Çok severim. Sevmek ne kelimeymiş, ağız kokumu çekemeyecek olan çekmesin, yanında sarmısak dişleyerek kemál-i afiyetle öyle bir götürürüm ki, mide fesadına uğrarım.
Tamam, "Ayşekadın" tanımının Sirkeci’deki lokanta sahibesinin adından kaynaklandığı ve bunun da taş çatlasa 30’lu yıllara uzandığı rivayetine inanmıyor olabilirim. Çünkü insaf, tevellüdü 19. yüzyıl nihayetine uzanan anneannem de o halde niye "Fatmahanım", "Hatçebacı" yahut "Emineteyze" değil de hep "Ayşekadın" demişti.
HANİ geçen pazar günü "bahar girizgáhı"nı Tevfik Fikret’le yapmıştım ya, eh bu defa da başka bir şairden, yani Názım Hikmet Ran’dan bir alıntıyla, "Haydarpaşa Garı’nın büfesine bahar / Gülden güzel kokan Arnavutköy çileği / Ve asma yaprağına sarılı sardalya ızgarayla gelir" diye başlayabilirim.
Pardon, "Arnavutköy çileği" mi dediniz?
*
EVET, hemen böyle bir ünlem sorusu da sordum, çünkü biliyorum ki "Arnavutköy çileği" tanımını işiten bütün genç kuşaklar aslında biraz afallayacaktır.
Her halükárda da, dereboyu sırtlarında meyve yetiştiğine ihtimal vermeyeceklerdir.
Oysa, hanidir "bir sengine yekpáre Acem mülkü" değil, bir metrekarecik betonuna Karun serveti feda edilen şu şehir "kentleşmeden" (!) önce, bostan ve bahçeler cennetiydi.
Nitekim, yukarıdakine ek olarak, "Bayrampaşa enginarı"; "Langa marulu"; "Tuzla baklası"; "Kartal barbunyası" yahut "Maltepe kerevizi" gibi, biz İstanbulluların "yerli" dediği zerzevatın semt adlarıyla anılması, "tarih öncesinden miras" bir "folklor" değildir!
En en kabadayısı kırk yıl öncesine kadar bunlar somut birer gerçekti ki, böyle bir süre, şehirlerin ömründe sıfıra tekabül eder.
Ama yine de, "Ah, nerede o eski sırık domatesleri" türünden nostaljiyalarla ağlaşıp, hayatın, dolayısıyla da kentin akış ve dönüşüm dinamiğine karşı durmaya kalkışmayacağım.
Hiç durmaksızın akan o hayatta, bir bahar "Arnavutköy çileği"nin kokusuyla geliyor; sonraki, sera biberinin tatsız tuzsuzluğuyla geliyor; ardından da bir bakıyorsunuz, konserve bezelyenin dondurulmuş durağanlığıyla geliyor.
Neyse, sonsuz metafizik boyutlu ve sonsuz neşesiz içerikli şu defteri derhal kapatalım ve güzelim baharı başka bir midevi kapıyla açalım.
*
AYIPTIR söylemesi, bendeniz bu mevsimi Ayşekadın fasulyeyle açtım.
Her bahar olduğu gibi, siftahı yeşil soğanlı ve bol dereotlu taze baklayla yapmak için pazara gitmiştim ki, o ne, güzelim sebze zerzevatçı tezgáhından bana gülücükler yağdırıyor.
Tabii "yerli" değil ama, hiç mi hiç kılçığı bulunmadığı için o "hakiki Ayşe" tabir edilen cins vardır ya işte tam ondan ki, aman efendim aman, yeme de yanında yat!
Çok severim. Sevmek ne kelimeymiş, ağız kokumu çekemeyecek olan çekmesin, yanında sarmısak dişleyerek kemál-i afiyetle öyle bir götürürüm ki, mide fesadına uğrarım.
Tamam, "Ayşekadın" tanımının Sirkeci’deki lokanta sahibesinin adından kaynaklandığı ve bunun da taş çatlasa 30’lu yıllara uzandığı rivayetine inanmıyor olabilirim.
Çünkü insaf, tevellüdü 19. yüzyıl nihayetine uzanan anneannem de o halde niye "Fatmahanım", "Hatçebacı" yahut "Emineteyze" değil de hep "Ayşekadın" demişti.
Fakat her halükárda, konunun bu boyutu ancak "gastronomik antropoloji"yle (!) uğraşan bilim adamlarını ilgilendirir ki, benim söz konusu bahar sebzesine karşı duyduğum dayanılmaz zaafı hiçbir şekilde etkilemez.
*
ÜSTELİK, pratik açıdan, taze baklada mecburen yaptığımın tersine, bunu uzun uzun ayıklamak veya kararmasın falan diye limonlu suyla ovuşturmak derdi yok!
Bıçakla, háttá elle ikiye böl; bol suda doya doya yıka; oturaklı bir tencereye koy; zeytinyağını, soğanını, tuzunu, az biraz şekerini ekle; önce ateşi harlı aç; sararınca da ısıyı kıs ve suyunu iláve et; nihayetinde ise domatesleri serpiştirip bir taşım daha pişirdikten sonra iyicene soğusun diye bekleyip çala çatal dal ki, afiyetler olsun!
Nasıl, pek bir maharetliyim ve bu işi adábıyla biliyorum, değil mi?
*
İŞTE, siz deyin iki kilo; ben diyeyim üç kilo; haniyse kışla doyuracak miktardaki fasulyeleri kendi elceğizlerime teker teker seçip, naylon poşeti silme doldurdum.
Artı, yeşil soğanlar pek albeniliydi ve dayanamadım, üç beş demeti fileye sokuşturup, sanki bakla pişirecekmişçesine, "Ayşekadın"da kuru yerine o yeşili kullanmaya karar verdim.
Aklımla bin yaşayayım, sonuç pek nefis oldu!
Buna karşılık, henüz tatmadıysam da, aradan geçen on güne rağmen salamura kavanozunda hálá sararmadıkları için fiyaskoya dönüşmesi ihtimali giderek artıyor, o an birden aklıma esip turşusunu kurmak için aldığım hıyarlar için aynı şeyi söyleyemeyeceğim.
Neyse, parantez içinde şunu da ekleyeyim ki, alışveriş kalabalığı arasında, enginar seçmekte olan ve organizmasının bahar erotikasıyla donandığını ilk bakışta fark ettiğim çok cazibeli bir kadın da vardı ki, doğrusu, gayet kibar bir ifadeyle, "Hanımefendi, umarım ki az biraz pirinç ve pek bol dereotu koymayı ihmal etmeyeceksinizdir. Eğer bu usûlü bilmiyor ve de öğrenmek istiyorsanız, bendeniz size reçeteyi tarif değil, pratikte göstermekten büyük bahtiyarlık duyarım" dememek için o uzun dilimi zor tuttum.
Ama sonra kendi kendime, "Neme lázım, tencereye yerine enginar şimdi kafana yerleşirse rezil olmak da var" diyerek, iki elim file dolu, "Ayşekadın fasulye"yi pişirmek için uslu uslu, edepli edepli ve paşa paşa evceğizime revan oldum.
*
EVET efendim, "gülden güzel kokan Arnavutköy çileği"yle değilse bile, işte ben bu baharı halis zeytinyağlı ve yeşil soğanlı nefáset bir "Ayşekadın fasulye"yle getirdim.
Tabii ki kendi kendime afiyetler olsun ama, fasulyeden sonra taam edilecek o "gülden güzel kokan Arnavutköy çileği"nin bahar rayihası yine de burnumda öyle tütüyor ki!