Hadi Uluengin

Kim Fransız kalıyor?

18 Ekim 2006
TÜRKÇE’deki "Fransız kalmak" deyiminin nasıl ve nereden doğduğunu bilmiyorum ama bunun önemi yok, çünkü yaşayan her dil kendi lûgatini icat eder. Kurumların, akademilerin, resmiyetlerin prangasını parçalar ve damgasını vurur.

O halde, deyimle neyin kastedildiği anlaşıldığına göre, tabii ki ben de kullanacağım.

Ve de derhal diyeceğim ki, bugün Türkiye’de Fransa’ya en çok beddua yağdıranlar aslında hayata, dünyaya ve Türkiye’ye en çok "Fransız kalanlar"ın tá kendisini oluşturuyor.

* * *

EVET öyle, çünkü en önce, o Fransa’nın bugün çapsızlık üstüne çapsızlık sergiliyor olması, bizzat kendisinin o hayata ve o dünyaya "Fransız kalmasından" kaynaklanıyor.

Yani, çağın dönüşümünü kavramamakta direniyor ve hálá, 1789 "İhtilál-i Kebir"ine uzanan, zaman aşımlı bir anakronik bir paradigmada ısrar ediyor.

Başka bir deyişle, Paris başkentli ülke, muğlak bir tanımlamayla "Fransız ideolojisi" denilen ve esas olarak 19. yüzyılda zirveye ulaşan sistematikten kendisini kopartamıyor.

Tıpkı, "Cumhuriyet ideolojisi"nin; yani "sağcı"sından "solcu"suna ve "ulusalcı"sından "dinci"sine, Türkiye’de de aynı çağdaş dönüşüme "Fransız kalanlar" gibi!

Nitekim, bizde "Fransız kalanlar" aslında öz be öz "F-ran-sız"dırlar !

* * *

ÖYLEDİRLER ve zaten muhtemelen de, yukarıdaki "Fransız ideolojisi"nin Türkiye’deki kadar tahákküm kurmuş olduğu başka bir ülke yeryüzünde mevcut değildir!

Genel bir tanım olduğu için burada "Cumhuriyet ideolojisi" dedim ama söz konusu kavisi 1923 dönemeciyle başlatmamak gerekir.

Bizdeki "Fransızlık" çok daha önceye, Ali Suavi’lere ve Namık Kemal’lere uzanır.

Fakat hákimiyetin kesinkes belirleyicilik kazanması "Genç Osmanlılar"dan "Jön Türkler"e geçişle; dolayısıyla Türk milliyetçiliğinin doğuşuyla gerçekleşmiştir.

O kadar da eskiye uzanmadan, şimdi aklıma ilk gelenleri teker teker sayıyorum:

* * *

ZİYA Gökalp’in bir şematik tablo olarak çizdiği "pozitivist milliyetçilik", her üçü de Fransız olan ve Türk düşünürü çok büyük ölçüde etkileyen Ernest Renan, Emile Durkheim ve Auguste Compte’nin teorik sentezleri etrafında inşa edilmiştir.

Bunlara bir de, laik eğitim konusunda Gökalp’in kısmen örnek aldığı ve Paris’te bakanlık görevi ifá eden Jules Ferry’yi eklemek gerekir.

Öte yandan, pozitivizmi saklı tutmak kaydıyla milliyetçiliği bir de "ırki" boyutla donatan ve dolaylı etkileri hálen de sürmekte olan Yusuf Akçura "Üç Tarz-ı Siyaset"ini tamamen, yine ikisi de Fransız Hyppolite Taine ve Joseph Arthur de Gobineau’nun "ilmiyet" (!) tezleri üzerine oturtmuştur.

Radikal Parti himayeli İttihatçılar’ın Paris’te yayınladığı "Le Méchveret"ten, Selanik Mason locasındaki Jakoben geleneğe listeyi sonsuzlaştırabilirim ama, bu kadarı yeter.

İşte, 1923’ten itibaren tedricen oluşturulan ve örnek aldığı 1789 Devrimi’nin de daha önce yapmış olduğu gibi, 1932 Türk Tarih Kongresi’yle bir "kuruluş efsanesi" yaratan "Cumhuriyet ideolojisi", yukarıdaki "Fransızlık geleneği"nin doğal bir uzantısıdır.

* * *

PEKİ, yukarıdaki gelişmeyi nasıl açıklayacağız?

Yani, belki bir tek Prens Sebahattin tarafından benimsenen ve savunulan evrimci, seküler ve adem-i merkeziyetçi Anglo-Sakson yaklaşımlar yerine Türkiye’de, diğer hiçbir ülkeyle kıyaslanmayacak biçimde devrimci, laik ve merkeziyetçi bir "Fransız ideolojisi"nin böylesine hakimiyet sağlamış olmasını neye bağlayacağız?

Bunun cevabını yarın yine "bugüne Fransız kalmak" çerçevesinde irdeleyeceğim.
Yazının Devamını Oku

Fransa’ya giriş

17 Ekim 2006
FRANSA’nın ufuk ve siyaset çapsızlığı bizde ister istemez son "Ermeni tasarısı"yla gündeme geldi ya, aslında bu ülkedeki genel çapsızlık dünyanın da hiç gözünden kaçmıyor. Hafta sekiz gün, gün dokuz, başta Anglo-Sakson medya, Batı basını Paris başkentli ülkeyi "Avrupa’nın hasta adamı" türünden yorumlarla değerlendiriyor.

