16 Mart 2006
SLOBODAN Miloseviç’in ölümü ertesi Belgrad’dan gelen haberler iyidir!<br><br>Háttá iyinin de ötesinde, müjdelidir! Müjdelidir, çünkü ekranlara, radyolara gazetelere yansıyan aktüalite, Sırp halkının ve ulusunun "ebedi mazlûm" ruhiyatını terk etmeye başladığının ipuçlarını veriyor.
O hazin ruhiyat ki, dün vurguladığım gibi, heyhat biz Türklerin de mayasına işlemiştir.
Oysa hatırlayalım, söz konusu Sırp halkı ve ulusu büyük çoğunluk olarak, "kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgárına" türü bir kaderci şarkısının ağulu nağmelerine kanmıştı.
Çok vahim cürümleri en azından "sükûnet"le (!) karşılamak talihsizliğine düştü.
Ve işte şimdi aynı ulus komadan çıkmakta ve vartayı atlatmakta olduğunu müjdeliyor.
Selámlıyoruz, geçmişler olsun diyoruz ve hayırlı nekáhet devresi temenni ediyoruz.
* * *
ÖYLE, zira Miloseviç Lahey’de "insanlık suçlusu" sıfatıyla yargılanırken sekte-i kalpten "caniler cehennemi"ni boyladı ama, bu defa o büyük çoğunluk hiç umursamıyor.
İki gözü iki çeşme ağlayanlar ve yeni komplo teorisi uyduranlar devede kulak kalıyor.
Hazretin çinko tabutu Belgrad’daki, Moskova’daki veya köydeki çukura mı itilecek?
Rezil familyası; tekne kalıntısı avenesini ve düzdükleri methiyeler sayesinde ha bire Yugoslavya’da "ağırlanmış" (!) olan bizim "Karanlıkçı Maocular" dışında dert edinen yok.
Háttá, Sırpların, çok ağır bir yükten kurtulmanın sevincini yaşadığı bile söylenebilir.
Ancak yine şu noktayı vurgulamak gerekiyor ki, eski voyvoda henüz hüküm giymeden öteki tarafa kaçıp "paçayı kurtardı" ya, fanatik milliyetçiler bulunmaz bir nimet edindiler.
"Çetnik kasap" hukuken "masûm" (!) kimliğini koruyabildiği için, yukarıdaki "mağduriyet mitolojisi"ne bir "ikona" eklemek şansına sahip oldular.
* * *
ZATEN ekranda gördük, mıymıntı bir kalabalık olsa dahi Miloseviç’in nálet suretini böyle "kutsal" bir ikonaya dönüştürüp, put önünde mum yakanlar hálá vardı. Olacaklar da!
Olacaklar, zira insan gruplarının kolektif hafızasına kazınmış "mazlûm kompleksi"; dolayısıyla da onun üretmek zorunda olduğu "fetişist" tapınma aniden sona ermiyor.
Nitekim, yuvarlak rakam ve genel olarak konuşursak, Sırplar "feláket" (!) sebebini tá 1389 Kosova’sından beri Türk kimlikli bir "öteki"nde; biz, o Türkler ise kendi "feláket"imizin (!) nedenini yine tá 1718 Pasarofça’sından beri diğer bir "öteki"nde aramıyor muyuz?
Eh yaz boz tahtası gibi kolay değil, yüzyılların "beyin şartlanması" ve onun sürekli biçimde yeniden ve yeniden ürettiği "komplotik" zihin şeması öyle şıp diye değişmiyor.
Dolayısıyla, her ikisi de "suçlu"yu ve "sorumlu"yu daima o "öteki"nde keşfettikleri içindir ki, hem bilinçaltında bunun "anti"si oluşturmak refleksiyle; hem de iláhlardan medet ummak içgüdüsüyle, kendi "ben"lerinde "aziz" yaratıyorlar. Onların ikonasını resmediyorlar.
Buyurun bakalım, "Çetnik kasap"ın meymenetsiz fotoğrafını dergiden kes; üzerine rengarenk "melek" háresi boya ve de Belgrad sokağındaki yeni ikonanın karşısına mum dik!
"Ah kara bahtım, vah mağdur kaderim, yuh kumpasçı düşmanım" diye dövünür.
Sevabına, belki eline bozuk metelik sıkıştırırsınız ama, hiç mi hiç kulak asmayın.
* * *
KULAK asmayın, çünkü en başta dediğim gibi, Sırp ulusu artık büyük bir çoğunluk olarak, aslında bizzat bu "ebedi mazlum ideolojisi"nin ruhuna mum dikiyor.
Henüz nekáhet devresi yaşasa da vartayı atlatmış olan o ulus, dünyayla bütünleşmek ve AB’yle birleşmek azmindeki demokratik ve özgürlükçü bir Sırbistan’ı müjdeliyor.
