DEMEK kırküç yıl bitmiş, Ankara’ya ilk kez 1963 Cumhuriyet Bayramı’nda gittim.
Evet, kırkıncı yıldönümü kutlaması için ebeveynlerim geziyi bilhassa düzenlenmişti.
Kabul, orta sınıf İstanbul ailelerinin bir çoğunda olduğu gibi familyamın bürokrat kesimi yirmili - otuzlu yıllarla birlikte başkente göçtüğü ve de yolculuk da onları görmek fırsatı yarattığı için seyahat belki biraz "hem ziyaret, hem ticaret" olarak yorumlanabilir.
Ama, o fırsat seçimi dahi Ankara’nın Cumhuriyet’le özdeşleşmesini ispatlamaya yeter.
* * *
NİTEKİM, anneannemin "k" yerine "g" telaffuzuyla öğrettiği "Angara, Angara, seni görmek ister her bahtı kara" marşıyla büyümüşüm, işte içim içime sığmıyor.
Haydarpaşa’da motorlu tren; kompartımanda püreli rosto; Eskişehir’de çamurlu ırmak; güzergáhta gazete bağırtısı ve Yahya Kemal’in İstanbul’a dönüşlerini sevdiği kübik garÖ
Sonra, geometrik bulvar, bilinmedik troleybüs ve sonsuz hûşûlu Anıtkabir ziyaretiÖ
Daha sonra, láhitli Arkeoloji Müzesi; sosisli Piknik sandviçi; köpüklü Gazi birasıÖ
Ve nihayet Hipodrom ki, paraşütçülerin inişini izliyorum ve alkıştan ellerim patlıyor.
Ardından, mızıkayla birlikte ve hançeremi yırtarak, "k"yı doğru telaffuz etmek kaydıyla "Ankara, Ankara, seni görmek ister her bahtı kara"yı söylüyorum.
Ragıppaşa Kütüphanesi’nde gördüğüm Sovyet propaganda filmindeki gibi, Cumhuriyet’in kırkıncı yıldönümü o Cumhuriyet’in ve "Türkiye’nin kalbi" Ankara’da kutluyorum.
* * *
PEKİ, Ankara’dan hoşlandım mıydı?
Pendik ötesini taşra addeden bir ailede büyümüş ve Yalova hariç, söz konusu tarihe kadar İstanbul dışına adım atmamış bir "Bizans çocuğu" (!) olarak başkenti sevdim miydi?
Aradan tam kırküç yıl geçtikten ve duygularımı daha mesafeli ve daha soğukkanlı bir çerçevede değerlendirebildiğim "akıl çağı"na haydi haydi vardıktan sonra, bu soruya hem "evet", hem de "hayır" cevabını vermem gerekiyor.
* * *
"EVET", çünkü şehrin alıştığım kaosla kıyaslanmayacak orandaki düzenliliği; artı, en azından o 1963 yılında ve benim gezdiğim mekánlarda, "ortalama Ankaralı"nın "ortalama İstanbullu"dan daha "harcıálem" bir dış görünüm sergiliyor olması, çok hoşuma gitmişti.
Diyelim ki, tıpkı kent mimarisindeki simetri gibi, Başkent’in toplumsal dokusunda da Dersaadet’te hiç raslamadığım türden bir "eşitlik"" (!) veya "eşitleme" sezinledim.
Ne "az"ı, ne de "çok"u var! Daha ziyade, tekil bir "bir örneklik" hüküm sürüyor.
Tabii o sıra "vasat" kelimesindeki derinliği bilmediğim için bunu çıkartamıyordum.
Zaten, ilk Ankara dönemlerinde polisin uzun süre, kasketlidir, şalvarlıdır, pejmürdedir diye merkez bulvarları "memleketin efendisi köylü"ye yasakladığını da bilmiyordum.
Kaldı ki, biliyor olsam dahi kafamda ve hükmümde hiçbir şey değişmezdi.
* * *
DEĞİŞMEZDİ ve tam tersine, ilkokul beşinci sınıfta ve üstelik öğretmen onayıyla, Gedikpaşa’da, Kumkapı’da, Langa’da sokaktaki kadıncağızların çarşafını "Atatürk kadını böyle giyinmez" diye çekiştirmiş lánet bir piç kurusu olarak, bu işe çok memnun olurdum.
Dönüş yolculuğunda da ebevenylerime, "niçin İstanbul’da da Ankara’daki tedbir alınmıyor? Hanzo kıyafetlilerin şık semtlere girmesi yasaklansın" diye ahkám keserdim.
Ama bütün bunlara rağmen yine de, ilk kez Cumhuriyet’in kırkıncı yıldönümünü kutlamak ve "Ankara Ankara, seni görmek ister her bahtı kara" marşını haykırmak için gittiğim o Ankara’da sevemediğim, hoşlanmadığım, yadırgadığım bir şeyler hissettim.
Cumhuriyet’in seksenüçüncü yıldönümünde ve artık "akıl çağı"na çoktan ulaşmış bir "Bizans çocuğu"nda şimdi sonsuz defa pekişerek süren bu hissiyatı yarına bırakıyorum.