"Etno-milliyetçi" hezeyan ve çelişkilere ek olarak, hangi eğilimden olursa olsun, yaklaşan başkanlık seçimlerindeki "favori" (!) adayların kimliği ve onların belden aşağı vuruş tarzları belirginleştikçe, o Avrupa’yı endişe, háttá korku kaplıyor. Dolayısıyla, ben de bugün ve yarın "Fransız buhranı" konusunu irdeleyeceğim.

* * *

BAZI tarihçiler Fransa’nın "gerileme sürecini"ni tá 1870 Savaşı’na uzandırırlar.

O savaş ki, hasım kuvvetleri önüne katan Prusya ordularının Paris’i zaptetmesinden sonra, Bismarck’ın yeni Alman İmparatorluğu’nu söz konusu Fransa’nın en sembolik mekánında, yani Versailles Sarayı’nın "Aynalı Salon"unda ilán etmesiyle noktalanmıştır.

Zaten ben kendi hesabıma, bir imparatorluğun başka bir imparatorluğun göbeğinde ve yüreğinde "resmileştirildiği" diğer bir örnek bilmiyorum.

* * *

DİĞER bazı tarihçilere göre ise Fransa’nın "iniş trendi"ni yukarıdaki hezimetten ziyade 1. Harp dönemecine oturtmak gerekir.

Bu bakış açısı, bozgundan sonra Avrupa’da "alçak profil" davranmak zorunda kalsa bile, artık denizaşırı sömürgelere yönelen Paris’in 1870 ertesi kendisini toparladığı tezini işler.

"Esas düşüş"ü de, kağıt üzerinde kazanılmış "zafer"e rağmen dört yıl boyunca ülkeyi madden, manen ve ruhen kanatan ve yarı argotik sözü tersine çevirerek "mağlûp sayılır bu yolda galip" diye açıklayabileceğimiz 1914-1918 kıyametiyle başlatır.

Yukarıdaki teze ben de tamamen katılıyorum.

* * *

TAMAMEN katılıyorum, çünkü modern zamanlar tarihindeki en hayati dönüm noktasını oluşturan 1. Harp sırf Fransa için değil, Britanya İmparatorluğu dahil tüm Yaşlı Kıta için "sonun başlangıcı" oldu.

Eski Dünya defteri tá o zaman kapandı ve Yeni Dünya defteri o tá zaman açıldı.

Zaten de, 2. Savaş, tam bitmemiş olan birincinin devamı ve onun tamamlanmasıdır.

İşte bu yüzden, Paris’in 1945 ertesinde; yani ABD-SSCB kutuplaşmasıyla birlikte "gerilemeye başladığı" yönündeki üçüncü tezin hiçbir iler tutarı tarafı bulunmuyor.

Avrupa’nın, dolayısıyla Fransa’nın "büyüklük"ü daha 1918’de bitmişti ama tarihi virajlar şıp diye saptanamadığından, "sonun sonu" artık ayan beyan göz çıkartıncaya kadar durum bir nezbe idare edilebildi.

* * *

VE, káh Büyük Devrim’in vatanı", káh "büyük aydınlanmanın lisánı", káh da "büyük burunlu generalin egosu" temaları etrafında siyaset ve mitoloji üretmeyi sürdüren Fransa, o "sonun sonu"nu saptamak gerçekçiliğini diğerlerinden de uzun süre erteledi.

Örneğin, kendisininkinden çok daha devasa bir sömürge imparatorluğuna sahip olan Britanya o imparatorluğu hemen hiç kan dökmeden tasfiye etmeyi becerdi.

Ama buna karşılık, Hindiçin ve Cezayir, inatçı gerçeğe direnmek isteyen Paris hem kanlı ve uzun savaşlara sürüklendi; hem de başkentin göbeğinde Mağribi katliamından isyancı generallerin darbe girişimine, cumhuriyetçiliğe ve aydınlanmacılığı zıt maceralara sahne oldu.

"Küçüldüğü"
gerçeğini reddeden Fransa kendi dilinde yer alan deyimle "büyüklük deliliği"ni sürdürdü ve böylesine bir inkárcılık onu daha çok küçülttü.

Giderek de daha çok küçültüyor ki, bu konuyu yarın işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku

Erkeklere çuvaldız

15 Ekim 2006
DENİLİR ki, erkekler karılarını çıtı pıtı, metreslerini ise etine buduna isterler. Eh, bu cümleyle birlikte daha ilk andan itibaren işler çatallaşmış oluyor.

Şimdi, yukarıdaki sözü "ahláki" (!) kıstasları bir kenara bırakarak yorumlayalım.

Demek ki, aslında birbirlerini tamamlaması gereken iki temel öğe, yani "estetik" ve "erotika" en azından günümüzde, birbirleriyle çelişen bir manzara sunuyor.

Başka bir deyişle, erkekler metreslerinde gerçek ve dobra "tensel arzuları"nı ararken, eşlerini sahtekár ve kalıpçı "bedensel şartlanmalar"la bütünleştiriyorlar.

Kollarına manken endámlı "resmiler"ini takıp boy göstermekten pek hoşlanıyorlar ama, "libido" dediğimiz "cinsel uyarıcılık" devreye girdiğinde, "gayr-i resmiler"inin engebeli ve ele avuca gelecek cinsten kadınlar olmasını istiyorlar.