Ve şüphesiz, kökeni farklı ama arázı aynı "mağdur kompleksi"nden mustarip olsak bile, bin şükür, yakın tarihimiz Miloseviç’ler üretmediği için biz o müjdeyi daha önce yaşadık.
İkonanın mumuna tek nefes "püf" yeter, Sırp ulusuyla beraber ışıltılı yolda yürüyoruz.
Yazının Devamını Oku 15 Mart 2006
ŞUNUN şurasında topu topu bir buçuk asır, o sonsuz duyarlı "Belgrad’dan çıktım saat beş idi / Kur’án’ımla, martinim eş idi" diyen ağıt - türkümüz 1878 tarihini taşır. Dolayısıyla da, Sırp kavminin modern "ulus" kimliğini edinmesi çok, çok yeni sayılır.
Tıpkı, biz Türkler gibi!
Zaten, "ümmet"ten "millet"e geçiş sancılarımız da aşağı yukarı aynı dönemde başlar.
İşte, iki halk arasındaki birinci paralellik budur.
***
ÖTE yandan ve zaten hayati ortak özellik burada odaklanıyor, yine tıpkı Türkler gibi, Ortodoks Güney Slavlarının kolektif hafızası da "mağduriyet" dürtüsü üzerinde yükselir.
Sırp "ulusal harcı" bitip tükenmez bir "mazlûm edebiyatı"yla yoğrulmuştur.
Onların başına gelmiş olan her "feláketler"den (!) daima bir "öteki" sorumludur. Ancak yine de iki halk arasında maddi bir farklılık mevcuttur.
Çokuluslu bir imparatorluğun hakim "efendi"lerini oluşturmuş olan Türkler, "teba" kimlikli Sırplar tarafından bizzat o "mağduriyet"e yol açmış olan "baş aktör" addedilirler.
Buradan itibaren de ayrışma "hissileşir" ve ciddi bir intikamcılık devreye girer.
Bizim Belgrad ricádına ilişkin ağıt - türkümüz varsa, Sırpların da "Ey güzeller güzeli Türk kızı / Keşiş vaftiz edecek birazdan seni / Ey vadi içinde Bosna Sarayı / Ordumuz kuşatacak yakında seni" diyen "cenk türküsü" (!) vardır.
***
İŞTE, "ulus kimliği" iskeletini böylesine bir "Türk mağduriyet"i üzerine inşa etmiş olan Sırplar yukarıdaki ruhiyatı hiç terk etmediler. Kendilerini hep "mazlûm" (!) saydılar..
Bizden sonra kronolojik sırayla, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu; Almanya; SSCB; AB ve nihayet ABD, daima Sırpların "kötülüğünü" isteyen "öteki" işlevini gördü.
Zaman içinde farklılaşsalar da, bunlardan biri mutlaka "öcü" sayıldı. Öyle mimlendi. Ve, bin şükür Slobodan Miloseviç gibi bir "kasap"ı hariç tutmak ve tarihi seyri izafileştirmek kaydıyla, Türklerle Sırplar arasındaki paralellik bu noktada da inkár edilemez.
Bizim ilk "öcü"müzü oluşturmuş olan "Düvel-i Muazzama" travmasından başlayıp, şimdiki "bölünmek" paranoyamıza ve "ulusalcılık" şizofrenimize uzanırsak, aynı kökenden bir ortak "delirium" arázı; aynı türden bir ortak "öteki" korkusu ve tabiatıyla da, gelişmeleri ve sorumluları aynı cins komplo teorileriyle açıklayan ortak bir zihin şeması göz çıkartır.
***
NİTEKİM, şöyle mesafeli ve toparlayıcı bir perspektiften bakın, yakın geçmişe kadar o Miloseviç’in şahsına yansımış olan "fikriyat" size çok bildik şeyler hatırlatmıyor mu?
Nüansları ve lûgati tabii ki biraz "Türkleştirin" ve sonra kendinize şunu sorun:
"Sol" láfa rağmen "öteki"ne nefret ekseninde milliyetçilik üreten; bunu o "mazlum" psikolojisine oturtan; laik kisveye karşın Sırp Ortodoks mitolojiyi yücelten; her badirenin sorumluluğunu başkalarının kurduğu kumpaslara yükleyen; muhalifleri "hain" veya "ajan" iftirasıyla suçlayan; içe dönüklüğü, dünyadan kopukluğu, "kendi tuzuyla kavrulmayı" vaaz eden bu "sosyal faşist" ideolojiyi duymadınız mı, işitmediniz mi, görmediniz mi?
Duymuyor musunuz; işitmiyor musunuz; görmüyor musunuz?
Yani, Miloseviç’in "Sırp ulusalcılığı" size sonsuz ve sonsuz tanıdık gelmiyor mu?
***
OYSA, arázlar aynen tezahür etse de, tanımları sevmiyorum ama kasten kullanıyorum, Türkler "efendi"; Sırplar ise "teba" kimliği taşıyarak yukarıdaki ortak ruh halini edindiler.
Biri "Kur’án’ımla, martinim eş idi" diyen bir "büyüklük" (!) yakınmasıyla yetindi; diğeri ise "Keşiş vaftiz edecek seni" diyen bir "küçüklük" (!) intikamcılığı güttü.
O halde, köken farklı olduğuna göre "tedavi" de farklı olacak ki, yarına bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 14 Mart 2006
ARAPLARIN bir bölümünü hariç tutarsak, komplo teorileri uydurmak bab’ında biz Türklerle aşık atabilecek; hatta belki de fark atabilecek yegáne milleti Sırplar oluşturur. Nitekim, Slobodan Miloseviç; nam-ı diğer "Çetnik kasap"ın yargılandığı BM Savaş Suçluları Mahkemesi hücresinde ölü bulunmasından sonraki "tatava" bunu tekrar ispatladı.
Müteveffa Yugoslavya’daki tekne kalıntısı taraftarları ve postu Moskova’ya sermiş olan Bronislav biraderi, hazretin Lahey cezaevinde "zehirlendiğini" (!) öne sürüyorlar.
Pes ki pes ve de ne diyeyim?
*
AMA diyorum ki, evládları, eşleri, ebeveynleri Vukovar’da, Srebrenika’da, Tuzla’da biner biner katledilmiş Boşnak ve Hırvatlardan bazıları mutlaka "intikam yemini" içmişlerdi.
"Komitacı" geleneği, böylesine gizli örgütlenmeler Balkan’da ahval-i adiye sayılır.
Dolayısıyla, bunlardan bazıları yolunu bulup hapishane kadrosuna aşçı olarak girdiler.
Muhteremin "çebaviçi" ızgara köftesini yoğururken de, çaktırmadan, halis Hollanda danasından kıymanın harcına baharat falan değil, ölümcül arsenik yahut siyanür kattılar.
Vah vah, demek can derdindeki "Çetnik kasap", et derdindeki Felemenk kasabın aymazlığından ötürü öteki tarafı boylayıverdi.
*
OLMAZ olmaz demeyin, Mahkeme Başkanı Carla del Ponte hanım daha geçen gün "BM tercüman ücreti ödeyecek harcırahı bile ayırmıyor" diye yakınıp durmuyor muydu?
O halde, Slobodan Miloseviç için özel "taamcıbaşı" tayin etmesi mümkün değildir!
Devenin nalı ve böyle bir şey váki olsaydı kadıncağızı tefe koyup çalarlardı.
Düşünün ki, Bush o mahkemeyi reddediyor ve genel olarak BM’den gıcık kapıyor".
Paracıkların Belgrad voyvodasına midevi güvenlik sağlamak için bir "taamcıbaşı"na çarçur edildiğini duysaydı, ABD’nin New York örgütüne verdiği kredilerini şıppadak keserdi.
Zaten işte tam burada da başka bir ihtimal kulağıma kar suyu kaçırıyor.
*
O da şu ki, söz konusu Bush’un Teksaslı kovboy fütursuzluğuyla davrandığını ve de CIA’sından FBI’ına, bilûmum gizli servisler emrine ámade beklediğini hepimiz biliyoruz.
İşte belki de, "yargılama artık sıktı, siz hemen icábına bakın" talimatını buyurdu.
Eli uzun Amerikan servisleri de, kızıl dönem Bulgar ajanlarının ucu zehirli şemsiye kullanarak Londra sokağında yaptığı türden bir cinayet operasyonunu Lahey’de tekrarladılar.
Ve farz edelim ki, zehirli iğne bu defa şemsiyeyle değil de, dolarlarla satın alınmış gardiyanın tıpkı Brezilya yamyamları gibi nefesle üfleyeceği özel bir aletle şırıngalandı.
Zaten, Hitchcock filmlerinin fon müziğiyle sahneyi gayet iyi tahayyül ediyorum.
*
İŞTE zavallı Miloseviç katliamlardaki masûmiyetini ispatlamak için cuma gecesi harıl harıl savunma hazırlamıştır ve şimdi yorgunluktan bitáp, romatizmalarını Kuzey Denizi’nin rutubetinden korunmak için battaniyeye sarınmış, ranzasında uyumaktadır.
O ne, ayaklarının ucuna basarak hücre önüne gelen gardiyan gözetleme mazgalını açtı.
Eyvah, loş ışıkta hedef arıyor. Alengirli silahıyla yataktan sarkan eli nişanladı.
"Püffff", bütün ciğerlerini şişirerek, ucuna arsenik batırılmış iğneyi üfledi.
Ve cumartesi sabahı da, Allah taksiratını affetsin, Slobodan Miloseviç sizlere öbür.
*
NE yani, inanmadınız mı? Keyfiniz bilir. Sizi ikna için yemin billah edecek değilim.
