Hadi Uluengin

Sonuç temennisi

11 Nisan 2006
SİZ bu sütunu okurken İtalya’daki seçim sonuçlarını biliyor olacaksınız.<br><br>Oysa, yazıyı yazdığım şu saatlerde sandıklar henüz kapanmadığı için, ben bilmiyorum. O halde, burada tahlil yapmayacağım ve sadece bir dilek ifade edeceğim.

Umarım ki, "zafer"i kazanan taraf şimdiki lider Silvio Berlusconi’nin etrafındaki sağ "Forza Italia" koalisyonu değil de, Romana Prodi’nin önderlik ettiği "sol cephe" olmuştur.

Hafiften bir Şark kaderciliğiyle "inşallah" deyip, ilk noktayı koyayım.

* * *

PEKİ, yukarıdaki "sağ" ve "sol" kavramlarını zaten sonsuz göreceleştiren ve ihtiyatla karşılayan bu satırlar yazarı, neden böyle bir temennide bulunuyor? Eski damarı mı depreşti?

Üstelik, "Şövalye" lákaplı o Berlusconi’nin AB konusunda Ankara’ya destek verdiği; háttá "dostluğu" (!) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kerimesinin düğününe katılacak ölçüye vardırdığı düşünülürse, böyle bir dilek "milli çıkarlar"la (!) çelişmiyor mu?

Hayır!

* * *

HAYIR, çünkü dün Ferai Tınç’ın açıkladığı gibi, ne şimdiki Roma liderini gerçek bir "Türkiye hayránı" sanmak; ne de, geçmişte Özal’ın danışmanlığını yapmış olan sabık Brüksel Komisyonu Başkanı’na bariz bir "Türkiye karşıtı" yaftası yapıştırmak gerekiyor.

Tıpkı sağ ve sol tanımları gibi, buradaki "pro" ve "anti" sıfatları da çok izafidir.

Yani, Ali veya Veli kazanmış, İtalya’nın Ankara siyasetinde ciddi viraj dönülmeyecek.

Zaten láf aramızda, bu konu Çizme Yarımada’da dış kapının mandalı önem arzediyor.

* * *

ÖTE yandan, o genel "sol" etikete rağmen, bu defa "Profesör" lákabıyla anılan Romano Prodi’yi geleneksel anlamda "sosyal demokrat" saymak dahi bayağı yanlış olur.

Prodi, Anglo-Sakson ekseni benimsemiş bir Latin "sosyal liberalizm"ini simgeliyor.

Unutmayalım ki, aynı şahsiyet AB Komisyonu’nu yönetirken söz konusu yeni tür "sosyal liberalizm"e son derece yakın durmuştu. Bundan dolayı da okların hedefi oldu.

Üstelik, seçim kampanyası "sarhoş" ve "salak" türü suçlamalarla çok aşağıdan uçsa bile, "Profesör" bu kampanya sırasında sürekli olarak İtalya’nın "serbestileşmesi" istedi.

Yani, belirli ekonomik sektörlerdeki devlet ağırlığının asgariye inmesi temasını işledi.

O İtalyan ekonomisi ki, dört yıllık Silvio Berlusconi döneminde tepetaklak gitti.

* * *

EVET, işsizlik oranından GSMH hacmine istatistikler ortada, doksanlar nihayetiyle başlamış olan iktisadi "İtalyan ricádı" "Şövalye"nin iktidarıyla gerçek bir bozguna dönüştü.

Gelirler artmadı, çelişkiler zıtlaştı ve coğrafi Kuzey - Güney uçurumu derinleşti.

Bunun tek istisnasını ise, başta bizzat "politikacı - işadamı" (!) Silvio Berlusconi’nin kendi familya şirketleri olmak üzere, Yarımada’da giderek oligarşik bir yapı edinen ve kökeni eski sanayi devrimine uzanmayan bir "katakulli burjuvazisi"nin yükselişi oluşturdu.

Zaten bizzat Berlusconi’nin "yenilik"i de, geleneseksel "ricál"e "isyan edermiş" (!) gözükmesinde ve kendi mülkiyetindeki medya aracılığıyla sahte imajlar üretmesinde odaklaştı.

Küçük burjuvaziyi popülizmle okşadı. Beyinlere de huniyle "televole kültürü" akıttı.

Nitekim, kararsızları etkileyebilmek için kampanyasının son anında ikinci hánelere emlák vergisini kaldıracağını "vaat etmesi"yle, bu ucuz popülizm artık tam göz çıkarttı.

* * *

TAMAM da, alt tarafı benim gözümü çıkartıyor. Ne kıymet-i harbiye ifade eder ki?

Acaba, "Şövalye"nin "televole kültürü"yle sahte efsanelere boğduğu İtalyanların da gözünü çıkartmış olacak mı? Postmodern serfler postmodern derebeyini alaşağı edecek mi?

Ben öyle olmuş olmasını diliyorum ve şiz şu an, bunun cevabını biliyorsunuz.

Yazının Devamını Oku

Havaalanında zaman

9 Nisan 2006
Anan yahşi, baban yahşi, ben "Olmaz, ne münasebet" diyorum; eti budu yerinde Bavyeralı kadın kocca poposuna giydiği üniforma pantolonun cebinden bir cımbız çıkardı, "Ya pamuk, ya çakmak" diye dayatıyor ve arkadaki yolcu kuyruğu giderek uzuyor. Surat hatlarından tabana vurmuş bir "IQ" zekásı akan meslektaşı da imdadına yetişti, Alamanca yazılmış bir yönetmeliği gözümün içine sokmaya çalışıyor.

