Şu farkla ki, karşıda akan su bu defa Boğaz değil Hudson Nehri’dir.
Ötede ise
Yahya Kemal’in
"fakir Üsküdar"ı yerine New Jersey’in silueti gözüküyor
İşte, ilk ve tek Nobel ödüllü Türk yazar şimdilik burada ikámet ediyor.
NEW YORK - CİHANGİR DAİRESİKABUL, ufak salonu; iki, háttá bir buçuk minik odası ve açık mutfağıyla satıh Cihangir’dekinden daha küçük ve ortam daha mütevazıdır.
Olsun, burası İstanbul yazarının
"New York’taki İstanbul" izdüşümünü yansıtıyor.
Ve yine kabul, Tophane’ye bakan cüsseli de kütüphane yok! Çalışma masası da yeni!
Fakat,
Dostovyevski’nin aynı fotoğrafı işte aynı yere raptiyelenmiş değil mi?
Etrafta da aynı bohem derbederlik, aynı sevecen bekárlık hüküm sürmüyor mu?
Ama cigara tablası var ve o kaville söz kestiğimizden, küllüğü aramadan buluyor.
Sonra da,
Orhan Pamuk su kaynatıp bana çay yapıyor.
NOBEL’LİNİN PİŞİRDİĞİ ÇAY
AMAN efendim aman, hayatımda
ilk ve çok muhtemelen de son defa Nobel ödüllü birisi tarafından pişirilmiş çay içiyorum. Keyfime diyecektir yoktur. Forsum yerindedir.
Zaten, New York sokaklarını beraber arşınlarken, gizlenmek için giydiği kaskete rağmen elálem dönüp dönüp
"hışt Pamuk" diye birbirine dirsek attığında; yukarı Broadway üstündeki
"Le Monde" lokantasının sırf müşterileri değil garsonları da hayranlık gülücükleri yağdırdığında; yahut, girdiğimiz kitapçıda tesadüfen rastlaştığımız Almanyalı genç Türk kızından, en öndeki tezgáhta onun yığın yığın ciltlerini kapışmakta olan okurlar
"lütfen imza" diye yanımıza geldiğinde, forsum yine pek bir yerindedir!
Eh,
"komşuda pişer, bana da düşer" misáli, Nobel’li bir yazarla boy göstermek refakatçinin de
"koltuk kabartması" demektir ki, doğrusu benimkiler şişim şişim şişti.
BROADWAY’DE HAYRANLARA İMZA
BERABER sokak arşınladık dedim ya, aslında bunu Manhattan’ın meşhur yerleri falan diye değil, Columbia Üniversitesi civarı olarak algılayın.
Artı,
Pamuk’un bu civarda daha önce zaten üç yıl yaşamış olduğunu da unutmayın.
Dolayısıyla, yukarıda sözünü ettiğim
"New York - Cihangir" dairesinden çıkıp, beş yıllık kontrat uyarınca üç aydan beri edebiyat ve karşılaştırmalı uygarlık seminerlerine katıldığı o üniversiteye her sabah on iki dakikada yürürken, kendi deyişiyle
"Nişantaşı’yla birlikte en iyi bildiği semt"i tekrar tekrar katetmiş oluyor.
Burada
Alaattin’in o
"yok yok dükkánı" yok ama, bekár işi ve tıpkı benim gibi, gömlekleri verdiği kolacı; eşyaları aldığı Azeri mobilyacı ve bilhassa, hatırladığı geçmiş var.
O geçmiş ki, yirmi yıl öncesinin
"büyük yazarlık" hayallerine ve bütün arkadaşlar saza caza giderken, kendisinin üniversite kütüphanesine kapanmasına uzanıyor.
Mazideki
"meçhul meşhur" işte şimdi, ders verdiği aynı Üniversite’de ayakta alkışlanarak karşılanan ve aynı sokaklarda, aynı caddelerde, aynı kahvelerde parmakla gösterilip, beraber fotoğraf çektirtilebilmek için sıraya girilen aynı
Orhan Pamuk’tur!
