BEN Sıraselviler'deki Alman Hastanesi'nde doğmuşum.
Annem, doktora yardım eden ‘‘schwester’’ hemşirenin forseps tutuşunu hala anlatır.
Kardeşim de orada doğdu...
Zaten, familyama mensup yaşıtlarımın pek çoğu aynı yerin ürünüdürler...
Şimdi belki, ‘‘durup dururken doğduğun yer neden aklına geldi’’ diyeceksiniz.
Bugün gerçekleşen Federal Almanya seçimlerinden dolayı geldi...
*
EVET Alman Hastanesi'nde doğmuşum ama, yine çok uzun süre benim Cermen şeylerle hiç mi hiç aram olmadı.
Babamın küçük yaştan itibaren metazori okuttuğu ve yarım yamalak dahi anlamakta gayet zorlandığım Goethe ciltleriyle, daha sonra bu defa kendi insiyatifimle yine onun kütüphanesinden dadandığım Erich Maria Remarque romanlarını hariç tutarsak, hadi iticilik demeyeyim ama, Alaman varoluşla kendim arasına hep mesafe koydum.
Örneğin, asla ne Beyoğlu'ndaki esas liseye, ne de Schiller lisanında eğitim veren diğer okullara gitmek istedim.
Tüm çocukluğum boyunca da, herkes yıldız armalı ünlü otomobil önünde şapır şupur yalanırken, ben Amerikan veya Fransız olanlarını tercih ettim.
Belki bunun tek istisnasını, bildiğimden değil pederim kendi mesleğinde pek methettiğinden, ‘‘Heidelberg’’ marka matbaa makinası oluşturdu.
Dediğim gibi, bunun dışında asla ve asla ‘‘Cermanofil’’ bir temayül taşımadım.
*
ŞİMDİ geriye dönüp baktığımda, bunun nedenlerini bir kaç gerekçeye oturtuyorum.
Birinci olarak, ‘‘solumtırak’’ (!), daha doğrusu hümanist yanım bayağı bayağı erken geliştiğinden; üstelik de ‘‘cinnet yıllarımla’’ birlikte bu hümanizma nihayete erip zavallı bir şematizme dönüştüğünden, 2. Savaş'ın korkunç suçlarını bütün bir Almanya'yla özdeşleştirmek yanılgısına düştüm.
Dolayısıyla da bu ülkeye karşı daima bir husumet, hatta nefret duydum.
İkincisi, Alman romantizmine zıt bir Fransız mantıkçılığının eğitiminden geçtiğim için, ister istemez daima Ren nehrinin batı yakasından yana taraf tuttum.
Töton düşüncesi bana yabancı ve ters geldi...
Üçüncüsü ise, kendim bizzat yaşadığımdan değil ‘‘Hans’’ ve ‘‘Helga’’ imajlarının ‘‘kabalık’’ (!) karikatürlerine inandığımdan, Cermen hal ve oluş tarzını reddettim.
Bunlara belki dördüncü olarak da ‘‘gurbetçilerin’’ varlığını ekleyebiliriz.
Her halükarda, dediğim gibi, Almanya ve Almanlarla yıldızım hiç barışmadı.
Yirmi dokuz yaşına dek...
*
YİRMİ dokuz yaşında ‘‘cinnet yıllarıma’’ nokta koymak kararı alınca, bir bütün olarak kendimdeki her şeyi sorgulamaya, tabii bu arada da Cermenlere karşı duyduğum husumeti gözden geçirmeye başladım.
Beni dönüştüren şey Heinrich Heine'nin ‘‘Almanya'ya Dair’’ başlıklı kitabı oldu.
Musevi asıllı büyük edebiyatçı bu iki ciltlik eseri aslında Fransızlar için yazmıştır.
Beethoven, Goethe falan derken, 19. yüzyıl başlarındaki Fransa Almanlara karşı büyük bir hayranlık duyunca, ta Töton efsane ve masallarının dehşetli kökenine uzanan Heine onlara ‘‘aman dikkat’’ uyarısında bulunur. Cermen bilinçaltının tehlikelerine işaret eder.
Başka bir deyişle, Heinrich Heine bilhassa ‘‘anti û Alman’’ sözcülüğü üstlenir.
Gerçekten öyle mi? Hayır! Hatta, tam tersine...
Çünkü, Cermen mitolojisinin belki en hüzünlülerinden birisi olan perikızı Lorelei'yı ‘‘Hava serin, kararmak üzeredir; / Ren nehri akmakta, sakin sakin; / Ve, pırıldayan dağın zirvesidir / Işığında akşam güneşinin’’ dizeleriyle tasvir eden aynı Heine, aslında Almanların en Almanıdır.
Fransızları uyarmasına rağmen, artık bir Schubert‘‘lied’’ine dönüşmüş olan Heinrich Heine'nin ‘‘derin Almanlığı’’ özünde öyle köklüdür ki, yaşadığı aşk-nefret ilişkisinde birinci olgu sonsuz bir tayin edicilik arzeder.
Tıpkı, başka bir Yahudi kökenli yazar Victor Klemperer'in Nazi kamplarından kıl payı sıyırtmasına ve Hitlerci dehşeti bütün boyutlarıyla sonuna dek yaşamasına rağmen, ‘‘benim Almanlığımı kimse elimden alamaz. Almanlar dahi...’’ diye haykırmasındaki gibi....
*
HEİNE'yi ve ardından başkalarını okuduktan sonra ‘‘Cermenliğin’’ bu sonsuz derin ve cazibeli boyutunu görünce daha da yukarılara çıkmak ihtiyacını duydum.
Cumbadak Alman felsefesine daldım. Burada ayrıntısına girecek değilim.
İhtiras gecelerinin nihayetinde bazen yumuşak Brahms sonatları, bazen bağırtılı Nina Hagen musikileri dinledim.
Sonra, Baden Baden bahçelerinde açıkhava satrancı oynamaktan Dresden baroklarında sis gölgeleri yakalamaya, fırsatını bulduğumda, Almanya'yı başka gözle dolanmaya başladım.
Üstelik de siyasi planda, ‘‘sol entellektüel’’ züppeliklere hiç ama hiç prim vermeden, mendebur ‘‘Duvar’’ın yıkılışıyla birlikte, Cermen ulusunun hemen ve tekrar bütünleşmesi gerektiğini ilk andan itibaren savundum.
Çünkü, Almanya'yı ve Almanları artık çok seviyorum.
*
BU sevgi öyle maddi bir temele oturmuyor.
Zaten lisanını bilmiyorum, üstelik de ‘‘fizyonomi’’ olarak nihayetinde ‘‘gurbetçi’’ kategorisinde addedilirim, dolayısıyla insani ilişkilerde özel bir yakınlık ve samimiyetten dem vurmam söz konusu değil.
Almanya'ya ve Almanlara karşı duyduğum yeni sevgi özünde, aslında ilk başta sahip olduğum ve ‘‘cinnet yılları’’mla birlikte yitirdiğim hümanizmaya kavuşmama tekabül ediyor.
Başka bir deyişle, Cermenlere dönüşümde tekrar insancıllığa dönüşüm var.
Ve Federal Cumhuriyet'te genel seçimlerin yapıldığı bu pazar günü çok memnunum ki, ne iyi, Sıraselviler'deki Alman Hastanesi'nde doğmuşum.