GEÇEN akşam Münih Havaalanı’nda uçak değiştirdim.Hani, bitáplığı giderebilmek için ayaklarını gizli gizli iskarpinlerin dışına çıkartan ve kalkış anonsu yapılana kadar da, dış haberlerden başlayarak hızlı hızlı "Herald Tribune" okuyan "lacivert kadınlar"ın yoğun olduğu o sihirli saatler vardır ya, işte onlardan biriydi.

Böyle vakitleri sonsuz severim. Daima da sevdim.

Ve her defasında kulaklarıma, Laurie Anderson’un pilotun varış müjdesini tekrarladığı cazi şarkı gelir.

Tınıları yine duyar gibi oluyorum, "di"yi kasten uzatarak, "parking condiiitions?"

*

ANCAK, yukarıda akşam vakti havaalanlarının "sihirli" olduğunu söyledim ama, aslına bakarsanız bu defa ortalıkta sihir mihir yoktu.

Uçak taşımacılığının kitlesel biçimde "demokratikleşmesi" birinci faktör; Münih’in o "hub" denilen aktarma menzillerinden birine dönüşmesi ikinci etken, etraf ana baba günüydü.

Ölü sezon ucuzluğundan istifade, adını coğrafya atlaslarından bile bilmedikleri egzotik tatil yörelerine giden küçük burjuvalar; veya günübirlik iş seyahatlari için tren yahut otomobil yerine artık hava yolunu tercih eden küçük kadrolar, ortalıkta iğne atsan yere düşmüyordu.

Alan, büyük bir şehrin en civcivli saatindeki en merkezi metro istasyonuna benziyordu.

Öyle ki, yeni çıkış kapıma yakın kafetaryalardan birinde, silme dolu masaların tek bir tanesinde bile boş iskemle bulamadım.

Tezgáha ilişmek zorunda kaldım ki, hemen hepsi kallávi bardakta Bavyera birası siparişlerini alıp veren garsonun sanki kasten itekleyip durmasına daha da çok sinirlendim.

Üstelik, zaten oraya da burnumdan soluyarak gelmiştim.

*

HİDDETLİ, hem de çok hiddetliydim, çünkü geliş menzilimden inip aktarma uçak için tekrar havaalanı kontrolünden geçtiğimde, haniyse sille tokat kavga ettim sayılır.

Çünkü, işgüzár mı, yoksa Türk pasaportumdan dolayı gizli ırkçı mı, bu nokta hakkında kesin hüküm veremeyeceğim ama, izbandut gibi "memure" çakmağıma el koymaya kalkıştı.

Sittin ve sittin senedir benim benliğimle özdeşleşmiş olan ve Amerika’dakiler dahil, dünyanın her bir yanındaki sayısız ve sayısız havaalanı denetiminden hiç pürüzsüz geçmiş olan o çakmağımın "yasak" (!) kategorisine girdiğini söyledi. El koymaya kalkıştı.

Ancak, içindeki benzin haznesini oluşturan pamuk yumağının çıkartılmasına izin verdiğim takdirde, tekrar cebime yerleştirebileceğimi ihtar etti.

Buyrun bakalım, gel de hatunu oracıkta gırtlaklayıverme!

*

ANAN yahşi, baban yahşi, ben "Olmaz, ne münasebet" diyorum; eti budu yerinde Bavyeralı kadın kocca poposuna giydiği üniforma pantolonun cebinden bir cımbız çıkartı, "Ya pamuk, ya çakmak" diye dayatıyor ve arkadaki yolcu kuyruğu giderek uzuyor.

Surat hatlarından tabana vurmuş bir "IQ" zekásı akan meslektaşı da imdadına yetişti, Alamanca yazılmış bir yönetmeliği gözümün içine sokmaya çalışıyor.

En iyi ihtimalle uçağı kaçıracağım; en kötü ihtimalle de, elimden çıkacak "káza" neticesinde, Hitler’in "Kavgam" budalalığını hangi hücrede yazmış olduğunu araştırmak için Münih Hapishanesi’ne gireceğim, çaresiz, pamuktan feragát ettim.

Duydu mu, duymadı mı bilemiyorum ama, hatuna, "Al o pamuğu, münasip günlerinde kullan" bedduasını okuyarak da, yukarıda sözünü ettiğim aktarma noktama doğru revan oldum.

*

EH, burada ve bu andan itibaren, "lacivert kadın" cazibesiyle efsunlanmış akşam havaalanlarının büyüsü ne gezer!

Dolayısıyla, tünediğim tezgáh köşesinde, köpüksüz Bavyera biralarını getirip götüren mendebur garsona inat, halis İskoç viskisi istedim. Bir çırpıda da diktim.

Ucuz egzotika yolculuklara çıkmaktan mutlu gürültücü küçük burjuvalara ve dizüstü bilgisayarlarının markasını teşhir etmekten bir o kadar mutlu, küçük kadrolara bakıyorum.

Hazin! Tek kelimeyle hazin ve de bilhassa, sihir yoksunu!

Şimdi ne kulağımda Laurie Anderson’un "parking condiiitions" nakarátını cazi tınılarda tekrarlayan "varış müjdesi" şarkısı var; ne de beynimde, Ahmet Hamdi Tanpınar Usta’nın başyapıtlarından biri olan, "Bir Uçak Yolculuğundan Notlar" denemesi var!

Kalkış anonsumu bekliyorum. Sabırsızlıkla bekliyorum.

Şuradan cehennem olup sálimen varacağım menzile ulaşayım, yeter.

"Herald Tibune" okuyan "lacivert kadınlar" da kusur kalsın. Ve zaten, artık yoklar.

