TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın Meclis kürsüsünden ifade ettiği görüşlerin altına tabii ki imza atmakla yükümlüyüm. Demokrasi kültürü açısından tersi düşünülemez.
Dolayısıyla, gazetelerin yazdığına göre Arınç’ın sözleri bir bölüm "ricál"i "rahatsız ettiği" için onlar "soğuk" (!) davranmış olsalar bile, ben tezahüratla alkışlıyorum.
* * *
TABİİ,halk dalkavukçusu bir popülist olmadığım için buradaki alkışlamam, TBMM Başkanı’nın makam itibariyle illá "ulusun sesi"ni yansıttığına inanmamdan kaynaklanmıyor.
Háttá, yansıttığını varsayalım, ben bunları mutlak "doğru" addetmek zorunda değilim.
Nitekim, "tezkere süreci" sırasında aynı Bülent Arınç’ı eleştirmekten kaçınmadım.
Ancak, eğer bugün kendisini can-ı gönülden destekliyorsam, bu, Manisa milletvekili Türkiye’nin alışık olmadığı; daha doğrusu, "milli irade"nin en üst düzey sözcüleri tarafından dobra dobra açıklanmasına alışık olmadığı bir "demokratik manifesto" dile getirdiğindendir.
* * *
ÖYLE bir "manifesto" ki, rejimin hanidir oturmuşluğundan laikliğin yine hanidir yerleşmişliğine genel bir ufuk turu yapıp, aksini iddia edenlerin "vehim" bile değil "ayrıcalık" çağrıştırdığını saygın fakat tereddüde mahal bırakmayacak bir dille vurguladıktan sonra, "açık toplumlar"da geçerli olan evrensel mekanizmayı bir bütün olarak savundu.
Öyle bir "manifesto" ki, entelektüel düzeyi Habermas felsefesine uzanan bir "kamusal alan" tartışmasını başlatmaktan; MGK’daki "görünmez anayasa" (!) "kırmızı kitap"ınkabul edilemezliğini vurgulamaya dek, "sivil çoğulculuğu" tümüyle sahiplendi.
Dolayısıyla, "Meclis onuru"nu taçlandırmanın ötesinde, TBMM Başkanı’nın "23 Nisan Bildirgesi" geleceğimizi güvenceye almak açısından büyük önem arz ediyor.
Ve en başta hükümet, tüm "demokrasi güçleri"nin Arınç’a arka çıkması gerekiyor.
* * *
ÖYLE, çünkü son iki-üç yılın "dış dinamikler"i nedeniyle kısmen ricáda çekilmek zorunda kalmış olan "statüko güçleri" şimdilerde ciddi bir karşı taarruza geçtiler.
"Şemdinli süreci" diye adlandırılan "atılım"la da ülkemize şu an bunu yaşatıyorlar.
Aslına bakarsanız, "normal" olarakyukarıdaki ricádın artık "stratejik" bir kalıcılık kazandığını; taarruzun ise "taktik" bir geçicilik arz ettiğini varsaymak gerekirdi.
Bununla, AB virajıdönüldükten o "statüko güçleri" tarafından can havliyle yapılacak son atılımların para etmeyeceği ve demokrasimizin yara almayacağı hipotezini kastediyorum.
Ancak burası "nev-i şahsına münhasır" bir Türkiye ve hem "ayrıcalık zaptiyeleri" kolay kolay pes etmediğinden; hem de iktidar ciddi yanlışlara düştüğünden, kaygılar artıyor.
Söz konusu yanlışlar da birbirleriyle eklemleşmiş olarak iki ana yönde odaklanıyor.
* * *
BİR; o AB virajından sonra işi alargaya alan hükümet yukarıdaki "dış dinamikler"idolu dolu ve sürekli biçimde kullanmak maharetini gösteremedi. İvmeyi kesintiye uğrattı.
İki; bu vahim handikapa ek olarak, anlamsız bir hırçınlıkla diğer "demokrasi güçleri" ne yabancılaştığı ölçüde de, "statüko"nun taarruzu önünde geriledi. Hızla mevzii yitirdi.
Háttá, Van Savcısı örneğinde yaşandığı gibi, "höt" karşısında işi teslimiyete vardırdı.
Başka bir deyişle, "yasama organı" başkanıtarafından dile getirilen "manifesto"nun en önce, söz konusu yasamanın uzantısı durumundaki "yürütme organı" için teorik amentü oluşturmasına rağmen, AKP, bunu pratiğe geçirecek zemini boş yere ayağından kaydırdı.
* * *
FAKAT artık kaymasın. Kaymamalı. "Statüko"ya taviz çizgisi geçildi, geçiliyor.
Ve maazallah, zemin kaybı böyle sürerse her hangibir iktidarın değil demokrasinin de ayağı "kaydırılabilir" ki, Arınç’ın "manifestosu"nubu çerçeveye oturtmak gerekiyor.