TÜRKİYE entelektüel hayatını pırıldatan ve bu yıl Paris’te Fransız aydınlarla birlikte "Cumhuriyet" kavramının ele alan "Abant Platformu"na bir son dakika kısmetsizliğinden dolayı katılamadım ama, gazete ve dergilerde yazılanlar aracılığıyla ana hattı izleyebildim.
Öyle anlaşılıyor ki, Fransa’nın önemli siyasetbilimcileri arasında yer alan Alexandre Adler’in kürsüde ifade ettiği görüşler en ciddi "yadırgatıcılık"a yol açmış.
O Adler ki "anti" cereyana göğüs gererek daima Ankara’yla bütünleşmeyi savundu, bunun ancak Türkiye’deki "cumhuriyetçi laiklik" sayesinde gerçekleşebileceğini kaydetmiş.
"İslami kimlik" eksenindeki bir AB üyeliğin mümkün olamayacağını vurgulamış.
Dolayısıyla da, "Le Figaro" gazetesi yöneticisinin yukarıdaki tezi, "Türk tarafı"nı Paris’te en çok "irkilten" yaklaşıma tekabül ediyordu.
* * *
"İRKİLTEN" fiilini kasten kullandım, zira hem "Platform"un mimarı durumundaki saygın cemaatin dini ve dindar kimliği; hem de, o din ve o dindarlarla barışık oldukları için aynı çerçevede buluşan laik aydınların "sivilci" söylemi, Alexandre Adler’in dile getirdiği ve geri planında belirli bir Jakobenizm içeren "Cumhuriyetçi" eksenle çelişir gözüküyor.
En önce şunu vurgulayayım ki, kariyerini en az çeyrek yüzyıldır izlediğim Adler esas olarak bir "realpolitik" teorisyenidir. "Pragmatik mümkünát" varsayımları inşa eder.
Nitekim, 11 Eylül ertesini değerlendirdiği ve benim bazı tahlillerine hiç katılmadığım son iki kitabı "Eski Dünyanın Bitişini Gördüm" ve "İslamla Randevu"da da, yukarıdaki "gerçekçiliği"ni küresel bir sosyo - politik öngörüye dönüştürmek istiyor.
Ve, Paris başkentli ülkenin ezelden beri iliklerine işlemiş olan "cumhuriyetçi laisizm"i, Amerikan yeni - muhafazakárlığının "Jakoben liberalizm"iyle bütünleştiriyor.
Yani, Anglo-Saksonlara ne denli yakın durursa dursun, "Fransız refleksi"ni koruyor.
Dolayısıyla, kısmi doğruluk payını saklı tutmak kaydıyla, zaten bir "müneccimbaşı" olamayacak olan Alexandre Adler’in Türkiye "öngörüsü" hem o "Fransız refleks"ten;hem de "Abant Platformu"nun konusunu oluşturan "cumhuriyet" kavramından soyutlanamaz.
Başka bir deyişle, yukarıdaki "irkilme"yi din - sekülarizm ekseninden ziyade, cumhuriyet - demokrasitemelindeki bir "çelişki" (!) çerçevesinde değerlendirmek gerekiyor.
* * *
İLKİN, bu "çelişki" deyiminin yerindeliğinden şüpheliyim ama yine de kullandım.
Doğru olduğunu varsayarsak da, köken, kavramların oluştuğu Eski Yunan’a uzanıyor.
Çünkü unutmayalım ki, "ideal toplum"u tasvir ettiği eserine zaten "Cumhuriyet" adını vermiş olan Eflátun söz konusu toplumu "yönetici bilgeler; koruyucu bekçiler ve köylü - zenaatkár üreticiler" olmak üzere, değişmez bir "merdiven sistem"e oturtur.
Bunu "şeylerin doğası"yla açıklar. Hiyerarşiye ve duraganlığa "iláhi" gerekçe bulur.
Oysa, aynı Platon’un öğrencisi Aristo üstádına karşı çıkarak, esirlerin özgürlüğü ve insanların eşitliği dahil, o "şeylerin doğası"nda devinim ve görecelilik olduğunu vurgular.
Kabul, "Akademya"nın kurucusu da yurttaşın ve devletin görevlerini saptamıştır ama, Aristo’nun aksine, Eflátun’un sosyal düzeni bir "mutlak doğru" üzerine inşa edilmiştir.
Platon paradigmayı çizer; bunu ákil varsaydığı "ricál"e bırakır; statükoyu sürdürecek "zaptiye"yi oluşturur ve "avam"a hükmederek de "cumhuriyetçi idealizmi"ni yaratır.
Ve aslına bakarsanız, başta 1789, tüm "cumhuriyetçi gelenekler" bu şemaya oturur.
Aristo ise o "mutlak"ı sorgulamak; o "bilgelik"i izafileştirmek ve o sistemi elástiki kılmak gerektiğini söylediği içindir ki "cumhuriyetçilik"i aşmış ve "demokratik" olmuştur.
İşte sanıyorum ki ve bu defa "çelişki" demeyeyim, Alexandre Adler’in Paris "Abant Platformu"ndaki "irkilticiliği" dahil, esas "ikilem" hálá yukarıdaki ayrışmada yatıyor.