Bunu söyledim ya, şimdi bazı hemcinslerimin "Elinin körü, çaktırmamaya çalıştığın kendi tercihlerini bize de mál etmeye kalkışma"; diğer bazı karşı cins mensuplarının ise "İşte siz erkek milletinin hilebázlığı ve ikiyüzlülüğü" dediğini işitir gibi oluyorum.

Durun durun, hepinize cevap yetiştireceğim!

*

BİR defa, ey benim aziz hemcinslerim, biz birbirimizi biliriz ve dolayısıyla da, sakın karşılıklı maval okumak yarışına girmeyelim.

Yani, hanidir "hákim estetik" olarak dayatılan şu "sıskalık kıstasları"ndan ne denli etkilenmiş olursak olalım, kendi kendimize itiraf etmekten korksak bile, beyin mahremimizde kaç beden sutyen veya korse sahibesi hayallerinin yattığı gerçeğinden haberdarız.

Nitekim, adına ister "arzu", ister "şehvet", ister "fantazma" deyin hiç fark etmez, dáhi ressam Rubens’in o "besili dişi" tablolarından, diğer dáhi Fellini’nin bir poposu yerde, bir memesi gökte "okkalı hatun" filmlerine dek, káh tuvale, káh ekrana yansıyan "uyarıcı libido"lar her halde gökten zembille inmedi.

İnmiyor ve de inmeyecek.

Öyle, çünkü goriller üzerinde gerçekleştirilen gözlemler de hiç kuşkuya mahal bırakmayacak biçimde ispatladı ki, ister insan, ister hayvan olsun, "eti budu yerinde dişiye eğilim" bütün erkek canlıların doğasındaki genetik formülde hayat bulmaktadır.

İşte, ormanda harem kurmuş bir maymun efendi en çok o haremin en ağır kilolu karşı cinsiyet mensubuyla çiftleşiyor.

Cılızlarını ise adet yerini bulsun ve ayıp olmasın kabilinden "onore ediyor".

Zira, söz konusu "erotik cazibe" her erkek canlının bilinçaltını belirleyen "zürriyet sürekliliği" içgüdüsünden; yani o içgüdünün "zayıf"ı dışlıyor olmasından kaynaklanıyor.

Zaten, tamam biz insanlar için "Viagra" icát edildi ama bu iláç "mekanik sorunlar"ın (!) derdine deva getirmekten başka bir işlev üstlenmiyor ki!

"Dolgundan cayın, sıskaya bakın" dedirten bir sihirli iksir olmadı ve olmayacak.

Başka bir deyişle, modacıların cinsellik dürtüsünü hadım etmeye kalkışarak dayattığı "zafiyetli estetik" (!) aslında doğa yasalarıyla çelişiyor.

Nitekim, söyleyin, çırpı beden hatun tasvirlerini istavrozla takdis etmesine rağmen yukarıdaki Felemenk sanatçının çizdiği kutsal sahneleri, "Seni gidi káfir! Mübarek meleği değil, altlı üstlü engebeleriyle kulları baştan çıkartan günahkár huriyi resmediyorsun" diyerek sansürlemeye kalkışan eski Amsterdam piskoposu, Petrus Rubens’i láf olsun diye mi cehennem ateşine göndermeye kalkışmıştı.

Yahut, en başta eti budu yerinde hizmetçi kızlar ve şaplak kalça garson kadınlar, seksen küsur yaşına kadar haniyse uçan kuşun bile icábına bakan ve hepsinin de teker teker çetelesini tutan Victor Hugo, Belçika sürgünündeyken ayarttığı otel odacısı Magda’nın isminin yanına "Waterloo muharebesini pansiyon yatağı üzerinde kazandım. Ah Rubens, memleketinin kadınları yağlıboyalarındaki gibi" diye yazarken, hiç mi "ağzının tadını" bilmiyordu?

Dolayısıyla, hadi benim aziz hemcinslerim, "derin mahrem"imizdeki gerçek erotikayı kabullenelim ve birbirimize madik atmaya kalkışmayalım.

*

HAA, yukarıdaki örneklerin "dev anası dejeneransı"ndan (!) mustarip erkekleri kapsadığını iddia edecekseniz, tabii o takdirde söyleyecek bir şeyim yok ve de olamaz!

Bana ne, derdinize yanın ve paşa gönlünüz öyle çekiyorsa, koynunuza lodos yellerinde kurumuş bir çiroz hatun alın!

Bol sirkeli taam edersiniz ki, aman aman, afiyet şeker olsun ve midenize kor düşsün.

Veya, hastane koğuşlarını gezerek, şu "anoreksi" denilen "ultra zayıflık" derdinden dolayı kafayı üşütmüş ve kemiğinin üzerinde sırf derisi kalmış bir hanımcağıza abayı yakın!

Artık bilmiyorum ve beni hiç ilgilendirmiyor, nasıl yaparsanız yapın ve tepe tepe kullanın ki, af buyurun, sizin midenizin ötesinde başka bir yerinize de kor düşsün.

Ve şunu da eklemek zorundayım ki, sizinle hemcins olmaktan utanıyorum!

İmdii, işte çuvaldızı önce kendimize batırıp karılarını çıtı pıtı, metreslerini ise etine buduna isteyen biz erkek milletinin şu "sıskalık estetik"i konusundaki ikiyüzlülüğünü ve sahtekárlığını ortaya koydum ama, işin bizzat "nesne"si olan kadınlar pek mi masûm?

