BU satırların yazarı Kadıköy’deki "Sen Jozef Fransız Erkek Lisesi" Hazırlık 1. B sınıfına 1962 Eylûl ayında adımını attığı gün, Voltaire lisanının "V"sini dahi bilmiyordu.
Zaten, belki bir kaç Levanten ve Musevi arkadaşımız dışında hiç kimse de bilmiyordu.
Ama üç ay sonra, 1963 yılbaşısından itibaren teneffüste bile Fransevi konuşur olduk.
Daha doğrusu, kafa göz yararak da olsa merámımızı söz konusu dille ifade ediyorduk.
Mecburduk, zira Türkçe kesinkes yasaklandı. Tek kelimesi için dahi biber sürülüyor. Yani demek istiyorum ki, yasak göstermelik değildi ve "cezai müeyyide" içeriyordu.
* * *
DAHA önce sınıfın en çalışkanlarına dağıtılmış olan ve "sinyal" denilen üç adet küçük tahta parçası, onlar tarafından, teneffüs başlangıcında ilk Türkçe konuşana verilirdi.
Bunu metazori alıp cebinde gizleyen öğrenci de pusuda bekler ve Dede Korkut lisánından láf işitir işitmez, söz konusu "sinyal"i tekrar yeni "suçlu"ya aktarırdı.
Çiş, kantin, oyun falan, bu "mim" mola nihayetine dek tüm avluyu elden ele gezerdi.
Ve, "Aziz Birader" teneffüs bitiş kampanasını çaldığı an o üç "işaret" parçası en son hangi öğrencilerde kalmışssa, hadi buyursunlar bakalım cumartesi cezasına!
Öğlen herkes evine kavuşurken onlar akşama dek, Moda Koyu’na bakan etüd odasında ya on haneli bölme işlemi yapacak, ya da Lafontaine’nin filanca şiirini yüz defa yazacaklar.
Hemen itiraf edeyim ki, tabii bendeniz bu cumartesi işkencelerinin baş gediklisiydim.
* * *
KABUL, yukarıdaki "pederşahi" eğitim tarzı, arkadaş ispiyonlama ve ceza korkusu gibi "modern" (!) pedagojiler tarafından reddedilen zorlama yöntemlere başvuruyordu.
Fakat şu da gerçek ki, ben ve diğer öğrenciler ders yılı sonunda hazırlık birden hazırlık ikiye geçtiğimizde, hadi su gibi demeyeyim ama yine de çatır çatır Fransızca döktürüyorduk.
Dolayısıyla, bugün o "aziz birader"lere ancak ve ancak şükrán borçluyum.
* * *
YUKARIDAKİ hikayeyi anlatmam iki ayrı "gurbetçi sorunu"ndan kaynaklandı.
İlki, Hollanda hükümeti göçmenlerin uyum sağlaması için, sokakta bile Felemenkçe dışında dil kullanılmasını yasaklamaya kalkışıyormuş. Bunun hakkında tek şey söyleyeceğim:
"Faşist" dahi değil "Nazi" bir girişimdir ve de asla yürürlüğe giremeyecektir. Nokta!
Sonra, bazı Alman okulları Türk öğrencilerin anadilde konuşmasını da men ediyormuş.
İşte burada elmalarla armutları karıştırmamak ve mugalátaya kalkışmamak gerekiyor.
Lahey işgüzárlığı ne denli tiksindiriyorsa, Berlin insiyatifini de o denli ışıldatıyor!
Oysa, bir bölüm "gurbetçi"miz Federal ülkedeki bu girişime kıymametler kopartıyor.
* * *
İNSAF yahu, kırk yıl önce ve üstelik İstanbul’daki okul Fransızcayı şart koşacak, ama Münih’teki okul öz be öz kendi ülke lisanını dayattığında "ırkçılık" (!) palavrası atılacak.
Hangi "ırkçılık"tan, hangi "ayırımcılık"tan, hangi "dışlanma"dan dem vuruluyor?
Aksine, en daniskaırkçılık Türkçeye göz yummaktır. "Getto ruhiyátı" böyle doğar.
Tabii ki teneffüste de Almanca konuşulacak. Tabii ki Goethe dili böyle özümsenecek.
İstenen nedir? Bazı "müsamahakár" (!)Belçika sınıflarında derin gafleti yaşandığı gibi, Türk yoğunluğundan ötürü hem yerli, hem de diğer göçmen öğrencilerin artık Fransızca veya Felemenkçe yerine Orta Anadolu lehçesiyle türkü döktürmeye başlaması mıdır?
Köln doğumlu olmalarına rağmen okulda Türkçe gevezelik yaptıkları için Almancayı yarım yamalak öğrenen gençlerin, lise ve üniversite yerine inşaat işçiliğine yollanması mıdır?
İçimden yalnız şunu demek geçiyor:
"Aziz Birader, bizim ceza ’sinyal’ini şu şımarıkların eline tutuştur da,Moda Koyu’na değil Ren rıhtımına iç çekerek, Heine şiirini imlá hatası olmadan yüz defa yazsınlar."