GÖNLÜM, háttá mantığım esas itibariyle "evet"e meylediyor olsa dahi, Türkiye’nin Lübnan’a asker göndermesi konusunda hálá "acaba mı" sorusunu sormaya devam ediyorum.
Ancak dikkat, benim bu şüphem herhangi bir partizan yaklaşımdan kaynaklanmıyor.
Yani, onlarla mevcut kesin ayırım çizgisini çok net biçimde çizmek gerekiyor ki, ben, káh "laikçi" (!) láfazanlıkla, káh "dindar" (!) borazanlıkla ikiz komplo teorisi üreten her boy ve her soydan "ulusalcı"nın ortak ağızdan üfürdüğü "tez"lere (!) kapik değer biçmiyorum.
Efendicağızıma, "BM gücüne katılmak ABD emperyalizminin ve İsrail siyonizminin kumpasına gelerek ’Yeni Ortadoğu’ projesine maşalık etmek" olacakmış.
Fesüphanallah, böyle şeyler beni ancak güldürür ve de güldürüyor.
***
ÖYLE, çünküinsaf buyurun, son dört haftanın gelişmelerini hep beraber izledik mi?
Ateşkesi mümkün mertebe ertelemeye çalışan ve barış gücüne taş koyan tarafın İsrail ve onun "ağababası" ABD olduğunu kendi gözlerimizle görmedik mi?
Bunların her ikisi de ancak neden sonra ve hem uluslararası camianın tepkisi, hem de Davudi yıldızlı ordunun bocalaması karşısında, kerhen "he" demek zorunda kalmadılar mı?
Artı, BM’ye duyduğu marazi alerji malûmken ve de sanki başka imkánı yokmuş gibi, "tek süper güç" Ortadoğu’yu şekillendirmek ve "ulusalcı" komplo zevatının bol keseden attığı gibi, İran ve Suriye’ye saldırmak için New York örgütünü kalkan diye kullanacak!
Tekrar insaf ki, akıl var, yakıl var ve hezeyan uydurmada da bir sınır var!
Üstelik, sorarım, Güvenlik Konseyi’nin benimsediği ve "kolluk kuvveti"nin manevra marjını önemli ölçüde sınırlayan 1701 sayılı karar, içeriği büyük oranda boşaltmadı mı?
***
İŞTE, prensipteki "evet"ime rağmen Türkiye’nin Lübnan’a asker göndermesine ilişkin olarak benim kafamı kurcalayan soru da zaten tam bu noktadan kaynaklanıyor.
"Emperyalizme ve siyonizmine maşa olmak" türü zırva "öngörüler"den (!) değil!
İlter Türkmen Usta cumartesi günü enine boyuna açıkladığından burada tekrar ayrıntısına girmeyeceğim.
Ama, hem Güvenlik Konseyi barış gücünün misyonunu kesin belirleyemediğinden; hem de, yine Türkmen’in Sedir Ülkesi’ne ilişkin olarak kullandığı ve tümüyle nesnelliği saptayan "statükonun bütün temel unsurlarıyla birlikte yaşamak gerekecek" öngörüsü çok ciddi rizikolara gebe olduğundan, "acaba mı" demekten kendimi alamıyorum.
Başka bir deyişle, farklı boyutta da olsa daha önce vuku bulduğu gibi, BM kuvvetinin batağa saplanması veya acilen tası tarağı toplaması ihtimallerini düşünüyorum.
Düşünmek istemesem bile, gerçekler inatçıdır, yine de düşünüyorum.
***
ANCAK diğer taraftan da, gerçekler yine inatçıdır, tabii ki şunu da düşünüyorum.
Láfla peynir gemisi yürümediğinden ve barış "kahrolsun-yaşasın" edebiyatıyla sağlanmadığından, riziko miziko, birilerinin elini taşın altına sokması gerekiyor.
Bosna’da, Kosova’da, Kongo’da olduğu gibi, kavga edenleri ayıracak ve mecburiyet doğarsa da saldırganın tepesine bindirecek bir "uluslararası zaptiye" zorunluluk oluşturuyor.
Yoksa, ahlák ve vicdan nedir ki? Yoksa, sorumluluktan dem vurulabilir mi?
Hele hele, bir yandan "mazlum Lübnan halkının çektiği acılar" diye feryat figan eden; fakat öte yandan, o acıları az biraz dindirebilecek somut girişimler gündeme geldiğinde "ABD emperyalizminin ve İsrail siyonizminin oyununa gelmeyelim" diye mangalda kül bırakmayanlar o "ahlak", o "vicdan" ve o "sorumluluk" láfını ağzına alabilir mi?
Cevabı size bırakıyorum ve ben iki inatçı gerçek arasında bocaladığımdan, BM gücüne katılım konusunda hálá ne kesin bir "evet", ne de kesin bir "hayır" diyebiliyorum.