Yahut da, önümdeki "demokratik" kalabalığın arasında öylesine sıradanlaşmışlar ki, tayyörlerinin o laciverti griye dönüşmüş. İskarpinlerinin erotikası da cinsellikten soyutlanmış.

Evet evet, zamanlardan yine bir "akşam havaalanları" vaktidir ama, şüphe yok, şimdi "zamanlar değişmiş"!
Yazının Devamını Oku

Karışık kafa

8 Nisan 2006
"TÜRKLERİN kafası karışık"! Dünkü "Hürriyet", "Bilgi Üniversitesi" ve "İnfakto Research Workshop"un ortaklaşa gerçekleştirdiği ve milliyetçi kavramları sorgulayan kamuoyu taraması sonuçlarını "Tempo" dergisinden naklen aktarırken, bu öz ve özet arabaşlığı kullanmıştı.

Evet, ülkemiz insanlarının kafası karışık! Bayağı bayağı karışık!

Soruşturmanın en geri planında gözükse dahi ben şimdilik, "Türklüğü dışarıda en çok tanıtan kimdir" sorusuna verilmiş olan cevaplar çerçevesinde ele almakla yetineceğim.

* * *

YANITLAR önceliğe göre, Fatih Terim, Sertab Erener, Yaşar Kemal, Süreyya Ayhan, Tarkan, Gazi Yaşargil, Orhan Pamuk ve Mehmet Öz isimlerini kapsıyor.

Tabii ki yanlış ve "ilk üç"teki antrenörümüzü, şantözümüzü ve yazarımızı asla küçümsediğimden değil ama, böyle bir sıralama "öteki"ni bilmemekten kaynaklanıyor.

Bilhassa da, o "öteki"nin o "ben"i nasıl bildiğini bilmemekten kaynaklanıyor.

Çünkü, söz konusu "öteki"; yani kendi ülkesinde "Türklük"e ilişkin olarak sorgulandığı takdirde cevabı verecek olan sıradan bir "sokaktaki adam" iki isim sayacaktır.

İlki Mehmet Ali Ağca ve ikincisi de muhtemelen Tarkan! Nokta.

Zikredilen diğer adların hepsi ancak belirli bir branşı yakından izleyenler; háttá, o branşta uzman seviyeyi tutturmuş olanlar tarafından, ihtimal telaffuz edilebilirler.

Bu da asla ve asla, "ben"im genel bir "öteki" nezdindeki "Türk" imajımı yansıtmaz.

* * *

YUKARIDA getirilen yanıtların temel özelliğini "popüler kültür" belirliyor.

Başta futbol, spor ve müzik ön plana çıkıyor. Doğaldır ve eleştirilecek bir yanı da yok.

Zaten aslına bakarsanız, edebiyat ve tıp gibi "üst grado"nun aksesuvar oluşturmasına rağmen, onların listede yer alabilmesi dahi başka bir "popüler" olgu yansıtıyor.

Yani, "elit" kategori içinde bazı isimlerin var; Fazıl Say gibi diğer bazılarının ise yok olduğu düşünülürse, burada "Türklüğü dışarıda en çok tanıtan kim" sorusu yanıtlanmıyor.

Cevaplar özünde, "Türklüğü dışarda tanıttıkları Türkiye’de en çok tanıtılmış olanlar kim" türü bir "popülarite"yle bütünleşiyor. Buna aşağıda kısmen değineceğim.

O halde çok rahatlıkla diyebiliriz ki, Türkler iç bünyede en yoğun olarak hangi konu ve şahıslarla haşır neşirlerse, "öteki"nin de kendilerini bunlarla özdeşleştirdiğine inanıyorlar.

Zaten yanılgı da buradan kaynaklanıyor ve çift boyutlu bir vahamet arz ediyor.

* * *

LİSTEDE ister istemez zikredilen Ağca’yı geçelim, ilk yanılgı, yerel bir "popüler kültür" kahramanlarının "öteki" nezdinde de "ben"i evrensel kılabildiğini sanmaktır.

"Narsisizm" diye tanımlanır ve kendine tapınmak içgüdüsü içeren ruhi bir arázdır.

Bir dev aynası sendromu yaratır ama tedavisi mümkündür. Fazla bulaşıcı da değildir.

Fakat, çok çok daha ciddi ikinci yanılgıyı, bu defa "öteki"nin aynasına yansıyan "ben" imajımızı kendi kendimize deforme etmek saplantısı oluşturuyor.

Artı, bazen olumsuz, bazen olumlu deformasyona yine kendi kendimizi inandırıyoruz.

Yani, soruşturmadaki diğer "kafa karışıklıkları"nın da ortaya koyduğu gibi, "biz Türkler" yalnız söz konusu "öteki"nin nesnelliğini yanlış değerlendirmekle kalmıyoruz.

Onun bize bakış nesnelliğini de ıskalayıp, kendi öznelliğimizde ama "öteki" adına bir "ben" imajı üretiyoruz. Yoktan var ettiğimiz káh kabusu, káh rüyayı gerçek sanıyoruz.

Ve kısırdöngüde, sanki varmışmış ve sanki "öteki"ne aitmişmiş gibi, o hayali "ben"i kıstas alıp hem kendi "ben"imizi; hem de "ötekindeki ben"imizi yorumlamaya kalkışıyoruz

İşte, soruşturma iyi okunursa, aslında gelecekteki "kafa dinginliği"nin de müjdelerini veren bu "kafa karışıklığı" böyle bir hercümerçden kaynaklanıyor ki, tekrar değineceğim.
Yazının Devamını Oku

Bizde Mayıs

6 Nisan 2006
"ALTMIŞ Sekiz" bir "ütopya"ydı! Yani, adı üzerinde, bir "hayal"di!<br><br>Ve bütün hayaller gibi de, ayakları sağlam zemine basmıyordu. Basbayağı "uçuk"tu. Diğer bir deyişle, önceden hazırlanmış mantiki bir projeyle ortaya çıkmadı.

