LİBYA’daki yurttaşlarımızın tahliyesi mükemmele yakın bir biçimde gerçekleştirildi.
Az buz bir rakamdan söz etmiyoruz. İki pırpır uçağa sığdırılacak insan getirmedik. Şu kadar bin kişiyi denizin ötesinden ve çölün rıhtımından uzak bir yakaya taşıdık. Üstelik de çok kısa süre içinde yaptık ki her babayiğidin üstesinden geleceği iş değildi. Operasyonel bir altyapı, dakik bir eşgüdüm, bilhassa da siyasi bir irade gerektiriyordu. Unsurlardan birinin eksik olması durumunda kaçınılmaz olarak tevekküle sığınacaktık. Bingazi’de, Tobruk’da, Trablus’da hâlâ ecel terleri dökecek olan vatandaşlarımız için “salimen bir dönsünler, kurban adadım” diye kaygılanmayı sürdürmeye devam edecektik.
BU takdirde en önce, o iradeyi beyan eden iktidara, o eşgüdümü sağlayan sivil ve askeri otoriteye ve o altyapıyı sunan ve yöneten kurum ve personele şükran borçluyuz. Eğer “partizan ve fanatik” bir muhalif değilsek böyle bir teşekkürle yükümlüyüz. Nitekim de yabancı basın Ankara’nın tahliye harekâtını “imrenilecek beceri” diye tanımladı ve kendi lakayt hükümetlerini topa tutarak Türkiye’yi örnek gösterdi.
İMDİİ, bu “imrenilecek beceri” asla bir milliyetçi olarak değil ama su katılmamış bir yurtsever olarak benim sırf “kavmî gurur” (!) içgüdümü kabartmakla kalmıyor. Aynı zamanda da ülkemin nerelerden nereye gelmiş olduğuna dair delil sunuyor. Çünkü şunu asla unutmayalım: Yukarıda “tahliye” diye tanımladığımız şey aslında tüm tarihimiz, en azından yakın tarihimiz boyunca bizim kaderimizle bütünleşmiştir. “Tahliye ettiklerimiz” ise Libya’daki gibi dış ülkelerde yaşayanlardan oluşmamıştır. Öz be öz kendi yurtlarını terketmek zorunda kalan Türk - Osmanlı tebaayı kapsamıştır. Ama burada “tahliye” deyimini kullanmak fazla iyimser oluyor. Çok abartılı kaçıyor. Zira bu kelime en azından asgari bir düzen, organizasyon ve planlama çağrıştırır. Oysa hangi düzenden, hangi organizasyondan ve hangi planlamadan bahsediyoruz?
HADİ, meslekten askerlerin acısını yansıttığı için Belgrad düştüğünde “Belgrad’dan çıktım beş idi / Kurân’ımla Martin’im eş idi” veya Plevne muharebesi bittiğinde “Düşman Tuna’yı atladı / Karakolları yokladı” diyen hazin ricat türkü ve marşlarını geçelim. Peki de onların gerisindeki yüzbinlerce, milyonlarca sivili nasıl unuturuz? Bırakın devletin Bosna’dan tren yahut Köstence’den vapur tahsis etmesini! O devlet ki sıfatı gayet pohpohlu bir “Âliyye”ydi ama “tahliye” yeteneği sıfırdı!
EVET sıfırdı ve düşünün ki yaylı arabayla bile değil, öküz kağnısıyla bile değil, hatta eşek eğriyle bile değil, ta aynı Belgrad Sava’sının, ta aynı Plevne Tuna’sının, ta aynı Bosna Drina’sının kıyısından itibaren yüzlerce fersah yürüyerek yarı aç - yarı tok; yarı sefil ? yarı pejmürde; yarı sağ ? yarı ölü Çatalca’ya, Yeşilköy’e, Çekmece’ye ulaşabilen Evlâd-ı Fatihan ’ına bir kâse sıcak çorba ve bir tane Hilâl-i Ahmer çadırı dahi verebilecek güçten yoksundu. Rumeli, Kafkas ve Adalar ahalisi 93 Harbi’nde, Girit isyanında, Balkan hezimetinde Trakya ve Anadolu’ya akarken; kıtlık ve hastalıktan kırılırken söz konusu “Devlet-i Âliyye” nin ne imdat konvoyu yetiştirecek, ne aş ocağı kaynatacak, ne de yara saracak mecali vardı. Evet evet, kısmen 1923 Mübadele’si hariç tutarsak yakın tarihimizde biz hiç “tahliye operasyonu” gerçekleştiremedik ve daima, olsa olsa “tahliye bozgunları”na uğradık.
KABUL, yukarıdakilerle kıyaslanmayacak ölçekte ama yine de bugün neredeyiz? Bugün denizaşırı tahliyelerde dahi “imrendirecek beceri” gösteren bir yerdeyiz. Öyle az buz ve küçümsenecek şey değil, 93 Harbi muhacirlerinin torunları farkındadır!