Erotikanın canına okuyan ve cinselliği hadım eden şu "çırpılık kıstasları"nın böylesine zorba bir hükümránlık sağlamasında onların "suç"u yok mu?

Olmaz olur mu, tabii ki var, hem de pek çok var ki, bunu gelecek pazara bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku

İyi oldu

14 Ekim 2006
HAYIR, yukarıdaki başlıkla "B-ü-y-ü-k" Orhan Pamuk’un ülkemizi, ulusumuzu, edebiyatımızı ve namusumuzu "e-n b-ü-y-ü-k" ödülle mükafatlandırmasını çağrıştırmadım. Çünkü, devása boyutlu Nobel’i şöyle göstermelik bir "iyi oldu" láfıyla geçiştiremem.

Geçiştirirsem, hasetten çatladıkları, vasatlıktan bunaldıkları ve kabızlıktan patladıkları için Pamuk’un zaferinden "utanç duyan" zavallılarla haniyse aynı gradoya düşmüş olurum.

Neyse, it ürür, kervan yürür ve şimdi, "iyi oldu" derken neyi kastettiğime geliyorum.

***

İYİ olan şey, Fransız Meclisi’nin "soykırım inkárına ceza" tasarısını onaylamasıdır.

Evet evet öyle, zira sanıldığının tam aksine yukarıdaki gelişme hem fanatik Ermeni milliyetçiliğine darbe vurdu; hem de Paris’in diplomatik yalnızlaşma sürecini derinleştirdi.

Dolayısıyla da, genel olarak Türkiye’yi güçlendirdi.

Bunu bir kenara yazın ve eğer orta uzun vadede doğrulanmazsa, yüzüme vurursunuz.

***

ÇÜNKÜ en önce, aslında ikisi arasında hiçbir hukuki ve tarihi ilinti olmamasına rağmen Ermeni köktenciliğin, Yahudi yazar Norman Finkelstein’in "Holokost Sanayi" diye teşhir ettiği İsrail devlet politikalarını örnek alması; yani, acındırmacı bir "soykırım" nakaratı arkasına saklanarak álenen "anti Türk" ırkçılık yapması artık illállah dedirtti. Dedirtiyor.

Nitekim, dünkü Paris medyasına şöyle bir göz atın, hepsinde de bıkkın; en azından "utangaç" hava esiyor. Bir tanesi bile "aman doğru karar alındı" türü yorum getirmiyor.

Nedeni de Türkiye’nin misillemesine ilişkin reelpolitik bir kaygıdan kaynaklanmıyor.

Henüz açıkça telaffuz edilmese de fanatik diasporanın kabak tadı verdiği çağrıştırılıyor.

Zaten Fransa’yı iyi izleyenler hemen saptamıştır, "tasarı"nın onayına rağmen o diaspora sözcüleri daha ziyade kendilerini savunan bir tutum sergiliyorlar.

Zira en önce kendileri fark ediyorlar ki, rüzgar değişmektedir ve yüzde 99 virgül 99 yasalaşmayacak olan tasarının başka başkentlerde gündeme dahi gelmesi mümkün değildir!

***

NİTEKİM, başta Brüksel olmak üzere o başkentler ki Fransa’yı kapı eşiğinde "ukalá dümbelek"; kapı önünde ise daha diplomatik bir dille "fuzuli girişimci" diye tanımlıyorlar.

Zaten, sonsuz önemli olmasına rağmen pek ilgilenilmedi ama şu müjdeyi saptayalım:

Komisyon Başkanı Barroso’dan Genişleme Komiseri Rehn’e tüm Avrupa kaymak tabakasının Paris’e "dur" demesi; háttá Rehn’in işi oylama sabahı "Liberation" gazetesinde "hayır" çağrısı yapan makaleye yazmaya vardırması, AB tarihinde hemen hiç görülmemiştir.

Artı, Chirac Erivan’da "üyelik için Ankara’nın soykırımı tanıması gerekir" mi buyurdu, aynı Komisyon sözcüsü anında "ne münasebet, böyle bir şart yok ve de olamaz" diye "temel direk" ülke cumhurbaşkanına "ağzının payını vermekte" tereddüde düşmemiştir.

Ve de tabii ki Brüksel organı tüm bunlara kendi fütursuzluğundan dolayı değil, AB bünyesi içinde hákim olan "esas" siyasi havayı yansıtmasından dolayı cesaret etmiştir.

Londra’dan Berlin’e yapılmış olan açıklamalar da bu havanın delilini oluşturmaktadır.

***

O halde özetlersek, bir; Paris’teki aptal ve fuzûli oylama fanatik Ermeni milliyetçiliği için bir "sonun başlangıcı" anlamına geldi. Bu milliyetçilik tedricen konum yitirecektir.

İki; Fransa’nın AB yalnızlığı bu gelişmeyle birlikte daha çok derinleşti. Dolayısıyla da etki marjı daha çok geriledi. En azından seçim sonrasına kadar da değişiklik olmayacaktır.

Üç; kendi "en baba" (!) üyesine kafa tutmak dahil, aynı AB’nin Türkiye’yi öyle kolay kolay "harcamayağı" tekrar ispatlandı. İntihara kalkışmassak da desteğimiz sürecekir.

