne olacak?
Aksine, alana ne kadar erken götürürsem, orada onunla o kadar çok kalacağım.
Zaten, yol boyu "seyahat nasıl geçti"; "şu ’chat’ da amma tesadüf yaratıyormuş"; yahut "arabayı pek hızlı kullanıyorsunuz"un dışında hiçbir diyalog kuramıyoruz.
Sanki, Martin Heidegger’infelsefesinde de nazi tohumların bulunup bulunmadığı; veya İbn Rüşd’ün Aristo yorumunda "hakikát"in işlenip işlenmediği konularında derin "chatlaşmalar"a girişip, bazen ekran önünde birbirlerini yemiş olan iki insan biz değiliz!
Demek "sanallık" bir yerde istop ediyor ve gerçek dayattı mıydı, akan sular duruyor.
Yok yok, zira eminim ki, eğer yanımda şu "ihtiyar, çirkin ve şişko" kadıncağız yerine "kırmızı ojeli Maskara Hanım"ım oturuyor olsaydı, o gerçek bambaşka olacaktı.
Kabul, dayanamayıp, direksiyon tutarken onun orasını burasını kurcalayacağımdan belki kaza yapmak ihtimalim artabilirdi ama, son uçağı da kaçırması için otomobili kağnıdan bile yavaş kullanacağımdan, böyle bir kaza sinek kanadını bile incitmezdi.
*
NEYSE, zoraki refakatçim tabii ki uçağını kaçırmadı. Zaten de, maazallah eğer böyle bir şey vukû bulmuş olsaydı, onu kiralık jetle postalamak için olmayan servetimi dökerdim.
Tekrar neyse, parkingde yer bulması; yeniden o meret valizi çekmesi; hatuncağızın alı al, moru mor "çeking" yapması falan, havaalanındaki bir kafeteryaya doğru revan olduk.
Masaya oturduk, garsona içeceğimizi söyledik ve daha çok vakit bulunmasına rağmen yine de gözüm saatte ve kulağım anonsta, eh, bakışıyoruz.
Asla çağdaş olmamalarına rağmen "sanallık"ın yüzü suyu hürmetine artık aynı dönemde yaşamak zorunda kalan şu Danimarkalı filozof Sören Kierkegaard ve şu Alman meslektaşı Hannah Arendt, işte bir havaalanı köşesinde karşılıklı bakışıyorlar.
Bırakın "kumruluk"un kıyısından köşesinden geçmeyi, hariçten göz atan bir kimse akbaba - baykuş meydan okumasından söz edebilir.
Sükût, sükût, sükût!
Şuraya veya buraya kalkan uçakların anonsu dışında, bitmeyen bir sessizlik!
*
SONRA, "H.Arendt" rumuzlu "ihtiyar, çirkin ve şişko" profesör hanım o sessizliği birden bozdu ki, "chat tefrika"mın da nihayetini getirecek "söz"ü haftaya bırakıyorum.