El yordamıyla ilerledi ve hayatı elástiki bir süreç içinde "dö-nüş-tür-dü".

* * *

FAKAT, otuz sekiz yıl sonra bugün mesafeyle baktığımız takdirde, "kutsal isyan"da belirleyici olan temel özelliğin "anti-otoriter" eksen olduğunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz.

Öyle bir eksen ki, o sıra çizgiyi henüz yarattığıyla değil, sorguladığıyla çekmektedir.

Deyimler yerindeyse, "yıkıcı" dinamiği "yapıcılığına" haydi haydi ağır basmaktadır.

Ve, hemen tüm devrimlerin ilk aşamasını oluşturan yukarıdaki olguya ek olarak, daha sonra tedricen hayatı da dönüştürebildiği içindir ki, "68" hiç şüphesiz bir "devrim" oldu.

Üstelik, başta Herbert Marcuse, sanayi ötesi toplumlardaki insani yabancılaşmayı eleştiren Franfurt Ekolü filozofları "ásiler"e rota gösterdiği için, "devrim" aynı zamanda "anti-modernist" bir nüve barındırdı. Şimdiki "postmodernizm" o sıra ana rahmine düştü.

Zaten de, esas "patırtı" 2. Savaş ertesi üst refaha ulaşmış bu tür toplumlarda koptu.

Artı, modern sınıf mücadelesi "sol"undan bağımsız; háttá ona rağmen ve karşı gelişti.

İşte, günümüz Fransa’sındaki "maddi realizm"in tam aksine, 38 yıl önce bir "manevi ütopizm" olarak patlak veren "Mayıs İsyánı", otorite sorgulaması ve tabu yıkıcılığından dolayı bir "kültür devrimi" oldu ki, iktisadi değil ruhi açıdan da hayatı "dö-nüş-tür-dü"!

Peki, aynı şey Türkiye’de de gerçekleşti mi?

* * *

BİRİNCİ plana olumsuzlamayı koyarak, "hem hayır, hem evet" cevabını vereceğim.

Hayır, çünkü tamamen 1968 Baharı’nın "dünya ahvali"nden esinlenerek ortaya çıkan ve ilkin üniversitelerdeki boykot ve işgallere yansıdığı için de sanki yine bir otorite karşıtlığı varmış izlenimi uyandıran "Türkiye Mayıs"ı, aslında hiç mi hiç "anti-otoriter" değildi!

Otoriteye değil mevcut otoriteye karşıydı ki, en çok tekrarlanan "ordu - gençlik elele, milli cephede" sloganı buna ibret vesikasıdır. İstenenin "yeniliği" (!) de göz çıkartmaktadır.

Zaten, Batılı hemcinslerinin "yasaklamak yasaktır" şiarını kullandığı bir dönemde, bırakın karşı görüşlere ifade hakkı tanımayı, "sol" (!) öğrenci gruplarının kendi aralarında dahi tabanca çekmeye başlaması, "Altmış Sekiz ruhu"yla taban tabana zıt bir kábustur.

Nitekim, çok geçmedi, yukarıdaki otoritarizm arayışı bodoslamadan bir "totalitarizm arayışı"na kaydı ki, pespaye terörü ve "cinnet yılları"yla gerisini hepimiz biliyoruz.

Üstelik, diğer ibret belgesi, otuz sekiz yıl sonra dahi, "ulusalcı - İttihatçı" gericiliğe sarılmış bir bölüm "emekli", kendi tabelásına ciddi ciddi "68’liler" diye yazabiliyor.

O halde, hayır, dünya genelinde olup bitenin tersine, "Kutsal İsyán" ülkemizde "özgürlükçü" bir temele oturmadı ve "esaretçiliğin" habis tohumlarını saçtı.

Fakat aynı zamanda "evet" ve bin defa "evet"!

* * *

EVET, zira yukarıda kaydettiğim gibi, bizzat kendisi el yordamıyla ilerlemiş olan "68 İsyán"ı, zaten bir çelişkiler ve zıtlar kaosu olan tarih dinamiğinde Türkiye’yi de değiştirdi.

"İsyan"a bulaşanları veya seyirci kalanlarıyla, bir bütün olarak değiştirdi.

Velev ki "cinnet yılları" suçuna iştirak etmiş olsunlar, o bulaşanların ciddi bir bölümü "Ási Mayıs"ın mayasında bulunan ve bilinçaltlarında yerleşiklik kazanan sorgulama dürtüsü sayesinde hem kendilerini "toparladılar", hem de sonraki dönüşümde motor rol üstlendiler.

Nitekim, tabii ki maddi iktidar olarak değil ve zaten bu hırs ütopya olamaz ama, bugün Türkiye’de değişimi "fikri eksen"olarak "68 ruhiyatı" ve onun "etkileme alanı" belirliyor.

Az buz şey mi, 2006 Mayıs’ında da otuz sekiz yıl önceki iyimser bahar yelleri esecek.
Yazının Devamını Oku

Eski tüfek 68

5 Nisan 2006
1968 baharında henüz on yedi yaşına bile girmemiştim ama, hem bütün dünyada olan bitenleri an be an izlediğim; hem de o "bahar rüzgarı"yla bayağı bayağı "sarhoşladığım" için, hiç tereddütsüz, kendimi bir "Mayıs eski tüfek"i addediyorum. Dolayısıyla da, en önce, şimdiki kuşaklara bir "mitos" olarak aktarılan "efsane"yi (!) bir portakal kabuğu gibi "soymak" gerektiğine inanıyorum.