Zaten ben de sizin o öne sürdüğünüz, hanidir yürek şikayeti olduğu; yüksek tansiyonu bulunduğuna ve dünkü otopsinin de sekte-i kalp sebebi gösterdiği raporlarına inanmıyorum.
Komplo teorisinde Türklerle yarışa kalkışan Sırplara hemen pes eden göz bende yok!
Yazının Devamını Oku 12 Mart 2006
HAYIR, sevmem!<br><br>Sevmem efendim, keyfimin káhyası ve kulağımın diyapazonu musunuz, sevmem işte! Ben, Ankara’daki Alaman elçisi Franz von Papen’in Reich altınlarıyla beslenen ve soyadından çağrışımla "Nazi" lákabıyla anılan gazete patronu değilim ki!
Onun gibi, bir yandan "Atatürk’ü anlayan tek şef: Hitler" manşetleri atıp, diğer yandan da "Dostum Mozart" diye kitap yazmaya kalkışmam.
Her iki Avusturyalı’yı da sevmem ve de nokta!
*
YOK yok, şaka söyledim. Daha doğrusu, pek bir abartıya kaçtım.
Hele hele, sırf milliyetlerindeki ortaklıktan dolayı 18. yüzyılın müzik dáhisiyle 20. yüzyılın insanlık canisi arasında ilinti kurmak ne haddime!
Üstelik, sırf soruyu sorup cevabı verebilmek amacıyla, yukarıdaki başlığın "Mozart" kelimesini bile ben uydurdum.
Çünkü o başlık aslında "Brahms’ı sever misiniz?"dir!
Senaryosunun uyarlandığı romanı Fransevi Françoise Sagan hanımın yazmış olmasına rağmen atmışlı yılların bir Amerikan filmiydi. Pek bir sükse yapmıştı.
Galiba başrollerde de Ingrid Bergman, Yves Montand, Yul Brynner oynamışlardı.
Her halükárda, benim bildiğim, işittiğim, duyduğum kadarıyla böyle áleni bir "Mozart’ı sever misiniz?" sorusu olmadı.
*
OLMADI veya olamadı, çünkü, sanki "a priori" bir hipotezmiş gibi herkesin ve herkesin Salzburg doğumlu kompozitörü sevdiği varsayılır.
Velev ki klasik Batı musikisini değil de, ağır aksak semaiyi, bahriye çiftetellisini, veya ne bileyim ben, hard rock uğultuyu tercih eden bir kulak disiplinine sahip olun?
Wolfgang Amadeus kısacık ömrüne rağmen ve haniyse daha bebek yaştan itibaren, sonatından operasına ve oda müziğinden cenaze marşına sayısız ve sayısız tını bestelemiş olduğu için, daha ilk baştan, elbet bunlardan birisini beğeneceğiniz hükmüne varılır.
Dolayısıyla, partisyonlarında daha bir "çetrefillik" arzeden Brahms için "sever misiniz" sorusunu sormak doğal karşılanır ama, "Figaro’nun Düğünü"nü de bestelemiş Avusturyalı için aynı soruyu sormak haniyse "günah" sayılır.
*
NİTEKİM, "Figaro’nun Düğünü" dedim de hatırladım.
Operayla hiç ama hiç arası olmayan benim dahi, sağ tarafımdan kalktığım bazı güneşli ve iyimser bahar sabahlarında, aynada tıraş sabunuyla kaplı suratıma bakarken aniden aşka geldiğim olur.
Kendimi Milano’nun "La Scala" sahnesinde icra-ı sanat eyleyen bir Caruzo, bir Pavarotti, bir Raimondi yerine koyar ve "Figaro si, Figaro si, Figaro siiiiiii" diye af buyurun anırmaya başlarım.
Aynanın o an şakkadak parçalanmamasına ve aşağıdaki komşunun elinde keserle yukarı fırlamamasına da hayretler ederim ki, bu başka mesele!
Demek ki, her ne kadar "Nazi" lákaplı müteveffa gazete patronu gibi işi "dostum" demek raddesine vardırmasam da, Mozart musikisi bana karşı bile "düşman" değilmiş.
Zaten neden olsun ki, ne sihirli flütüne pamuk tıkamışlığım; ne de hasmı Sallieri için rivayet edildiği gibi, şarabına zehir atmışlığım var!
*
PEKİİ, dönüp dolaşıp yine en baştaki soruya gelirsem, bu sene 250. doğum yıldönümü kutlandığı için yeri göğü inleten o Wolfgang Amadeus Mozart’ı sever miyim?
Aydın havası değil ama opus bilmem kaç "Küçük Oda Müziği" olsun, bu pazar kısa kesip sorunun cevabını gelecek haftaya bırakıyorum.
Aradan geçecek yedi günde siz de kendi açınızdan düşünmeyi sürdürüverin:
"Mozart’ı sever misiniz?"
Yazının Devamını Oku 11 Mart 2006
EMİNİM, bu satırlardan dolayı şimdi de kalemimi nükleer lobiye "satmış" olacağım.<br><br>Şüphe mi var, öyledir efendim! Eh beyaz francala gailesi, işte geçinip gidiyorum. Allah ne verdiyse, Amerikan "Westinghouse"; Fransız "Safran"; ne bileyim ben, Alaman "Siemens" falan, atom santralı inşa eden firmalardan yüzde "alıyorum"!
Yok abarttım, bunlar çok muazzam para tuttuğundan yüzdelik oran çok fazla sayılır.
Diyelim ki, binde sıfır virgül küsuratlık bir komisyonu cebe atacağım.
Böyle bir meblağın bırakın beni musalla taşına kadar Karun zenginliğinde yaşatacak olmasını, torunlarımın torunlarını dahi ebedi hayat sigortasına bağlar.
Dolayısıyla, müsaade buyurun, "satılık kalem"imi kullanarak şimdi şunları yazayım.
***
ANLAŞILAN, Türkiye enerji bab’ında ciddi bir "nükleer atak"a hazırlanıyor.
Nitekim, Zeynel Lüle ve Hakan Eskiöncü dün, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün, Viyana’da görüştüğü Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Muhammed El Baradey’i bu "atak program"ın açıklamasına katılmak için yurda davet ettiğini bildirdiler.
Hoş geldin Nobel ödüllü diplomat da bilhassa, sefalar getirdin "nükleer program"!
***
BURADA önce şunu belirteyim, ben hayatımda asla militan bir "ekolojist" olmadım
Hele hele, "nükleer enerji karşıtı" bir "a-v-a-n-a-k" hiç mi hiç olmadım!
Ultra refah toplumlarında ahkam kesen tuzukurular gibi "zengin şımarığı" değilim.
Kaldı ki, bu hazretlerin vaaz ettiği "tehlike" de somut gerçekle bağdaşmıyor.
Kabul, ABD’nin Three Mile Island veya müteveffa SSCB’nin Çernobil atom santrallarında vahim olaylar yaşandı ama, bunlar yukarıdaki nesnel olguyu değiştirmez.
***
DEĞİŞTİRMEZ, çünkü bir, enerji alanında "sıfır riziko" yok ve de asla olmayacak.
Üstelik, nükler santralların tüm zayiatını toplasanız, bu, kömür madenlerindeki patlamalarından petrol kuyularındaki yangınlara, "geleneksel kaynaklar"ın sadece ve sadece son on yılda insan hayatına ve çevre kirlenmesine verdiği zararların yanında solda sıfır kalır.
Burada, tıpkı en emniyetli ulaşım aracı olmasına rağmen uçak kazalarının hep ön plana çıkmasındaki gibi, çekirdek kombinalarının yine en güvenlikli ve en denetimli mekánları oluşturmasına karşın, her pire vukuatın derhal deve yapılması psikolojisi söz konusudur.
Ve tabii hiç şüphesiz, aslında "nükleer lobiler"e rahmet okutan "Greenpeace" türünden "ekolojist lobiler" de bu psikozu manipüle ederek, ipleri gayet güzel oynatıyorlar.
***
SONRA, petrolün varili atmış dolar oldu ki, bunun bir sonu ve kuyunun bir dibi var.
Bugün değilse yarın; yarın değilse öbür gün, bitecek. Kalanı da iksir niyetine satılacak.
Ve bütün tecrübeler ve istatistikler ispatlıyor ki, "alternatif enerji, alternatif enerji" diye çığırtkanlığı yapılan o Don Kişot usulü yeni "yel değirmenleri" falan palavrasyondur.
Astarı yüzünden pahalıya mal oluyor ve verdikleri randıman diş kovuğuna kaçmıyor.
Bunlar ancak o "ultra refah" toplumlarında "tamamlayıcı lüks" oluşturabilirler.
Oysa, Almanya’sından İsveç’ine, nükleer enerjiden "uzaklaşmak" eğilimine girmiş böylesine ülkelerde bile artık gerçekçilik dayatıyor. Eski kararlar "gözden geçiriliyor".
Dolayısıyla, zaten bugüne kadar çok alarga davranmış bir Türkiye’nin şimdi derhal kolları sıvayarak "nükleer atak"a geçmesi kadar doğal bir şey olamaz ve de düşünülemez.
Uzman kadro, sonsuz güvenlik, milimetrik araştırma, devasa yatırım, o pek bir dil pelesengi edilen "enerji bağımsızlığı" için tek bir seçeneğimiz var: "A- t- o- m"!
Çekirdeği ehlileştirerek parçala ve milyar ve milyar vatlık elektriği hayata akıt!
Eh ne dersiniz, "nükleer lobicilik"te kalemimi "iyi satıp" komisyonu hak ettim mi?
Yazının Devamını Oku 9 Mart 2006
VLADİMİR İliç Ulyanof, nam-ı diğer Lenin, burjuvazinin çok "ödlek" (!) bir sınıf olduğuna ve "höt" deyince teslim bayrağı çekeceğine dair sayfalar ve sayfalar döktürmüştür. Bolşevik darbecinin yukarıdaki saptaması doğru muydu? Bir ölçüye kadar, evet!
Bir ölçüye kadar, çünkü bu tahlil 1. Savaş içindeki kaos Rusya’sıyla özdeşleşiyordu.
Henüz serflik sisteminden bile yeni sıyrılmış o Rusya ki, köklü ve oturaklı bir sanayii burjuvazisi son derece sınırlıydı. Hálá step kokan kentsoyluların "kentlilik"i yüzeyseldi.
Söz konusu yüzeysellik sayesindedir ki, "dün vakit erkendi, yarın geç olur" diyerek zamanlamayı iyi seçen Lenin, iki manga başıbozukla Kışlık Sarayı basıp devleti zaptediverdi.
İstimi arkadan gelen bir İç Savaş falan çıktı ama, aslında gerçekten "ödlek" davranıp tası tarağı toplayan burjuvazi iktidarı kızıl süngülere terketti ve kendi defterini kendi dürdü.
* * *
BUNA karşılık, Moskova’daki "Cihan İnkilábı"nın (!) bel bağladığı Almanya’da ve Habsburg İmparatorluğu’ndan yeni ayrılmış Macaristan’da hiç mi hiç aynı şey gerçekleşmedi.
Rusya’dan farklı olarak, buralarda kök salmış kentsoylu sınıfı teslim bayrağı çekmedi.
Ora burjuvaları, Berlin ve Peşte’de de darbeye kalkışan kızıllara pabuç bırakmadılar.
İlkinde Luxemburg - Liebnecht, ikincisinde ise Bela Kun önderliğini tarûmar ettiler.
Başka bir deyişle, kentsoyluluktaki "soyluluk" şeceresini hanidir Ren havzasının çelik putrellerine ve Tuna şehrinin "art deco" avizelerine kazımış olan köklü sınıf, öyle step ağalığından atelye patronluğuna yeni geçmiş Rus türediler gibi anında yelken mayna etmedi.
Hem kendi çıkarlarını, hem de "sistemin legalitesi"ni korumak için direndi.
Yani, gerektiğinde şiddete karşı şiddet kullanarak ödlek değil, "bahadır" (!) davrandı.
* * *
NİTEKİM, daha sonra yaşanan pek çok örnek de ispatladı ki, Lenin’in tahlili olsa olsa, tam palazlanmamış ve "sınıf refleksi"ni edinememiş burjuvaziler için geçerli olabilir.
Buna karlılık, ekonomik açıdan yerleşiklik kazanmış; sosyolojik bağlamda oturaklılık edinmiş ve politik mekanizmada kimlik oluşturmuş kentsoylu sınıfı ne öyle her bir şey için panikler, ne de söz konusu sınıfı en zirvede taçlandıran liberal demokrasiden taviz verir.
Kızıl - kara çapulculuk; teokratik - laisist şirretlik; veya, militarist - Bonapartist darbecilik önünde "tabansız" davranmaz. Varoluş nedeniyle bütünleşen rejimi sahiplenir.
Kabul, sermaye doğası itibariyle "tedirgin" ve "uzlaşmacı"dır ama, kentsoyluluğun o "soyluluk" şeceresi bunların derece ve sınırını belirlemiştir ki, bir noktada "hop dedik" der.
Bunları şunu için söylüyorum.
* * *
VAN’daki fişmekán savcı "iddianame" mi hazırladı, borsayı vurmaktan askeri darbe spekülasyonu uydurmaya, çat kapı ortalık karışıveriyor. Böyle örnekler saymakla bitmez.
El insaf, n’oluyoruz! Tamam, Türkiye burjuvazisi İngiliz sanayi devrimine uzanan bir kentsoylu sınıfı değil ama, 1917 Rusya’sının o derme çatma ve "devşirme" sınıfı da değil!
Oturdu. İzmit kombinasında, Adana fabrikasında, Teşvikiye apartmanında oturaklaştı.
Üstelik, "dış dinamik" diye zaten hep bunun için yırtınıyorum, küresel ekonomi, AB süreci, karşılık bağımlılık derken iktisaden sınıf ve siyaseten demokrat olarak evrenselleşti.
Kimse korkmasın ve işkillenmesin, bir "tornistan" girişimi her kim tarafından ve hangi ideoloji çerçevesinde gerçekleştirilmeye çalışılırsa çalışılsın, başarı şansı sıfıra yakındır.
Çünkü biline ki, Türkiye burjuvazisi bundan böyle "sınıf refleksi"yle kendisini; dolayısıyla sistemi ve rejimi savunacaktır. "Höt" deyince susan eski "toyluk" devri bitmiştir.
Bunun için gerekli iktisadi güce; siyasi performansa; uluslararası dayanışmaya ve bilhassa ve bilhassa da, "kentsoyluluk kültürü"ne artık sahiptir.
O soyluluk ki, damarlarda kendine güven ve cesaret kanıyla akar.
Yazının Devamını Oku 8 Mart 2006
BREH breh breh, orduya karşı "darbe" (!) girişimi yapılmışmış.CHP lideri Deniz Baykal, Van Savcısı Ferhat Sarıkaya tarafından Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt hakkında suç duyurusunda bulunulmasını böyle yorumladı. Yangına körükle giden bu demagojik yaklaşımın siyasi hesaplardan kaynaklandığını elimizle koymuş gibi bilsek dahi, yine de şu gerçeği itiraf etmek zorundayız.
Baykal, ülkemizde sonsuz hükümranlık süren bir zihin şemasına "tercüman oldu":
Komplo!
* * *
ÖYLE, zira madem Büyükanıt’ın teamülde Genelkurmay Başkanı olması gerekiyor ve madem Kara Kuvvetleri Komutanı "cihet-i askeriye"nin "eleştirel" kanadında sayılıyor, o halde savcı iddiaları da Orgeneral’in "önünü kesmek" için hazırlanmış bir kumpastır!
Peki, kim hazırladı? Hangi görünmez dudaklar "dikte ettirtti"?
Baykal açıkça söylemedi ama iktidarı kastettiğini anlamamak için aptal olmak gerekir.
* * *
"HANİ delili" diye üstelemeden ve orduyla "dalaşmanın" (!) ilk günden beri AKP strateji ve taktiği içine girmediğini vurgulamadan önce, içimden şu soruyu sormak geçiyor:
Diğer savcılar Ermeni konferansı; Orhan Pamuk; bir dizi yazar; Hrant Dink vs. hakkında "suç" duyurusunda bulunup dava açtığında, CHP önderi neden hiç "demokrasiye darbe girişimi yapılıyor" demedi? Niçin "hukukun üstünlüğü" teranesiyle yetindi?
Bir siyasi parti liderinin ilk görevi, o demokrasinin "olmazsa olmaz" şartını oluşturan ifade özgürlüğünü sahiplenmek değil midir ?
Orgeneral Büyükanıt’a karşı derhal "kumpas" keşfeden Baykal’ın, AB sürecinde peş peşe gelen bu vukuatlarda haydi haydi "komplo sezinlemiş" olması gerekmez miydi?
Şimdi, belki sizleri şaşırtacak olan cevabı ben veriyorum:
Hayır, gerekmezdi!
* * *
GEREKMEZDİ ve her ne kadar Baykal’ın yukarıdaki "adli suçlamalar" (!) karşısında demokrasiyi sahiplenmemesi etik açıdan büyük bir zaaf oluştursa dahi, muhalefet liderinin buralarda "komplo" keşfetmemesi son derece doğal bir tutum oluşturdu.
Zira, söz konusu davalarda ne kumpas, ne danışıklı dövüş, ne de emir vardı. Olmadı.
Tıpkı, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt hakkındaki "iddianame"nin (!) arkasında da bir "komplo"nun ve "darbe girişimi" olmadığı gibi!
Nasıl ki Büyükanıt’a veya Van’daki diğer vukuat Yücel’e ilişkin "soruşturmalar" (!) kimse tarafından dayatılmadı; belki "zıt kutupta" algılansalar dahi, Konferans, Pamuk, yazarlar, Dink, vs. davaları da "görünmez bir el" tarafından empoze edilmedi.
Benim Deniz Baykal gibi çifte standartım ve öküz altında buzağı keşfeden huyum yok, velev ki demokrasiye karşı darbe addedeyim ve sonuna dek eleştireyim, yine de özgürlüğü kısıtlayan böylesine "adli suçlamalar"ın planlanmış birer komplo olmadığını biliyorum
Çünkü bunların tümü birden, bizzat Türkiye’deki o "adli sistem"den kaynaklanıyor.
* * *
ÖYLE ve balık baştan kokar. Sistem sorgulanmassa, herkes kendi komplosunu üretir.
Düşünün ki, bu ülkede bir Anayasa Mahkemesi Başkanı "sıkıysa" diye etrafı susta durdurmuş; bir Yargıtay Başsavcısı "kan içiciler" diye iddianame yazmış; ve en önemlisi de, bırakın hazretlerin evrensel hukuk devleti hizasına çekilmelerini, bunlar baş tácı edilmişlerdir.
Eh, böylesine bir "adli sorumsuzluk" her alt kademenin de kendi meşrebine uygun telden çalmasına çanak tutar. Bunu "meşru" (!) kılar. Heyhat, bir de "meşhur" (!) kılar.
Ne iktidara, ne orduya karşı komplo, ebedi "darbe girişimi" hukuka karşı yapılıyor.
Yazının Devamını Oku 7 Mart 2006
PAKİSTAN’da kriket oynarken rakip topun kendisine isabet etmesini hariç tutarsak, George W. Bush’un geçen hafta gerçekleştirdiği Asya gezisi "kazasız belásız" bitti. İlkin, güvenlik nedeniyle zaten son ana kadar gizli tutulduğu için, Bush’un Afganistan "sıçrama"sında bir "vukuat" meydana gelmemiş olmasını normal karşılamak gerekir.
Bu uğrak esas itibarıyla sembolik bir anlam içerdi ve Kabil’deki Hamid Karzai hükümeti için "kalbe kuvvet" işlev gördü.
* * *
İKİNCİ durağı oluşturan ve Birleşik Amerika’nın artık stratejik bir müttefikine dönüşmekte olan Hindistan ise zaten "netámeli" kategoride yer almıyordu.
Nitekim, alt kıta devletinde büyük coşkuyla karşılanan Washington lideri Yeni Delhi’ye de kelimenin tam anlamıyla bir "hediye" verdi.
ABD, Hindistan’a nükleer hammadde satılmasını; yani, uluslararası denetim olmadan santralların askeri-sivil ayrımını Hint otoritelerinin kendisinin yapmasını resmen onayladı.
Fakat, Bush’un son uğrağı Pakistan da "düşman kardeşi" gibi bir atom gücü olsa dahi, aynı armağandan yararlanmadı.
* * *
O Pakistan ki, ülkedeki radikal dinci gruplar, Amerikalı önderin hanidir takvimde yer alan gezisini protesto etmek amacıyla cumartesi günü için büyük bir gösteri planlamışlardı.
Oysa, tam fiyasko olmasa bile, belki caydırıcı tedbirlerden; belki de düzenleyicilerin seferberlik sağlayamamasından ötürü protestoya katılanların sayısı son derece cüzi kaldı.
George W. Bush muhatabı Pervez Müşerref’e Yeni Delhi’ye sunduğu "nükleer serbesti hediye"sini vermediği gibi, diplomatik bir "lisán-ı münasip"le de olsa, Pakistan’ın El Kaide teröristlerine karşı "daha ciddi" mücadele etmesi gerektiğini vurguladı.
Ve, İslamabad ziyaretinin "vukuatsız" bitmiş olmasından dolayı Bush dönüş uçağına rahat bir nefes alarak binerken de, Asya gezisinden iki temel nokta kaldı.
* * *
İLKİNİ, ABD stratejisinin terörle mücadele hayatiyeti üzerine oturduğu oluşturuyor.
Bilinen bir vakıa olduğundan bunu tekrarlamayacağım ama, Bush’un gezisiyle ortaya çıkan yeni nokta şu ki, Pakistan-Washington açısından önemini hálá koruyor olsa bile, aşağıda değineceğim ikinci olguya paralel olarak "vazgeçilmezlik" konumunu tedricen yitiriyor.
Zaten o ikinci olguyu, "nükleer hediye"nin de ispatladığı gibi, Hindistan’ın Birleşik Amerika’nın Asya’daki "stratejik müttefik"ine dönüşmesi oluşturuyor.
ABD diplomasisi "Hint kartı"nı oynayarak "Çin’i dengelemek" projesi üretiyor.
Çünkü şu kesin gerçek ki, Pekin yönetiminde kim olursa olsun, Çin "büyük güç" olmak tercihini yaptı ve bu doğrultuda ilerleyecek.
Dolayısıyla da, kısmen Japonya hariç, "ultra süper güç"ün bölgede ÇHC’ye yegáne "alternatif"i oluşturabilecek Yeni Delhi’yi "kayırması" ilk bakışta "normal" gözüküyor.
* * *
ANCAK, bu konuyu başka bir yazıda ayrıntılı biçimde ele alacağım, Çin’in illá "anti Amerikan" bir parkurda "yükseleceği" varsayımı da "mutlaklık" arz etmiyor.
Başka bir deyişle, tabii ki Hindistan da devasa bir ülkedir ve ABD ona "ihtimam" göstermelidir ama, bunu "ejderha" korkusuyla yapmak ve Pekin’i tedirgin edecek girişimleri ön plana çıkartmak, sadece, oradaki farklı odaklardan birisini oluşturan o "anti Amerikan" kutbu güçlendirmeye yarar. Son tahlilde de, tüm bunlar Büyük Çin’i zaten "zaptedemez".
Dolayısıyla, Bush burada da 11 Eylül ertesi İslam álemini değerlendirirken düştüğü yanılgıyı tekrarlıyor ve Clinton’un tersine, Çin’i "hasım" addeden politikalara kayıyor.
Oysa, doğru Hint’siz bir Asya düşünülemez ama, Çin’siz bir Asya hiç düşünülemez.
Yazının Devamını Oku