Ve nihayet dört; bütün bunlar iyi; Büyük Orhan Pamuk’un Nobel’i ise yağ bal oldu!
Yazının Devamını Oku

Kanuni, tarihi ve fuzuli

12 Ekim 2006
PROVOKATÖRLERİN gazına gelmemek için en önce şunu vurgulamak gerekiyor: Hayır, "Ermeni soykırımı olmadı" diyen kimse yarından itibaren Fransa’da "suç" (!) işlemiş sayılmayacak. Cezalandırılmayacak.

Ne hakkında soruşturma açılacak, ne kodese tıkılacak, ne de tazminat ödeyecek.

Çünkü, en azından görünür gelecekte böyle bir "kanun" (!) mevcut olmayacak!

Zira, fikren otoriter ve zihnen totaliter tasarı bugün Paris Meclisi’nde onaylansın veya onaylanmasın, ona "yasa" niteliğini kazandırabilecek tek merci olan Senato’ya sunulmayacak.

Seçim ertesine dek sümen altı edilerek bir başka bahara kalacak ki, kim öle, kim kala!

***

O
halde lütfen, küçük hesaplı ve dar ufuklu vasat Fransız siyasetçilerin yukarıdaki senaryoyu bile bile ládes diyerek, sırf fanatik ve gürültücü Ermeni lobisinin ağzına bir parmak bal çalmak için "güncelleştirdiği" (!) şu "pire" tasarıyı "deve" yapmaktan vazgeçelim.

Ve görelim ki, önceki girişimde entelektüel seferberlik başlatarak onu hüsrána uğratan dürüst ve objektif Fransız aydınlar eğer şimdi tınmıyorlarsa, bu, onların söz konusu lobinin tongasına basmasından değil, bugünkü oylamanın "fuzulilik"ini bilmelerinden kaynaklanıyor.

Dolayısıyla, yok "made in France" etiketli mallara karşı boykot düzenlemekmiş; yok, dost ve emekçi Ermenistan yurttaşlarını sınırdışı etmekmiş; hele hele, yok Paris’in de Cezayir ’de "soykırım" (!) gerçekleştirdiğine dair "misilleme yasa" çıkartmakmış, böylesine hezeyanlar tuzağın göbeğine düşmek anlamına gelir ve de tek bir kesimin ekmeğine yağ sürer.

***

BU kesim ise Ermeni diasporasının fanatik, yaygaracı ve "ı-r-k-ç-ı" bölümüdür.

"Türkiye öfkeye kapılsa da, aynı tür ’kanun’ların hem Fransa’da, hem başka ülkelerde yağdan kıl çeker gibi onaylatmak imkánını bahşetse" diye tetikte bekliyor.

"Misilleme" oyununa gelerek kendi ayağımıza ateş edecek kadar aptal mıyız?

Oysa, İlter Türkmen Usta Cumartesi günkü yazısında yegáne akılcı seçeneği açıkladı.

Fi kazá her hangi bir ülke "inkár yasası" (!) mı benimsedi, Strasbourg’daki Avrupa Konseyi İnsan Hakları Mahkemesi’ne giderek orada dava açarsın.

Yüzde 99 virgül 99 ihtimalle iptal kararı çıkacağından da, tarihi "kanûnileştirmek" (!) gibi partizan gişimlerinin önünü uluslararası hukuk nezdinde kapatmış olursun ve nokta!

***

BEN ki korkunç bir İttihatçı suç olan 1915 "Tehcir"inin mutlaka ve mutlaka Türkiye’deki resmi tez ötesinde irdelenmesi gerektiğini savundum ve de savunuyorum, buna rağmen yukarıda, fanatik Ermeni diasporasını "ı-r-k-ç-ı" diye tanımlamakta tereddüte düşmedim.

Zira, bir bölümü haniyse Nazizmle yarışacak ölçüde ırkçı ve nefretçi kimlik yansıtıyor.

Öyle ki, "Van Ortaklığı" adı altında bugünkü tasarıya da öncülük eden lobinin şu an kullandığı slogan, her ne kadar "ırk" kelimesi yoksa da aslında káfiye onu çağrıştırdığı öyle tercüme ediyorum, Azerbaycan, Taliban / Beyaz ırk soykırıma kurban" cümlesini içeriyor.

Pes ve yuh!

***

EVET pes ve yuh ve de zaten eğer Fransa Meclisi, sonsuz hassas bir "soykırım" tanımını böylesine ayağa düşüren; üstelik, alengirli kelime oyunuyla, Hitler’den Klux Klan’a tüm alçakların kullandığı bir "beyaz ırk" çağrışımından medet uman; daha daha üstelik, Azerilerin ve Taliban’ın Müslüman kimliğinden hareketle "İslamofi" körükleyen bir lobi aracılığıyla "nesnel tarih" (!) saptamaya kalkışıyorsa, o "tarih"i alsın ve başına çalsın.

Bunun "inkár"ını ise "kanuni suç" saymış veya saymamış, aman pek umurumdaydı!

Biz işimize bakalım ve korkunç acıların ve dehşet suçların 1915 Tehcir’ini, oradaki ve buradaki "kanûnilik"leri aşan bir tarih ufkuyla okumak azim ve dürüstlüğümüzü sürdürelim.
Yazının Devamını Oku

Cesaret Ana’nın anısına

11 Ekim 2006
"CESARET Ana"yı katlettiler! Yürekli kadını, ahláklı gazeteciyi, erdemli insanı kahpece öldürdüler.

Çayına zehir atarak becerememişlerdi, nihayetinde işini puşt mermisiyle bitirdiler.