* *Ê*

İLKİN, "Atmış Sekiz" asla ve asla Fransa’da başlamadı. Polonya’da başladı!

Yani, Batı’da sonradan yerleşiklik kazanan ve "sol"la özdeşleştirilen "mitoloji"nin tam tersine, "öncü isyán" anti-komünist ve anti-totalitarist bir içerik ve hedefle patlak verdi.

Üstelik, o Batı’daki "Tanrı öldü" şiarına yüz seksen derece zıt olarak, 1968 baharında ilk çiçek, Katolik piskoposların kızıl iktidara karşı yayınladığı "serbesti mektubu"yla açtı.

Başka bir deyişle, alevler Paris sokaklarına sirayet etmeden çok önce, daha Mart’tan itibaren, "özgürlük ateşi" Varşova, Krakova, Loç üniversitelerini haydi haydi tutuşturmuştu.

İstanbul Radyosu’nun "ajans saati"ne kulak verenler dahil, Lehistan’dan "sızabilen haberler"i bütün dünya dinledi ki, en azından bilinçaltında, "ási kıvılcım" buradan çaktı.

* *Ê*

SONRA, dün belirttiğim gibi, Fransa "68 Mayıs"ını zimmete geçirmeye kalkışmasın.

Zira, Vistüla Suyu kıyısında anti-otoriter bir çağrı oluşturan isyan ruhu Demir Perde’yi aşıp Sen Nehri rıhtımına ulaşmadan önce, Ren ve Po ırmaklarında da derin anaforlar yarattı.

Berlin, Roma, Frankfurt, Milano, Heidelberg, Bolonya fokur fokur kaynadı.

Almanya ve İtalya’daki öğrenci hareketleri Paris başkentli ülkeye yine rötarlı ulaştı.

Fakat daha aslına bakarsanız, her ne kadar ABD karşıtlığı yeri göğü inletmiş olsa dahi, 1968 baharının Avrupa’yı "ısıtması" esas itibariyle bizzat o ABD’den kaynaklandı.

İlk nesil tüketim toplumu çocukları televizyonu "enayi kutusu" diye küçümse de, işte artık ebeveynleri o "enayi kutusu"na sahip olabildiği içindir ki, Atlantik ötesi bile çok yakın, tá Pasifik kampüslerinde Vietnam Savaşına karşı aralıksız süren protestoları an be an izlediler.

İnsanlık tarihinde ilk kez gerçekleşen bu "enformasyon devrimi" de, yukarıdaki Polonya’ya ek olarak, "özlenen devrim" için ikinci "ási kıvılcım"ı çaktı.

Ve, tekrar "devrim" ve "kıvılcım" kelimelerini kullanmak için Mao’nun "bir kıvılcım bütün bozkırı tutuşturur" sözüne atıfta bulunur ve yine aynı Mao’nu üç - dört yıl önce Çin’de başlatmış olduğu "Kültür Devrimi" (!) katliamını hesaba katarsam da, bu sonuncusu, "68 Mayıs"ının "uyarıcı" nitelikteki üçüncü "ási kıvılcım"ı oldu.

O halde?

* *Ê*

O haldesi şu ki, önceden saptanamayacak ve iradeyle yönlendirilemeyecek bir kaos olan tarihin sayısız örneğinde olduğu gibi, çelişkili háttá zıt olguları konjonktürel bir tesadüfte buluşturan "Atmış Sekiz" onları sentez potada eritti.

Hercümerc kaostan belki kozmos bir uyum çıkmadı ama bir "yeni"; "yepyeni" çıktı.

El yordamıyla ve biraz da kendine rağmen doğan bu "yeni" ise hayatı değiştirdi.

Sırf Batı ülkeleri veya tüketim toplumları falan değil, biz Türkler ve biz Türkiye dahil, 2006 Nisan’ının önemli bir bölüm insanlığı 1968 Nisan’ından çok farklı yaşıyor. Yaşıyoruz.

Çünkü, farklı düşünüyoruz! Bunun bilincine varmasak da farklı düşünüyoruz.

Dolayısıyla, eski zihin parametrelerini ve değer skalalarını yıkıp yenilerine "feyz vermiş" olan "68 Mayıs’ı"nın tartışmasız "devrim" niteliği; tabii ki Maocu kábusla hiçbir ilgisi olmayan "kültür devrimi" niteliği de işte buradan kaynaklanıyor.

Bir "eski tüfek" olarak "Bahar İsyanı"na otuz sekiz yıl mesafeyle bakmayı yarın da sürdürecek ve konuyu Türkiye çerçevesinde ele alacağım.
Yazının Devamını Oku

68’e giriş

4 Nisan 2006
SONBAHARDA banliyöler, varoşlar, parkingler falan derken, "Avrupa’nın hasta adamı" Fransa ilkbahara da üniversite yangınlarıyla "bonjur" dedi. Hálen de diyor. Dolayısıyla, "yeni bir 68 Mayıs’ı mı yaşanacak" sorusu gündemden düşmüyor. Aslına bakarsanız, soru tabii ki "tarih tekerrür mü ediyor" düz mantığını da içeriyor.

Ancak, "Altmış Sekiz" bir bütün olarak Paris başkentli ülkenin "şan"ına yakıştırılmış olduğundan, mantık sonsuz sakat bile olsa, yukarıdaki refleks son derece normal ve insanidir.