30 KASIM’DA İSTANBUL’DA
AMA sayılı günler, bu ayın 30’unda dönüyor. Haftaya bugün, ver elini İstanbul!
Nobel açıklamasındaki ifadeyle, ver elini
"melankolisini yansıttığı şehir"!
Ama
Pamuk aidiyetini taşıdığı kente ilkin ancak şöyle bir
"ce" diyebilecek.
Çünkü, yine yolcudur Abbas, kızı
Rüya’yla birlikte Stockholm’e gidip 7 Aralık’ta dünyanın en önemli ödülünü alacak ki, İsveç Kralı’nın sağ köşesindeki yeri hazırdır.
Ve ardından da, pratik
"gaile"ler bir yana, bir yıl sonraki sömestre kadar artık New Jersey’e değil, yine bildik ve yine dost Üsküdar’a bakacak.
YAZMAK, YAZMAK İSTİYORUMHEMEN ekleyeyim,
"gaile" kelimesini
Orhan Pamuk’a mal etmeyin, ben kullandım.
Tamam,
"yerinde olmak istemezdim" türünden ahmakça bir láf yumurtlamıyorum.
Ama, tüm yaratıcılardaki gibi
Pamuk’ta da her zaman mevcut olmuş olan ve olması gereken huzursuzluğa bir de bizzat gördüğüm ve kendisini bunaltan
"işi başından aşmışlık" eklenince, Nişantaşlı yazara
"Allah kolaylık versin" demekten kendimi alamıyorum.
Daha doğrusu,
"Allah kalemine zaman versin" demekten kendimi alamıyorum.
Zira, Nobel’i aşacak maddi zirve kalmasa bile, olgunluk çağındaki romancının edebi olarak ulaşacağı, yani yeni
"Kara Kitap"lar üreteceği daha öylesine çok zirveler var ki!
Nitekim, ton balığı ızgaralı hamburgerlerimizi kemál-i afiyetle atıştırırken
"şu işler bir bitsin, yazmaktan, yazmaktan ve yazmaktan başka bir şey istemiyorum" demedi mi?
Dolayısıyla bana sorarsanız, sırf bu
"yazmak hırsı" bile
Orhan Pamuk’u ve kazanmış olduğu büyük ödülü illá
"siyasileştirmeye" (!) kalkışan iddiaları çürütmeye yetiyor.
NETAMELİ KONULARA GİRDİMZATEN dikkatinizi çekmiştir, buraya kadar yazdıklarımda o
"siyasileştirme"ye; yani kendisini çok rahatsız eden
"Ermeni demeci" türünden
"netámeli konular"a hiç girmedim.
Fakat, Nobel’den sonra
Pamuk’la mülakát gerçekleştiren ilk Türk gazeteci olarak tabii ki şeytanın avukatlığını yapmak ve bu
"netámeli konulara" da girmek zorundaydım.
Nitekim, röportajın bugünkü kısmında okuyacağınız gibi de girdim, háttá üsteledim.
Ve, şimdilik ben söyleyeceğimi,
Orhan Pamuk ise
Gündem sayfasındaki röportajda yer alan sorulara vermek istediği ölçü ve derecedeki cevapları dile getirdiğinden, bunların yorumunu size bırakıyorum.
Pamuk’un Hudson Nehri’ne bakan dairesi. Cihangir’dekinden daha küçük ve ortam daha mütevazı. Olsun, burası İstanbul yazarının
"New York’taki İstanbul" izdüşümünü yansıtıyor. Tophane’ye bakan cüsseli kütüphane yok! Çalışma masası da yeni! Fakat,
Dostovyevski’nin aynı fotoğrafı işte aynı yere raptiyelenmiş değil mi? Etrafta da aynı bohem derbederlik, aynı sevecen bekárlık hüküm sürmüyor mu?