Daha minicik çocuktum ve New York’u ancak babamın her hafta aldığı "Life" dergisinin fotoğraflarıyla bilirdim. Odamdaki küçük sandalyeyi iskele, yatağımı şilep, kendimi de tayfa yerine koyar, yeni dünya limanına yolculuk oyunu oynardım.
’Guuuuuuuuuuuuuuud morning New York’! Gazete müvezzii böyle haykırıyor. Şehirlilere ve şehre böyle günaydın diyor.
51. Sokak’la Lexington Caddesi köşesindeki metro çıkışını tutmuş zenci avaz avaz, o harikuláde "Good Morning, Vietnam" filmindeki Robin Williams’ı taklit ediyor.
Yüzüne, siyahi teniyle tam bir kontrast oluşturan beyaz cerrah maskesi geçirmiş.
Otomobil yarışçılarının kullandığı cinsten de afili güneş gözlükleri takmış.
Ahaliye ceride satmaya çalışıyor. Daha doğrusu, ellerine tutuşturmaya çalışıyor.
Çünkü gazete bedava dağıtılıyor. Ancak yine de fazla rağbet eden olmuyor.
O akşam oynayacak televizyon dizisinden haber vermesine rağmen alan çıkmıyor.
Olsun, iláhi New York iláhi seslenişle güne başlıyor.
Ve sana "sabah şerifler hayr’ooooooooooooolsun káinatın başkenti"!
Ve yirmi dört saatte yirmi beş saat yaşayan şehir, sana! "günaaaaaaaaaaaaaaaydın"!
Ben, aynı köşedeki kahvenin masalı değil üç-beş iskemleli terasında, kutsal kentin sabah nefesini hissetmekten sonsuz mutluyum.
Serkeş zencinin blues haykırışını işitmekten tarifsiz bahtiyarım.
Şu an da ikinci espressomu ve dördüncü cigaramı içiyorum.
Henüz üç gündür buradayım ama servis yapan Meksikalı kız artık tanışım sayılır.
Beni görür görmez İspanyol şivesiyle "Yine duble espresso değil mi" diyor.
Gülerek karton fincanı sürüyor ve sonra dışarıyı göstererek, "Hadi cigaraya" diyor.
Zaten, bedava değil parayla aldığım ve manşetinde televizyon dizisini değil Bağdat’taki patlamayı haber veren gazetenin bayii de beni tanır oldu.
Hayli yaşlı ve muhtemelen Yahudi kökenli sempatik adam, sabahın körü ve haniyse kepenkleri açarken tezgáhta belirdiğimde, desteden hemen bir "New York Times" çekiyor.
"Dünya ahvali bugün yine bombok" diyerek elime tutuşturuyor.
Anında, ritüellerimi, adetlerimi, alışkanlıklarımı burada da edindim.
Çünkü, New York’ta evimdeyim!
KÁİNATIN BAŞKENTİ
Evet evet, evimdeyim! Her zaman da öyle oldum!
Daha minicik çocuktum ve New York’u ancak babamın her hafta aldığı "Life" dergisinin fotoğraflarıyla, daha ben doğmadan oraya göçmüş Feryál Teyzem’in varlığından bilirdim ki, odamdaki küçük sandalyeyi iskele, yatağımı şilep, kendimi de tayfa yerine koyar, yeni dünya limanına yolculuk oyunu oynardım.
Hiç gitmeden, hiç görmeden, hiç değmeden, bu şehri daima ihtirasla sevdim.
ABD’de başka hiçbir yer beni ilgilendirmedi. Zaten hálá da hiç ilgilendirmez.
Ve, yirmi küsur yıl önce "káinatın başkenti"ne nihayet ayak basabildiğimde, en ufak bir yadırgama, en küçük bir irkilme, en minik bir yabancılık hissetmedim.
Kafamda oluşturmuş olduğum mitosun, efsanenin, cennetin ve cehennemin gerçek karşısında yıkılabileceği endişem bir çırpıda bitti ve anında, kendimi "e-vim-de" hissettim.
Neden mi?
Kendi kendime de sormakta olduğum bu denklemin cevabını gelecek pazara bırakacağım çünkü işte aniden, "Guuuuuuuuuuuuuuuuuud morning New York" diye bağırmakta olan zenci haniyse metazori, elime bir bedava gazete tutuşturdu.
Bir tane de cigara istedi. Paketi çıkartıp tuttum.
"Wouawwww, Avrupa markası" diye büyük hoşnutluk ifade etti.
Sonra, cigarayı yakmadan kulağının arkasına iliştirdi.
"Günaaaaaaaaaaydın New York" diyen hem gospel, blues, hem soul, hem pop, hem rock, hem rap, hem hip hop şarkısını söylemeyi sürdürdü.
İşte tam o an, tam o sıra, tam o saniye; yani ben üçüncü espressomu içiyordum ki; ahali, asfaltın ortasındaki mazgallardan fışkıran buharın şiddetiyle yarışırcasına metro çıkışından fışkırıyordu ki; çok hoş ve çok endámlı bir kadın, hepsi dolu geçen sarı taksilerden birisini çevirebilmek için iskarpinlerinin üzerinde yükseliyordu ki; geceyi sokakta geçirmiş beyaz berduş, kara esrarkeş, sarı barksız çöp sepetini karıştırıyordu ki; polis, itfaiye, ambulans çanhıraş sirenler çalıyordu ki; hiç durmaksızın akan kalabalık ellerindeki karton bardaklardan hiç durmaksızın kahve, soda, çay, su içiyor ve yine ellerindeki paketlerden hiç durmaksızın, çörek, simit, sandviç, börek yiyordu ki; John Dos Passos’un hayaleti "42. Paralel" istikámetine doğru koşuyordu ki, ben New York’ta neden daima "e-vim-de" olduğumun ve olacağımın cevabını tekrardan, fakat bu defa başka bir şarkıda buldum.
Ancak dediğim gibi, hangisini kastettiğimi de gelecek haftaya bırakıyorum.
Hem gospel, hem blues, hem soul, hem pop, hem rock, hem rap, hem hip hop "Guuuuuuuuuuuuuud morning New York" ve "Sabah şerifler hayr’ooooooooolsun Káinatın Başkenti" şarkısının iláhi ritimleri şimdilik yeter.