Normal olmayan tek şey bu "şan"ın Fransız mirasa kalmasıdır ki, ondan başlıyorum.

* * *

KABUL, Fransız "ásiler" muazzam bir yaratıcılıkla "yasaklamak yasaktır" veya "kaldırım taşının altında plaj kumsalı var" türü harikuláde epik sloganlar ürettiler.

Yine kabul, "isyán", Paris seçkinlerinin lügatinde "entellokrasi" diye devleştirilen ve o dönem dünyada da bayağı etkin olan "sol" (!) "yol arkadaşlarını" da cezbetti.

Ve nihayet, tekrar kabul, "ayaklanma"nın boyut ve hacmi, Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle’yi askeri müdahale seçeneğini düşünmeye dek zorladı.

Dolayısıyla, "68 Mayıs’ı"nın Fransa’yla özdeşleşmesi bir dereceye kadar doğrudur.

Ancak, sadece ve sadece "bir dereceye" kadar!

Ötesi tümüyle "efsane"ye girer ve de giriyor.

* * *

ÖYLEDİR ve zaten, 1789 ihtilálini içinde mahkûm bulunmayan Bastille zindanının "kurtarılması"yla (!) başlatan; hezimetten ramak payı dönülen 1915 Marne muharebelerini "zafer"le (!) noktalayan; yahut, ezici çoğunluğun işbirlikçi veya tarafsız kalmasına rağmen 2. Savaş işgalinin "direniş"le (!) pırıldatan diğer bütün "hikayeler" de koca birer mitostur.

Mitolojiye önce Fransızlar inanmıştır. Kendi kendilerini inandırmışlardır.

Sonra da, láf kalabalığı ve satır edebiyatıyla "cihan-ı álemi ikna etmişlerdir" (!).

Ve bunların tümü birden Fransa’nın "resmi tarih" efsaneleri arasında yer alırlar.

Eh, modern milletlerin oluş ve varoluş süreci biraz da "resmi mitolojiler" üzerine oturduğundan, yukarıdaki olguyu pek o kadar yadırgamamak gerekir.

* * *

OYSA, yukarıdakinin tam aksine, altıgen ülkenin "Ási Bahar"la bütünleştirilmesi o Fransa’nın "gayri resmi tarihi"yle başladı. An be an ve kayıtsız, kuralsız oluştu.

Hepsini bizzat yaşadım, Chris Marker’in "Güzel Mayıs" filminden Wolinsky’nin "Charlie Hebdo" dergisine, bu "gayri resmi tarih" alternatif bir kültür süreciyle şekillendi.

Ve işin garibi şu ki, gel zaman, git zaman, artık iki tarih birbirleriyle eklemleştiler.

Dün Nanterre Üniversitesi kampusunda veya Renault fabrikası vardiyasında karşılıklı boğazlaşmış olan zıt kutuplar, bugün Fransevilere özgü bir şovenizmle, "Altmış Sekiz"i sırf kendi ülke ve milletlerine mal etmekte yarışa giriştiler. Nihayetinde de başarı kazandılar.

Nitekim, "resmi"sinde olduğu gibi "gayri resmi"sinde de efsaneye kendilerini inandırmak için "taraftar" veya "aleyhtar" öyle çok patırtı koparttılar ki, bütün dünya "Mayıs Ütopyası"nın sanki sırf Fransa’ya zimmetli olduğu zehabına kapıldı.

38 yılı an be an izlememiş olsam ben de inanacağım, Fransız "tekel" meşrulaştı.

Dolayısıyla da, bir buçuk, iki kuşak önceki "ütopist" ebevenleriyle hiç ilintisi olmayan "realist" çocuklar şimdi az biraz tatava koparttığında, "tarih tekerrür mü edecek" spekülasyonları ortalığı Paris caddelerindeki kundaklamalardan çok daha fazla tutuşturuyor.

* * *

HAYIR, ne "tarih tekerrür edecek"; ne de zaten asla Fransa’nın "tekel"inde olmayan ve olamayacak olan 1968 "Mayıs Ütopyası" 2006 baharında tekrar "feyz verecek".

Gerekçelerini ve otuz sekiz yıl öncesinin "özel durumu"nu yarına bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku

Tekzibe tekzip

2 Nisan 2006
Baykam kendini "yeni dışavurumculuk" akımının öncüleri arasında sayıyor. Ama İngilizce, Fransızca ve İspanyolca "Google" arama motorunda "neo-expressionism" maddesi tarandığı takdirde, ilk yirmişer sitenin hiçbirinde ismi geçmiyor. Oysa, eğer bir sanatçı evrensel "öncülük" edinmişse, bu, artık branş uzmanlığını aşar. Akademik çerçevenin ötesinde ansiklopedik boyut kazanır ve listeye haydi haydi girer.

BUGÜN pazar ama "ciddi" (!) bir konuya değineceğim.İzleyenler fark etmiştir, perşembe günkü "Modern Zamanlar"da daha önce yazdığım bir makaleye cevaben Bedri Baykam’ın mahkeme kararıyla yayınlattığı "tekzip" yer aldı.

Her ne kadar, aşağıda sıralayacağım nedenlerden dolayı kararını çok haksız bulsam da, "Şeriat’ın kestiği parmak acımaz" misáli, işte adili hüküm harfiyen uygulanmış oldu.

Ama tabii, aynı Baykam’ın, Paris sergisini tanıtırken kendisini "provokatör" diye tanımlayan Fransız "Le Monde" (3.3.2003) gazetesine de tekzip gönderdiğini sanmıyorum.

Eh, ne de olsa anlı şanlı Fransız ceride ki, "provokatör" gibi zehir zemberek bir deyim kullansa bile onun hurufatından benimkisi gibi mürekkep değil, bal damlar.

Fakat burada da ressamın derhal, "Dur, Le Monde benim sanatçı provokatörlüğümden söz etmişti" diye haykırdığını işitir gibi oluyorum.

Tartışılabilir ve yoruma açıktır.

*

TARTIŞILABİLİR, zira söz konusu yazı Bedri Baykam’ın siyasi kimliğini bilhassa vurguladığı için, "provokatör" kelimesinin çifte anlamda kullanıldığı da pekálá söylenebilir.

Zaten aslına bakarsanız, hayat tarzları itibarıyla muhtemelen bayağı benzeştiğimiz Baykam’ın "sanatçı provokatörlüğü"ne benim hiçbir zaman itirazım olmadı ve de olamaz.

Tam tersine, "tabu yıkıcı" nitelikteki "artistik kışkırtmalar"ı baş tácı ederim.

Ancaaak, o artistik plandaki "sanatçı provokatörlüğü" bir şeydir; sanatçının politik plandaki "kamusal provokatörlüğü" başka bir şeydir.

Hele hele, böyle bir "kamusal kimlik"le ikisini özdeşleştirmek bambaşka bir şeydir.

Fakat tabii ki, Kürt konferansının toplanmasına; cami inşa edilmesine veya yargılanan Orhan Pamuk’un desteklenmesine karşı "aleni gösteri" yapmak Baykam’ın doğal hakkıdır.

Ama, bunu eleştirmek de en az yukarıdaki ölçüde bir haktır ve benim hakkımdır!

*

ÖYLE, zira elinde tabela ve önünde kamera, ressam herhalde oralara gizli gitmiyor.

Alenileşen her şey gibi, otomatik olarak "aleni eleştiri"ye de meşru zemin yaratıyor.

Oysa, CHP başkan adayı kendisi için her türlü "provokatif serbesti"yi hak saymasına rağmen, böylesine girişimlerini eleştirenlere karşı derhal "gerekli merciler"e başvuruyor.

Hesabı sayısız o eleştiricilerin çetelesini zaten tutamam ama, sırf son dönemde ve ben hariç, Reha Muhtar, Ali Bayramoğlu ve Yıldırım Türker yine onun "gadrine uğradık".

O halde, ben de "tekzibi tekzip" özgürlüğümü kullanıyorum.

*

BİR; Baykam’ın 6-7 Eylül sergisini basanlar arasında olduğunu asla yazmadım.

"Düzeltme"sinde amalgam vardır. Yani, "genel"i kendi "özel"ine indirgiyor.

Ama eğer Baykam o sergiyi basanlarla aynı safta gözüktüğü diğer eylemlerden hareket ederek böyle bir sonuca vardıysa, yorumu bana değil "tezkip"indeki satırlara aittir.

*

İKİ; Bedri Baykam çok uzun süre, adını vermekten sakındığı ve kendisini "Evet, Saddamcı Atatürkçüyüz" diye tanıtan Türk Solu" dergisi yazarları arasında yer almıştır.

Halep oradaysa arşiv buradadır, buna "Ordu göreve" manşetli dönem de dahildir.

Nitekim, aynı "Türk Solu"nun "Kürt bakkala gitme, minibüse binme" türü iğrenç ırkçı çağrılar yaptığı 15.8.2005 tarihli sayısında da "Karakutu" başlıklığıyla imzası vardır.

Ve, Maocu "Aydınlık" dahil, Baykam bazı militan organlarında bir süre yazdıktan sonra, her seferinde bir "uyuşmazlık" nedeniyle buralardan ayrılmaktadır.

Dolayısıyla, "Cumhuriyet, laiklik ve Kemalizm konusunda birçok fikirlerini paylaştığı ve desteklediği"ni hálá belirttiği ilk dergiye duyulan tepki ertesi Baykam yine "ayrılmak" ihtiyacını hissettiyse, bu, benim makalemdeki "olgu gerçeği" değiştirmez.

Kaldı ki, zaten partizan misyon itibarıyla "ideolojik mesaj" yansıtan böylesine yayınlarda yer alan imzalar da, o yayınların genel "editoryal çizgi"sinden soyutlanamaz.

Örneğin, Nazi bir gazetede sittin sene yazdıktan sonra o gazete "Yahudilere kıyam" sloganı attığında "aa, ben bu kadarında yoğum" derseniz, inandırıcılığınızı tefe koyarlar.

*

DÖRT; Baykam kendini "yeni dışavurumculuk" akımının öncüleri arasında sayıyor.

Ama İngilizce, Fransızca ve İspanyolca "Google" arama motorunda "neo-expressionism" maddesi tarandığı takdirde, ilk yirmişer sitenin hiçbirinde ismi geçmiyor.

Oysa, eğer bir sanatçı evrensel "öncülük" edinmişse, bu, artık branş uzmanlığını aşar.

Akademik çerçevenin ötesinde ansiklopedik boyut kazanır ve listeye haydi haydi girer.

*

ALTI: Böyle bir şey olmadığına göre, zaten şahıs zikretmeden ve genel tipleme olarak kullandığım "yerel", "ıskalama", "kompleksli" sıfatlarını üstüne alınan Bedri Baykam’ın kendisini Orhan Pamuk’la kıyaslamaya kalkışması ise ancak şahsi egosunu bağlar.

Buna karşılık, yayınlattığı "tekzip"in hukukiliğinden istifade ederek aynı Pamuk’un "tetikçiliğini" (!) çağrıştırabilmesi, hem kendini burada savunmak serbestisi olmayan büyük Türk yazarına karşı adaletsizliktir; hem de en azından etik açıdan ayıptır.

*

BEDRİ Baykam, gönderdiği "tekzip"in sonunu "Bu konuda Uluengin’in yorumlarının gerçek anlamını halkımıza bırakıyorum" diye bitirmişti.

Ben "halkımız" gibi boyumdan büyük bir laf kullanacak değilim. "Tekzip tekzibi"ini okuyucuya bırakıyorum, o kadar!
Yazının Devamını Oku

Kürdi tayyare

1 Nisan 2006
AYAĞI zaten asla yere basmamış olan Kürt milliyetçiliği şimdilerde tam "uçuyor". Ve sanıyor ki, dandik pırpır pistten teker kesti diye, uzak menzillere konabilecektir

Oysa, yine yanılıyor ve yine çuvallıyor!

* * *

NİTEKİM, Diyarbakır’dakini bilmem ama, böylesine maceraperest kanat çırpmalar hafif argotik İstanbul deyimiyle "o...n tayyare / selám söyle o yáre" diye ti’ye alınır.

Ne var ki, burada işin alaya, gırgıra, látifeye gelecek yanı yok!

Çünkü, köhne kokpite çökmüş olan lisanssız, brövesiz ve bilhassa insafsız ekip, daha yukarıdaki pist nihayeti bile görünmeden, güm, bum, "crash", uçağı tepetaklak yere çakacak.

Mürettebata ek olarak, "motorlar revizyondan geçti" katakullisiyle kandırıp karinaya tıkıştırdığı saftirik yolcular da "zayiat" listesine girecek.

Artı, sonsuz ve sonsuz vahimi, zaten o yolcu hacmi mikroskopik olan pırpır düştüğü an, infilák edeceği genel yerleşim biriminde sayısız masum da kim vurduya gidecek.

Sákinlerinin ortak yaşadığı mahalle, Türk-Kürt hane gözetmeden tümüyle tutuşacak.

Dolayısıyla, ey etnik şovenizmin antika tayyaresini havalandırmaya kalkışan sarhoş ve mayhoş pilot numuneleri, pist bitmeden derhal levyeye asılın ve tekerleri tekrar yere değdirin.

Yoksa, havacılık tarihine en kara harflerle yazılacak bir faciadan sorumlu olacaksınız.

* * *

OYSA biliyorum ki, ilkel Kürt milliyetçileri edálı pozlar takınıp, en netámeli dönemde bile kimlik inkárıyla uzlaşmamak cesaretini gösteren; ama İmralı’ya endeksli ahmaklıklara da zırnık prim vermeyen demokratlara, "eninde sonunda Türk ırkçısı" diye burun kıvırıyorlar.

Dolayısıyla, "iç dinamik" demokratikleşme konusunda boşuna çene yormayacağım.

Peki, Kürt şovenizmi bir "dış dinamik" mi olduğunu sanıyor? Buna mı güveniyor?

Gülerim. Kimse alınmasın, kah kah kahkahayla ve kasıklarımı tutarak gülerim.

Ve yine İstanbul ağzıyla "o...n tayyare / selám söyle o yáre" derim.

* * *

ZİRA, tıpkı kendi "anti"sindeki "ulusalcılar" gibi dünyayı kavramayan; Mümtaz’er Türköne’nin enfes tesbitiyle, hayata Ankara’ya simetrik bir Diyarbakır’ın ufuksuzluğundan bakan Kürt milliyetçiliği, o "anti"lerin yaşadığı "Sevr paranoyası"na ciddi ciddi inanıyor.

Onların kábus "şizofreni"sini bu defa kendisi için bir "öforya" rüyaya dönüştürüyor.

Hayır, hayır, hayır ve tekrarlıyorum, biri kábus, diğeri rüya áleminde cinnet geçiriyor.

* * *

ÇÜNKÜ, bırakın Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus - devlet; artı, çok tabii olarak kendini Türk veya Türkiyeli hisseden insanların ezici çoğunluk sıfatıyla bu "öforya"ya kapılmayacak olmasını, Kürt şovenizmi "dış dinamik"lere de kör bakıyor. Sıfır bir değerlendirme yapıyor.

Biline ki, ABD’si, AB’si, Rusya’sı Çin’iyle, zaten doğaları icábı statüko değişimlerini reddeden bilûmum "dünya güçleri", Türkiye statükosunun da üzerine titriyorlar.

En milimetrik bir değişikliğe dahi destek vermezler. Veremezler ve vermeyeceklerdir.

Dolayısıyla, Kürt milliyetçiliği ne kendini kandırsın; ne köylü ve lumpenlerden devşirdiği "taban"a gaz versin; ne de "ulusalcılar"ın "analizler"ine (!) ters açıdan inansın.

"Te-Ce" diye küçümsemeye kalkıştıkları ülke "dışarı"da da son derece güçlüdür.

Nitekim, ciddi ve makûl ilerlemeler kaydetmiş ülkemizde yeniden terör ve çapulcuk üretmeye yeltenen etnik şiddet artık o "dışarı"da asla "müsamaha"yla karşılanmıyor.

Bundan dolayıdır ki, geçtim o "müsamaha"yı, ultra tecrit Kürt milliyetçiliği Avrupa’sından, Amerika’sından, háttá Ortadoğu’sunda nasihat dahi alamıyor.

Ey "o...n tayyare" pilotu, tekeri piste değdir, tümümüzü faciaya uçuruyorsun.

NOT: Bedri Baykam’ın "tekzip"ine benim "tekzip"imi yarınki Pazar İlave yazıma bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku