ALLAH yazdıysa bozsun tabii ki Marksist değilim ama, en azından bir defalığına, Trier’li sakallı tarafından çizilmiş olan teorik şemanın pratikte de ispatlanmasını çok isterdim.
Eh, o "Das Kapital" başlıklı alláme-i cihán eseri de döktürmüş olan Karl Marx değil miydi ki, tüm "kitabiyát"ını, "alt yapını"nın "üst yapıyı" belirlediği tezi üzerine oturtmuştu.
"İktisadi hükümran"ların daima "siyasi hükümran" olduğunu vurgulamıştı.
Sloganlaştırarak söylersem, "kim ki sermayedardır, o iktidardır" demişti.
Ve, ah keşke yukarıdaki tahlil doğru çıksaydı da, hazretin Londra’daki mezarı başında evliya niyetine mum dikip, ruhuna dua okuyabilseydim.
Çünkü bu takdirde, Türkiye de çoktandır ve çoktandır feraha çıkmış olacaktı.
* * *
ÖYLE, zira bizim ülkemizde "kim ki sermayedardır, o iktidardır" diyebilir miyiz?
Çok, çok şükür, artık iyiden iyiye palazlanmış modern bir kapitalist devlet olan Türkiye’de, "iktisadi hükümrán"ların "siyasi hükümrán" olduğunu iddia edebilir miyiz?
O modern kapitalizmin "itici gücü" durumundaki liberal burjuvazinin, şu an ekonomik alanda sahip olduğu ağırlığı politik alana tahvil edebildiğini öne sürebilir miyiz?
Hayır, hayır, hayır!
İster "nev-i şahsına münhasırdır" diyerek Türkiye’yi istisnai kategoriye koyun; isterseniz de benim gibi Marksist teorilerin en baştan çuvalladığını söyleyin, öz değişmez.
Çünkü, dün olduğu gibi bugün de Ankara’yı "iktisadi sınıf" yönetmiyor.
Ankara’yı, geniş ve kapsayıcı tanımıyla "bürokratik sınıf" yönetiyor.
Zaten, başkentle İstanbul arasındaki "sınıfsal çelişki"nin özü buradan kaynaklanıyor.
* * *
EVET buradan kaynaklanıyor, zira yedi tepeli ve yetmiş yedi gökdelenli metropol Türkiye’deki "üretici güçler"in; dolayısıyla da modern kapitalizmin tartışılmaz başkentidir.
Zaten, önceki hafta yayınlanan defterdarlık rakamları ortada ve dile kolay, şehrimiz tüm ülke bütçesinin üçte birini ve vergi gelirlerinin de yüzde 41’ini sağlıyor.
Oysa, böylesine dev bir "iktisadi hükümranlık" mekánı olan İstanbul maddi olarak olukla akıttığının karşılığını manen kaşıkla bile alamıyor. "Siyasi hükümranlık" edinemiyor.
Ankara’daki "bürokratik sınıf",kapitalizm öncesi Cumhuriyet döneminde kazanmış olduğu ayrıcalıkları sıkı sıkıya korumak için metropoldeki "ekonomik sınıf"a karşı direniyor.
Tüketen üretene; sermaye yutan sermaye yaratana; riziko almayan rizikoya girene, o üreticiliğe, o yaratıcılığa, o gözü pekliğe koşut bir "iktidar payı" vermeyi reddediyor.
Bu tahakkümünü sürdürebilmek için de, İstanbul’da dikiş tutturamayan "nasyonal cumhuriyetçi" emekli elçileri orada "stratejist" (!) ilán etmekten, "küçük" meczûplar vasıtasıyla "Sabetayist köken avı" (!) düzenlemeye, bitmişten ve tükenmişten medet umuyor.
Háttá, eti budu belli ticaret hacmine rağmen işi öyle traji-komik raddeye vardırıyor ki, evrensel sermayedarlığın tüm kurallarına lánet okuyan ve "ulusalcı" (!) safsata tekrarlayan "ATO" gibi bir "sarı sermaye" kurumcağızını "kapitalist" (!) yutturmaya kalkışıyor.
* * *
O halde, tahlilinde tümüyle çuvallamış olsa bile Karl Marx şu açıdan haklıdır:
Evet, Ankara-İstanbul çelişkisi öz itibariyle bir "sınıf çelişkisi"dir!
Geri üretim ilişkilerini, dolayısıyla ideolojik açıdan "statüko zaptiyeliği"ni üstlenen başkent, kapitalist dinamiklerin metropolüne; yani liberal burjuva demokrasisine direniyor.
Ona, "iktisadi hükümranlık"a koşut bir "siyasi hükümranlık" vermeyi reddediyor.
Bir bakıma, kendi "sınıf çıkarları"nı ve kendi "ekmek teknesi"ni koruyor.
Yeniyi istemiyor, çünkü "armut piş, ağzıma düş"ün ancak eskiyle süreceğini biliyor.
Ve, keşke Marx yanılmasaydı da "iktisadi iktidar, eşittir siyasi iktidar" olabilseydi.