Eyvah ki eyvah, Rusya’nın namusu ve ırzı olan Anna Politkovskaya’yı susturdular.

***

CUMARTESİ erken vakit markette fazla kalabalık olmuyor ya, çavdar ekmeği, bulaşık sabunu, cigara stoğu, salatalık turşusu falan, fileyi haftalık nevaleyle doldurmuştu.

Sonra, rotatif dönecek ve "Novaya Gazeta" makale bekliyor, mazlûm ve mağdur Çeçen halkına revá görülen zulmü yansıtacak yeni satırları yetiştirmek için dairesine çıkıyordu.

Ve işte oracıkta, asansör girişinde, "Takarov" piştov "Cesaret Ana"yı katletti.

Dün Moskova’da toprağa verdiğimiz aziz meslektaşımın anısı önünde eğildikten ve "Politkovskaya’yı kim susturdu" sorusunu sorduktan sonra, ilkin bir parantez açacağım.

***

NADİR istisnalar hariç, yurtdışında görev yapmış Türk gazetecilerin orada edindikleri tecrübeleri kitap haline getirerek okuyucuya sunması bizde pek adete dönüşmemiştir.

Oysa, bu gelenek dünyada çok yaygındır ve "gözlemsel realite" kategorisine girer.

İşte, dokuz yıl boyunca Anadolu Ajansı’nı Moskova’da temsil etmiş olan Öner Özkan’ın "Sadece Çocuklar Masûm" gibi son derece anlamlı bir başlık altında yayınladığı ve çağdaş Rusya’yı mükemmel biçimde yansıtan eser yukarıdaki istisnalardan birisini oluşturuyor.

Gündelik saptamalarından da yola çıkan Öner Kremlin yönetimli ülkenin anatomisini sergiliyor ki, kitabı okumuş olan ve Kuzey komşumuzdaki gelişmeleri bir nebze izleyen herkes yukarıdaki "Politkovskaya’yı kim susturdu" sorusunun cevabını derhal verecektir:

Vladimir Putin sistemi!

***

EVET, kimse şüphe duymasın ki, bütün tehdit ve şantajlara rağmen bir yandan Çeçen halkına karşı uygulanan mezálimi; diğer yandan da Moskova lideri tarafından kızağa koyulan "neo-despotik rejim"i teşhir etmekten yılmadığı için "Rusya’nın namusu" sıfatına hak kazanmış olan Anna Politkovskaya tabii ki "Putin sistemi" tarafından öldürüldü.

Cinayet emrini bizzat Moskova önderi vermişmiş; yahut, onun hizmetindeki Çeçen besleme Kadirov intikam almışmış; daha yahut, eski KGB ajanı sonrasına hazırlanan farklı gizli servisler işi şimdiden bitirmişmiş, aslından bunların tümü de birer birer ayrıntıdır.

Çünkü, "Cesaret Ana"nın katili bir bütün olarak yukarıdaki "sistem"in tá kendisidir!

Tıpkı, söz konusu "sistem"den bağımsız davranmak istediği için daha geçen gün cadde ortasında "temizlenen" Merkez Bankası Başkan Yardımcısı Andrey Kozlov gibi!Veya tıpkı, modern Çar Vladimir henüz aynı gizli servisleri yönetirken bu defa Sen Petersburg öldürülmüş olan diğer demokrasi mücahidi Galina Starovoytovka gibi!

Bir "faili meçhul cinayetler ülkesi"ne dönüşmüş olan Rusya’daki listeyi sonsuz uzatabilirim ki, tüm bunlar aşağıdaki tek bir gerçeği ispatlıyor.

***

O da şu ki, zaten hiçbir çoğulcu demokrasi ve sivil toplum geleneği olmayan Rusya kısacık bir Yeltsin parantezinden sonra "Putin sistemi"yle birlikte "aslına rücû" etti.

Yani, Çarlık ve komünizm altında sürmüş olan despotik otokrasiye tekrar döndü.

Görünür gelecekte bunun değişebileceğine dair bir emáre de ufukta gözükmüyor.

Dolayısıyla, yürekli kadın, ahláklı insan, erdemli meslektaşım Anna Politkovkaya gibi "Cesaret Ana"lar Rusya’da "çizmeyi aştığı" takdirde, onlar cebren susturulacaklardır.

Dün toprağa verdiğimiz "Cesaret Ana"nın aziz hatırası önünde "ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa" diyerek eğiliyorum.
Yazının Devamını Oku

Kore bombası

10 Ekim 2006
BAKALIM, bizim çok bilmiş "komplo teorisyenleri" şimdi ne buyuracaklar?<br><br>Hangi dereden su getirecekler ve hangi bahánenin arkasına saklanacaklar? Bunu derken, çağımızdaki en çıbanbaşı ülkelerden birisi olan Kuzey Kore’nin dün yalnız yer altında değil, dünya güvenliğinin tepesinde patlattığı atom bombasını kastediyorum.

***

ÇÜNKÜ, konuyu defalarca işlemiş olan bu satırlar yazarı da dahil gelişmeleri mümkün mertebe nesnel biçimde izlemeyen gözlemciler yıllardan beri şunu vurguluyorlardı:

Pyongyang başkentli komünist devlet gizliden gizliye çekirdek bomba üretmektedir.

Zira, babadan oğula geçen ve ancak Hitler ve Stalin rejimleriyle karşılaştırılabilecek olan "kızıl hanedan" iktidarı sürdürebilmek için "nükleer şantaj" politikasını seçmiştir.

Atom silahı sayesinde hem rejimin "dokunulmazlık"ını korumak; hem de o silahın teknolojisini satarak "para kazanmak" hedefini gütmektedir.

Ve, Kuzey’in yukarıdaki afet bombasıyla donması sırf Asya’da değil, zincirleme bir süreçte tüm uluslararası ilişkilerin vahim bir mecráya sürüklenmesi anlamına gelecektir.

ABD’ye ek olarak Çin, Japonya, Güney Kore, háttá Rusya’nın da işin içine girmesi ve orta uzun vadede gerginliklerin tırmanması bir yana; zaten İran’la birlikte tekrar ivme kazanmış olan "çekirdek yayılmacılık" rizikosu küresel boyut edinecektir.

***

OYSA, vay sen misin bunları söyleyen, "İslamcı ulusalcı"sından "karanlıkçı Maocu"suna, bizim cahil, fanatik ve ebleh koro her zamanki komplo teorilerinden yumurtladı.

"Ne münasebet efendim, Kuzey Kore’nin atom silahıyla donanmak niyeti yok ama ABD emperyalizmi saldırıya zemin hazırlamak için bunu dezenformasyon olarak uyduruyor. Zaten iddia edenler de ’Amerikan uşakları’dır" diye, attı ve de tuttu.

Eh, dünden beri artık her şey ortada olduğuna göre, "komplo"yu (!) kim kurmuşmuş?

"Pırıldayan şimal yıldızı" ve "en büyük rehber lider" lákaplı Kim Jong-il Yoldaş mı, yoksa Washington’daki, Seul’deki, Tokyo’daki bir "emperyalist saldırgan" mı?

***

ŞİMDİ durum vahimdir ve İşin şakaya gelir yanı yoktur!

"Şaki devlet" tanımına en uygun düşen Kuzey Kore’nin uluslarası hukuku çiğneyerek dün gerçekleştirdiği nükleer deneme önce bölgedeki gerilimi yükseltecektir. Zaten de yükseldi.

Güney Kore patlamanın hemen ardından Kuzey’e yaptığı yardımı durdurduğunu; Japonya da Pyongyang’a karşı bu defa "hiç tavizsiz" davranacağını açıkladı.

Daha önemlisi, zaten bir gün önce Pekin’de bulunan aynı Japonya Başbakanı Şinzo Abe’yle Pyongyang’a karşı "ortak tutum almak" konusunda görüş birliğine varan Çin, Kim’in maceraperestliğini "yüzsüz tutum" olarak tanımlamaktan çekinmedi.

Nitekim, bir provokasyon üstádı olan Kuzey’in bombayı tam, Pekin’den Seul’e geçen o Abe’nin Güney’de gerçekleştirdiği "tarihi zirve"ye denk getirmesi tesadüf oluşturmuyor.

Başka bir deyişle, "gerilim tırmandırma stratejisi" bizzat "pırıldayan şimal yıldızı" Yoldaş tarafından ve bir zamanlamaya uygun olarak yönlendiriliyor.

***

O
halde, henüz ihtiyatlı bir tavır sergileyen ABD’nin BM Güvenlik Konseyi’ni olağanüstü toplantıya çağırararak Kuzey Kore’ye yönelik yeni tedbirler isteyeceğine ve bunun da çabucak onaylanacağına mutlak gözüyle bakılabilir ama, gerisini bilmiyoruz ve bilemeyiz.

Zaten bu bilinememezlikten dolayıdır ki, inisiyatif Kim’in elinde bulunuyor.

Şantaj siyasetini artık nükleer bomba ve onu atan füzeyle de donatan Pyongyang tüm stratejisini böyle bir kestirilemezlik, hesaplanamazlık, öngörülemezlik üzerine inşa ediyor.

Ha, bizim komplo teorisyenleri "öngörüyorsa" (!), tabii ki boynum kıldan ince!

Her bomba patlattığında onların balonu yine patlayacak ki, eh bana ne!
Yazının Devamını Oku

Bedensel komplo

8 Ekim 2006
Demirperde yırtıldığından beri birtakım burnu iyi koku alan manken avcıları, Tuna’nın doğusundan tá Sibirya’ya kadar uzanan geniş coğrafyayı seçmişler. Bütün bir Slav álemini karış karış, köy köy, şehir şehir turlayarak manken adayı arıyorlarmış. NE yani, milletinki can da, benimki patlıcan mı?

Madem "ulusalcı"sından "İslamcı"sına her önüne gelen "üstün zeká"(!) şıppadak bir komplo teorisi uyduruveriyor, işte bu defa da bendeniz bir "tez"(!) yumurtlayacağım.

Ve de o "tez"im (!) şudur:

Efendim diyorum ki, şu sıska kadın bedeni budalalığını aslında moda yaratıcılarıyla konfeksiyon imalátçıları ortak bir kumpas sonucu piyasaya sürdüler.

Giderek de hákim kıldılar.

Eh, bunların her ikisi de eninde sonunda lonca tipi esnaf kategorisine girmiyorlar mı?

Dolayısıyla, tá o İngiliz kürdan ve sözüm ona manken Twiggy’nin podyumlara çıkartıldığı günden beri kağıt üzerinde imzalanmamış gizli bir anlaşma yaptılar.

"Tahta meme yassı popo dişi imajı" tek geçerli estetik olarak empoze ettiler.

İstim arkadan gelsin hesabı da yavaş yavaş bunun teorisini geliştirip bir "olmazsa olmaz" kurala dönüştürdüler.

Neden mi?

Tabii ki, daha çok para kazanmak ihtirasından!

*

EVET evet öyle ve sorarım size, daha sıska beden daha az kumaş demek değil mi?

Çünkü, eti budu yerinde ve Osmanlı cüsseli kadınlar için biçilecek elbiseler, bluzlar, etekler, çamaşırlar için, o engebe fukarası hatun numuneleri için dikilen konfeksiyon ürünlerinin bazen iki misli malzeme harcanmayacak mı?

Söz konusu kumaşa ek olarak ipliğini, düğmesini, kopçasını, vatkasını falan da ekleyin, aradaki maliyet farkının çok yüklü bir rakama ulaşacağı asla şüphe götürmüyor.

Ve hesap kitap meydanda, düşünün ki, tek bir hanım pantolonunun sırf basen hanesinde on santimcik tasarruf edilmiş olsa, o pantalonlardan yüz milyonlarca, belki milyarlarca üretildiğine göre, nihayetinde ortaya çıkacak fark binlerce kilometreye tekabül eder.

Eh, mağaza tezgahındaki fiyatlar da hiçbir zaman bedenlere göre değişmiyor!

Özel "dev anası dükkánları"nı hariç tutarsak, ister şu, ister bu boyu alın hep standart bedel ödüyorsunuz.

Dolayısıyla, geneli aşağı çektiğiniz; yani "sıskalık estetiğini" kesin bir ölçek olarak kolektif hafızaya empoze ettiğiniz takdirde, bilgiç tábirle "pr?t a porter" denilen ve Paris’teki moda tasarımcısının planşından başlayıp, Şanghay’daki terzi atölyesinin çıraklarına uzanan sonsuz geniş bir üretim sürecinde, en küçüğünden en büyüğüne, bir dizi esnaf papelleri cebine istiflemiş oluyor.

Nasıl, komplo teorimi beğendiniz ve şu "tahta meme yassı popo dişi imajı"nın aslında hangi hinlikten kaynaklandığını şimdi anladınız mı?

*

NEYSE, yukarıdaki senaryoma ister inanın, ister inanmayın ama aynı konuya ilişkin geçen yıl bir magazin haberi okumuştum ki, doğrusu hem şaşkınlıktan gözlerim faltaşı gibi açılmıştı, hem de içimdeki isyán duygusundan dolayı öfkem burnuma çıkmıştı.

Efendim, biliyor musunuz ki şimdilerde "manken avcılığı" diye bir meslek türemiş?

Oysa ben hep sanırdım ki, podyumlarda boy bos gösteren ve henüz çocukluktan yeni çıkmış olduğu daha ilk anda göze çarpan hanım hanımcık kızlar ilkin, "şu kadar boyun üzerinde, bu kadar kilonun altında aday aranıyor" türü bir anonsa cevap vermişlerdir.

Ardından da, sınavdan mınavdan geçtikten; mektebine okuluna gittikten; müsamere defilesiyle işe başladıktan sonra, nihayet bir "Cardin" tayyör yahut bir "Armani" robla ışıkların altında ve kameraların önünde yürümek hakkını elde etmişlerdir.

Belki eskiden öyleymiş ama artık değil!

Evet evet, lánet "Duvar" yıkılıp "Demirperde" yırtıldığından; yani eskiden yasak olan saha açıldığından beri birtakım "manken avcıları" peydahlanmış ki, bunlar Romanya’nın en ücra voyvoda dağlarından Ukrayna’nın en sakin step ovalarına ve Çekya’nın en şık yatılı kolejlerinden Hırvatistan’ın en gariban öksüz yurtlarına, bütün bir "Slav álemi"ni karış karış, köy köy, şehir şehir turluyorlarmış.

Slav, çünkü hani zaten bizde de "Rus geldi aşka, Rus’un aşkı başka" genellemesiyle o Slavların gayet cazibeli olduğu çağrıştırılır ve nitekim, ağızlarının tadını bilen atalarımız haremlerini aynı ırk mensubiyetini taşıyan dilberlerle doldurmuşlardır ya, işte bu yüzden, burnu "iyi koku alan" o avcılar, Tuna’nın doğusundan tá Sibirya’ya kadar uzanan geniş coğrafyayı seçmişler. Aranıyorlar.

*

ARANIYORLAR ve işte bağbozumu bayramı, taşra düğünü, okul müsameresi diye kalabalığın içine karışıp, af buyurun, belki henüz yeni ádet görmüş ve elleri hasat bağlamaktan yıpranmış bir kızcağızı gözlerine kestiriverdiler.

Anında da, "gel seni manken yapacağız" diye yanına yanaşıverdiler.

Anasına babasına damı aktaracak kadar para; daha komşu kasabaya dahi adımını atmamış kızcağıza ise Roma, New York, Madrid hayalleri ki, kim dayanabilir!

Şimdi ilk uçakla bir Batı başkentine doğru hareket edilmektedir.

Ve çok yakında podyum ışıkları, modacı - konfeksiyoncu kumpasıyla oluşturulmuş "tahta meme yassı popo dişi imajı" yeni bir "yıldız"la parlayacaktır!

Nasıl "parlatıldığını" (!) gelecek pazara bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku