YARIN Brüksel’den dişe dokunur bir haber beklememek gerekiyor.
Yani demek istiyorum ki, çok, çok sürpriz bir gelişme olmadığı takdirde, AB Dışişleri Bakanları Konseyi’nin önceki gün yine Belçika başkentinde onayladığı "uzlaşmacı karar" Avrupa Birliği doruk toplantısında da hemen hemen aynısıyla benimsenecektir.
Üye ülke önderleri büyük bir ihtimalle, sekiz başlığın "geçici olarak dondurulması" ve dolayısıyla da müzakerelerinin "yavaşlatılması" anlamına gelen "orta yol formülü"nü fazla "kafa göz yarmadan" resmileştirmekte zorlanmayacaklardır.
Başka bir deyişle, Perşembe ve Cuma günkü oturumlar, artık yıllardır alışageldiğimiz o klasik "Türkiye zirveleri"nden birisine dönüşmeyecektir.
Nitekim, yukarıdaki "uzlaşma" Pazartesi gecesi kesinleştikten sonra bir Ortak Pazar diplomatı şakayla karışık olarak şu yorumu dille getirdi:
"Eh ortam doğdu, liderlerimizin bu defaki Zirve’de sırf felsefe tartışabilecekler".
* * *
ANCAK, işin "felsefi" boyutunu şimdilik bir kenara bırakıp Pazartesi günkü Brüksel kararının "fiili" anlamına gelirsek, ilkin şunu saptamamız gerekiyor:
İşte zaten adı üzerinde "uzlaşma", AB dışişleri bakanlarının benimsediği formül öz itibariyle bir "ne şiş yansın, ne kebap" siyasetine tekabül ediyor.
Ve tabii ki, o "şiş" de her şeyden önce Türkiye’dir!
* * *
YANİ, yürütme organı durumundaki Komisyon tarafından sunulmuş planı hemen hemen aynen benimseyen karar organı Konsey en birinci olarak, üye başkentlerin Ankara’yla "ipleri kopartmak" gibi bir niyetinin bulunmadığını ortaya koydu.
Nitekim, malûm "Kıbrıs çıbanı"nda ceráhat patlayıp yara biraz iyileşmek emáreleri gösterdiği an, askıdaki dosyalarda da tekrar müzakerelere başlanacağı bilhassa vurgulandı.
Artı, Fransa ve Almanya "mühlet şartı" talebinden tornistan etmek zorunda kaldı.
Bütün bunlar da yukarıdaki "süreklilik iradesi"ni ispatlamak hedefini yansıtıyor.
Ve kimse şüphe duymasın ve kimse demagoji yapmasın ki, hem Paris ve Berlin’in geri adım atması; hem de "Rabbena, hep bana" şımarıklık ve açgözlülüğüyle artık daha da çok kabak tadı veren Lefkoşa Rum Yönetimi’ne "höt" denmesi, Türk diplomasisinin geçen hafta büyük bir maharetle gerçekleştirmiş olduğu "Kıbrıs atağı"ndan kaynaklandı.
Aksi takdirde, yukarıdaki "antici" takımın ağır basması ihtimali çok yüksekti.
Dolayısıyla da, bizim "şiş"in korlaşması ve kapkara bir renk alması işten bile değildi!
* * *
FAKAT tabii ki doğru, AB kararı aynı zamanda "kebap"ın, yani bizzat aynı AB bünyesindeki o "antici"lerin de "yanmasını" engelliyor.
Açıkçası, bunun da tersi düşünülemezdi.
Zira en önce, Türkiye "mevcudun içinde" değildir. O halde, "dahililer"in "harici"ye oranla daha etkin olması kadar doğal bir şey düşünülemez. Maddenin tabiatı gereğidir.
Başka bir deyişle, Kıbrıs’a ilişkin olarak Ankara "manevi" açıdan ne denli haklı olursa olsun, bu, organizma bünyesindeki "maddi" çerçevede kıymet-i harbiye taşımaz.
Kaldı ki, o "maddi" boyuta ek olarak durum bir de "hukuki veçhe"" arzediyor.
Eh, Gümrük Birliği anlaşması imzalamışsınız ve içeriği itibariyle de tüm AB üyelerine liman ve havaalanı açmak zorundasınız. Ama kalkıyorsununuz ve onlardan birine, "ben seni tanımıyorum ve onun için de şilebini gönderemez, uçağını indiremessin" diyorsunuz.
I-ıh, ne oyunun kuralına; ne de anlaşmanın "maddiyatı"na ve "ruhiyatı"na uyuyor.
İşin "felsefiyat"ını, yani Brüksel tarafından benimsenen müzakereleri "yavaşlatmak" kararının "toplumsal ütopyamız"ızı nasıl etkileyeceği sorusunu ise yarına bırakıyorum.