Balıkçı

İstavrit için açıktayken, Trakya içlerinde bulutlar bulanmaya başlamıştı. Balık altı kulaçta, o sıra bir yandan çapari derinliği ölçüyorum; diğer yandan da kendimi bir Hemingway romanının, bir Condrad öyküsünün, bir Sait Faik hikayesinin kahramanı gibi hissediyorum.

Sanki, Melville’nin kahramanı Kaptan Arşab gibi tayfunun ortasında Mobidik’in peşinden koşuyorum.

VURDU. Bir daha vurdu. Aniden, bütün hızımla çekmeye başladım.

Hadi gel be yavrum! Hadi gel be güzelim! Gel be can-ı canánım!

Bu defa kaçma! Bu defa beni rezil-i rüsva eyleme!

Refakatçimin, yeğenimin ve de bilhassa kopil oğlumun müstehzi gülümsemelerine; utanmasalar, açık açık ti’ye almalarına tekrar imkán tanıma!

Gel, gel, gel bir tanem!

*

GELMEDİ ki. Daha doğrusu, geldi de, yine savuştu.

Lüks lambanın ışığı altında gümüşi yakamozu belirdi ve tam sudan çıktığı an, müthiş bir çırpınışla kurtulup gitti.

Bu defa, deminkiler gibi bordoya bile toslamadı.

Arkasından aval aval bakakaldım.

Bir de, refakatçimin, yeğenimin ve oğlumun terbiyesi bozulacakmış umurumda değil, küfürlerin en sunturlusunu savurdum.

Ve, bütün kaçan balıklar gibi, ne de büyüktü.

*

LÜFER tutuyoruz.

Tam mevsimi gelmedi ama yine de palazlanmamış sarıkanat bayağı vuruyor.

Nitekim, henüz yağ bağlamadılar ya, daha dün gece, yemden arta kalan istavritlerle beraber ızgarasını değil tavasını yedik.

Evet, itiraf etmekten çekinmiyorum, o altı veya yedi lüfer yavrusundan hiçbiri de benim zokama gelmedi.

Hepsini ya bu işin erbabı yeğenim, ya refakatçim, ya da haşa huzurdan, eşşek değil eşşoğlu eşşek şansı yaver giden oğlum tuttu.

Hayatında ilk defa oltayı eline aldı ve haniyse boş çekmedi.

Buna karşılık, sarıkanatlar benim zokamdaki yemi bir güzel tırtıklayıp, basıp gittiler. Veya demin olduğu gibi, tam tekneye alacağım sırada paçayı kurtarıverdiler.

İstavritleri saymayalım, iki gündür oldu olacağı, topu topu tek bir sefil ispari yakalayabildim.

İşte şimdi bir defa atıyorum ve hava bastırmadan gel; gel be yavrucuğum da namusumu, onurumu, babalığımı kurtar!

*

HAVA bastırır mı? Belki. Bir ihtimal.

Demin istavrit için açıktayken, Trakya içlerinde bulutlar bulanmaya başlamıştı.

Balık altı kulaçta, o sıra bir yandan çapari derinliği ölçüyorum; diğer yandan da kendimi bir Hemingway romanının, bir Condrad öyküsünün, bir Sait Faik hikayesinin kahramanı gibi hissediyorum.

Oğlumun pilli radyodan dinlediği hard rock müzik ve pederine nispet yaparcasına, her atışta yarım düzine çektiği istavritler asabımı bozmasa, uzak ufukta belli belirsiz seçilen Marmara Adası’na bakarken daha da derin hayallere dalacağım.

Sanki, Melville’nin kahramanı Kaptan Arşab gibi Mobidik balinanın peşinde ihtirasla koşuyorum ve de tayfunun patlamasına rağmen büyük yelkenin kavança edilmesi komutunu vermeyi reddediyorum.

*

OĞLUM gibi, refakatçim de deniz ve denizcilik düşlerimin içine ediyor.

Çapariyi çektiğinde eğer istavrit vurmuşsa, evindeki akvaryumda dehşet aşkla beslediği ve ‘bübül’ adını taktığı süs balığını hatırlayarak, her seferinde ağlamaklı bir sesle ‘bübül’ diye çığlık atıyor.

O ‘bübül’den de, o düdülden de başlayacağım ve biraz sonra zokama lüfer takılmazsa, işte yemin-i billah, bir yolunu bulup senin süs yaratığını canlı canlı una bulayacak; tavadaki kızgın yağa atacak; kuyruğundan tuttuğum gibi de tek bir lokmada midemin akvaryumuna indirivereceğim.

*

HAVA o ana kadar patlamadı; istavritler kovayı doldurdu; yemlik filetolar zokaya geçirildi; güneş Marmara Adası’nın kavisiyle Tekirdağ arasında kayboldu ve bulutların arasından ay seçildi.

Motor da motor hani, avarya yapmadan çalıştı. Üç üç buçuk kulaç sahile yanaştık.

Lüks lambasını yaktık. Hafiften rutubetli bir serin indi, gocuk giyindik.

Oğlumu, radyoyu hard rock müzik yerine kulak terbiyeme uygun bir istasyona ayarlamaya; refakatçimi ise artık ‘bübül’ ağlaşmalarını kesmeye ikna ettim.

Bir tek lambanın fısıltısı; eski bir cazın tınısı; kıyıdaki ışıklardan belli belirsiz ulaşan kahkahaların yankısı ve hafif dalgaların karinayı okşayan sesi işitiliyor.

Şimdi oltalar üç üç buçuk kulaç dibin bir karış üstündedir ve zokalardaki istavrit filetoları balıkların en lezizi; dolayısıyla da en asili, en akıllısı ve en mücadelecisi olan lüferleri beklemektedir.

Hadi gel, gel be güzelim, gel be can-ı canánım!

*

LÜTFEN üzerinize vazife olmayan şeyler sormaya kalkışmayın, gelip gelmediği sizi‘il-gi-len-dir-mez’!
Yazarın Tüm Yazıları