31 Ekim 2006
ÜNİVERSİTE öğrencilerinin yüzde bilmem kaçı "töre cinayetleri"ni onaylıyormuş. Önceki hafta yayınlanan sondaja göre, "namus uğruna bacımı delik deşik ederim" diyenlerin oranı coğrafi konuma uygun seyir izleyerek, batıdan doğuya doğru yükseliyormuş.
Ne diyebilirim ve töresi batasıca bedduasıyla yetiniyorum.
* * *
ÖTE yandan, "A & G" şirketi tarafından gerçekleştirilen diğer bir sondaja göre, "Türkiye AB’ye mutlaka üye olmalıdır" diyenlerin oranı yüzde 32,2’ye düşmüş.
"Hangi ülkeleri daha çok dost görüyorsunuz" sorusuna ise şu cevaplar verilmiş:
Fransa, yüzde 2,8; İngiltere, 3,2; ABD, 3,6; Yunanistan, 4,2; Rusya, 8,7.
El insaf!
* * *
EVET el insaf, çünkü İlter Türkmen Usta’nın da cumartesi günü açıkladığı gibi, eğer Türkiye kamuoyu, Ankara’nın AB üyeliği en baştan beri destekleyen bir Londra’yı, bunun tam tersi tavır sergileyen bir Paris’le aynı kefeye koyuyorsa, söyleyecek fazla şey kalmıyor.
Hele hele, İslam kimlikli Çeçen halkını katletmesine rağmen, kolektif hafızamızdaki "Moskofya" şimdi "dostluk" şampiyonu olarak algılanıyorsa, doğrusu, akan sular durur.
Dolayısıyla, eh mádem "Rus’un aşkına gelmişiz", Türki sahadan İran denklemine ve petrol hattından Kafkas güreşine, jeopolitik uzlaşmazlıkları sıralayarak çene yormaya değmez.
* * *
KABUL de, üniversite öğrencilerinin şu kadarı "töre cinayeti" onaylıyor ve Türk milletinin bu kadarı "ayı"yı "dayı" yerine koyuyor diye sonsuz yanlışlarla uzlaşacak mıyız?
Kaderci bir yaklaşımla "halk iradesi"ne boyun mu eğeceğiz? Pes mi diyeceğiz?
Diyemeyiz.
Tamam, tabii ki ceberrut bir tepeden inmecilikten uzak durmak gerekiyor.
Ancak, o "halk iradesi"ni fetiş kılan popülizmden de aynı ölçüde kaçmak gerekiyor.
Aksi takdirde bunun sonu yoktur. Zira, halkın yanılmayacağına dair bir kural yoktur.
Hitler gökten zembille inmedi. Cermen ulusunun "içgüdüsü"nden ezici destek aldı.
Ve bilelim ki, orada Yahudi soykırımına, burada da "namus katliamı"na ses etmeyen öğrencinin o "içgüsüsel şartlanma"sı aynıdır. Biri diğerine götürür ve tamamlar.
Ha Heilderberg Üniversitesi’nde "ári ırk" ayıklanmasını alkışlayan amfi; ha Fırat Üniversitesi’nde "töre cinayeti"ni onaylayan amfi, alın birinin kafasını ve tokuşturun ötekine.
* * *
ÖTE yandan, burada yine "çarıklı erkán-ı harp" popülüzmi yapmanın álemi yok.
Her halk dış politikayı "aracı unsur"; yani çağımızda medya vasıtasıyla öğrenir.
Dolayısıyla da, aslında zaten o politikada hiç kıymet-i harbiye taşımayan "dost" ve "düşman" kavramlarını kendisine yansıtılmış olan bilgilerin süzgecinde tanımlar.
Ve yine dolayısıyla, eğer "halkımız" Londra ve Paris’i bugün aynı kefeye koyabiliyor; artı, onlarla kıyaslanmayacak ölçüde jeo-stratejik bir hasım olmasına rağmen Rusya’nın "dostluk"unu başa çıkartabiliyorsa, burada iki şık var demektir:
* * *
BİR; o halk gerçekten "muhakeme özürlüdür". Dua etmekten başka çare kalmaz.
Evliyáya mum yakar ve "şu millete akıl fikir ihsan eyle" diye avuç açarsınız.
İki; hayır, aslında o halk diğerlerinden ne daha az, ne daha fazla muhakeme özürlüdür.
Fakat, genel şartlanmaya ek olarak "aracı unsur" öylesine çarpık bilgi ve yorum sunmaktadır ki, halk da akını ve bokunu; yani "dost"u ve "düşman"ı karıştırmaktadır.
Bunlardan hangisinin geçerli olduğu konusunu bir başka yazıya bırakıyorum.
Ancak her iki durumda da sonuç değişmez ve her iki sondajın sonuçlarıyla uzlaşılmaz.
Yazının Devamını Oku 28 Ekim 2006
"CUMHURİYET Devrimi"mizin "Kurucu efsane" yaratması sonsuz ölçüde doğaldır. Çünkü, bütün devrimlerin ideolojik meşruiyete ihtiyacı vardır. Aksi düşünülemez.
Böyle bir meşruluğa ulaşmanın yöntemi de gökten zembille indirilen; en azından, kolektif hafızadaki bir mevcudu "kendine yontan" hayali mitolojiler üretmekten geçer.
Nitekim Fransız "İhtilál-i Kebir"i, "ulus bilinci"ni, aslında o bilinçle hiçbir ilgisi bulunmasa da, Ortaçağ Frank kralı Klovis’in Hıristiyanlığa geçiş vaftizine uzandırmıştı.
Stalin ise "Bolşevik vatan savunması"nı Korkunç İvan’la bütünleştirdi.
Afrika bağımsızlığı da "negritüd" denilen "zenci methiyesi"ne paralel seyir izledi.
Dolayısıyla, Cumhuriyet’in de aynı tür "kurucu efsane" üretmesi yadırgatıcı değildir.
* * *
ANCAK bunlardan bir tanesi; daha doğrusu, birbirleriyle bütünleşmiş iki tanesi var ki, o gün dahi ipe sapa gelir yanları yoktu ama, bugün düşüncesi bile tüyler ürpertmeye yetiyor.
"Türk Tarih Tezi"ni ve "Güneş Dil Teorisi"ni kastettim.
Ve her ikisi de artık bütünüyle defterden ve hafızadan silmemiz gerekiyor ki, 83. yaşgününü idrak etmekte olduğumuz Cumhuriyet’in "rasyonel akıl" hedefine sadık kalalım.
* * *
BİRİNCİSİNDE, yani Türkleri "tüm insan uygarlığının kökeni" yapan "Tarih Tez"inde, hadi o günün dünyasında geçerli akçe olduğu için "ahláki" boyutu geçeyim.
Örneğin, resmi ideolog Afet İnan’ın cinneti, "ári ırk"tan indiğimizi ispatlamak için Mimar Sinan’ın türbedeki sandukasını açıp, kafatasını ölçmeye vardırmasını unutayım.
Fakat bunun ötesinde, bırakın minnacık bir "bilimsellik"i falan, yukarıdaki "tez" baştan sona uydurmasyon, palavrasyon ve atmasyondur ki, serçe parmağı değseniz, dökülür.
* * *
AYNI şey tabii ki "Güneş Dil Teorisi" için de geçerlidir.
Nasıl ki yukarıdaki "tez"e göre, bütün uygar ırkların "ata"sı Türklerdir; forseps, sezaryen falan, "teori" de bu defa tüm "uygarlık" lisanlarını Türkçe’den "doğurtur".
Artı, onlar da Hint-Avrupa kökenli değil diye, Fince ve Macarca’yı kardeş ilán eder.
Lengüistik, etimoloji, semiyoloji hak getire, "Türk Tarih Tez"inin bir Siyam ikizi olan "Güneş Dil Teorisi" de o aynı oranda uydurmasyon, palavrasyon ve de atmasyondur.
* * *
İMDİİ, başta söylediğim gibi, ne denli áfáki olursa olsun, "Cumhuriyet Devrimi"nin yukarıdaki "kurucu efsaneler"i kendi meşruiyetini sağlamak açısından yaratması doğaldır.
Ama asla doğal olmayan şey, az biraz kesip budadıktan sonra, seksen üç yıl sonra dahi hálá bunların sürdürülmesidir ki, zaten "statüko zaptiyeliği" derken hep bunu kastediyorum.
Örneğin, ilkokuldan itibaren kávimler göçü tarih derslerinden öğretilirken "merkez"e daima Türk’ün oturtulması, göz çıkartan yerleri yontulmuş o "tez"in "diet" bir varyantıdır.
Fince ayıp kaçacak, "arı Türkçe" ahmaklığıyla dil nüanslarının ve kültür hafızasının; dolayısıyla aslında düşüncenin iğdiş ve hadım edilmesi de, o "teori"nin "light" bir türevidir
Ve işte bu bilinçaltı şartlanmadır ki, "Türk’ün Türkten başta dostu yoktur" ve "biz bize benzeriz" şiarlarındaki şoven milliyetçiliği ve "öteki" nefretini sürekli kılmaktadır.
* * *
OYSA, tüm devrimler gibi "kurucu efsane" üretti ama, "Cumhuriyet Devrimi"nin mayasında da, hamurunda da, hedefinde de "nesnel gerçek" ve "mantıki akıl" vardır.
Yarattığı mitoloji de bir "meşruiyet ihtiyacı"ndan başka bir şey değildir ve olamaz.
Oysa, yarın Cumhuriyet’imiz 83. "meş-ru-luk" yıldönümünü kutlayacağız.
Ve dün onun ihtiyaçtan yaratmış olduğu "kurucu efsane"yi bugün yıktığımız ölçüdedir ki, yarın "meş-ru" Cumhuriyet’imizi hakkıyla ve láyıkıyla kutlayacağız.
Yazının Devamını Oku 26 Ekim 2006
DENİZ Baykal’a sorarsanız, meğer iktidara gidiyormuş.<br><br>Baksanıza, hangi sondaja, hangi ankete, hangi kamuoyu taramasına dayandırdığını açıklamıyor ama, CHP liderine göre altı oklu parti İstanbul’da birinci konuma geçmişmiş. Artı, bütün Türkiye sathında da "malı götürmeye" (!) başlamışmış.
Ne diyebilirim ki? Sosyolojik ve politik verileri sıralasam ne değiştirebilirim ki?
Eh, "at martini Debreli Hasan" diyen Rumeli türküsünü mırıldanmakla yetiniyorum.
Ve isterseniz bu yazıyı saklayın, yanıldıysam seçimin ertesi günü yüzüme vurursunuz.
* * *
ÖTE yandan, hadi her parti önderinin kendi kurumunu "şişirmesini" genel bir siyaset kuralı addederek, Deniz Baykal’ın da "yüksekten uçması"nı kısmen mazur görmüş olayım.
Kabul de, aynı Baykal’ın dünkü "Hürriyet"te yer alan demecine sessiz kalınamaz ki!
Zira, CHP lideri Enis Berberoğlu ve Okan Konuralp’in sorularını yanıtlarken, fi tarihindeki İngiltere Başbakanı Neville Chamberlain’e atıfta bulunuyordu.
Ve, çağrışımla "teslimiyetçi" (!) dediği bugünkü hükümeti de, 1938 demokrasilerinin Hitler önünde sergilediği "Münih ruhuyla" özdeşleştiriyordu.
Breh breh breh ama, doğrusu Deniz Baykal’a da şapka çıkartmak gerekiyor!
Evet evet şapka çıkartmak gerekiyor, çünkü bu denli usta mugaláta yapabilen bir politikacı hiç şüphesiz ki, som altından bir "demagoji şampiyonu" nişanını hak ediyor.
* * *
ÖYLE, çünkü mülakát konusu o an Güneydoğu’daki teröre geldiğinde, Berberoğlu ve Konuralp son derece mantıki bir silsileden yola çıkarak, CHP liderinin sergilediği ultra şahin "vur kurtul" tezleri karşısında Bosna ve Kosova eksenli soru yöneltmişler.
Baykal derhal, "Bu tür yabancı örnekleri tartışmak istemiyorum" cevabını veriyor.
Fakat hemen ardından da, müthiş bir maharetle şeytana küláhını ters giydiriveriyor.
Sanki Sümerbank’ta satılan "yerli" havluymuş, sözü derhal Chamberlain’e çeviriyor
Pes ki pes ve de "kel aláka" diye işte tam buna denir!
* * *
İLÁHİ Deniz Baykal, ya ben satır be satır hatmetmiş olmama rağmen şu çağdaş tarihi hiç anlamamışım; ya da zat-ı álileriniz o tarihi "mahrem kaynaklar"dan (!) öğrenmiş.
El insaf, 1938 dünyası ve Türkiye’si nerededir, 2006 Türkiye’si ve dünyası nerededir?
Af buyurun ama, eninde sonu kıçı boklu bir PKK’yla, kıtasal tahakküm peşinde koşan ve devasa devlet olan Nazi Almanya’sı aynı kefeye koyulabilir mi? İkisi kıyaslanabilir mi?
Aymaz İngiliz Başbakanı’nın Fransız meslektaşı Daladier’yle birlikte Çekoslovakya’yı Hitler’e "sus payı" olarak vermesiyle, ülkemizdeki Kürt sorunu karşılaştırılabilir mi?
Sen tut, etno milliyetçi benzerlikleri hiç de yabana atılmayacak olan Bosna ve Kosova’yı "bu tür yabancı örnekleri tartışmak istemiyorum" diye geçiştir.
Fakat hemen ardından ve sırf iktidarı "teslimiyetçilik"le (!) suçlamak için, tarihi, siyasi ve toplumsal açıdan asla paralellikleri olmayan ve olamayacak olan 1938 Karlsbad’ıyla 2006 Diyarbakır’ı arasında çağrışımlı ilinti kurmaya kalkış ki, tekrar el insaf!
Ne o, Kerinçsizler ve avenesi türü "ulusalcı" taifeden üç, beş oy tavlayacaksın!
* * *
HAYIR, CHP iktidara gitmiyor. Seçimde göreceğiz, tersi çıkarsa yüzüme vurursunuz.
Deniz Baykal yönetimli parti sadece aslına rücû ediyor ki, Recep Peker’in 1935’te faşizm, komünizm ve korporotizmle harmanladığı "biz bize benzeriz" ideolojisine dönüyor.
Ve kabul, Baykal o 1935 Peker olabilir ama, Chamberlain’in teslimiyetçiliğine karşı demokrasi savaşını zafere vardırmış 1940 Churchill’inin şapkasının gölgesi dahi olamaz!
Zaten her halükárda da, böyle bir CHP’den ne köy, ne kasaba olur!
Yazının Devamını Oku 25 Ekim 2006
CUMA günü Finlandiya’nın Lahti kentinde Topluluk liderleriyle Vladimir Putin arasında gerçekleştirilen AB Rusya Zirvesi "limoni" geçti. Çünkü, İskandinavya ve Baltık ülkesi önderleri senaryosu daha önceden hazırlanan ve "süt liman" bir tablo öngören "protokol"a uymadılar. Suyu bulandırmaktan korkmadılar.
Akşam yemeği sırasında hiç çekinmeden, Kremlin’in hem Gürcistan ve Çeçenistan’a yönelik saldırgan siyasetini; hem de başta yiğit gazeteci Anna Politkovskaya’nın katli, en temel hak ve özgürlüklerin eski KGB ajanı tarafından çiğneniyor olmasını eleştirdiler.
Ve bu açıdan diyebiliriz ki, Letonya, Polonya, Danimarka ve İsveç önderleri Avrupa’nın demokratik namusunu ve vicdani etiğini kurtarmış oldular.
***
ÖYLE, zira tabii ki ilkin Tavariş Putin yukarıdaki "münasebetsiz gelişme"den pek hoşlanmadı, ama nihayetinde onun zırhı kalın ve de yüz surat mahkeme duvarı, umursamadı. Tersine, dışarıya karşı zevahiri korumak çabası gösterseler bile bu beklenmedik Baltık-İskandinav "çıkışı" esas olarak bizzat AB’nin "ağababa" başkentlerini rahatsız etti. Çünkü, Berlin’inden Paris’ine, onların Rusya’ya karşı benimsemiş olduğu temel siyaset, ne halt yerse yesin, Moskova’yı "incitmemek" realpolitiği üzerinde yükseliyor.
Zaten eski KGB subayının fütursuzluğu da buradan kaynaklanıyor.
***
EVET evet, AB hanidir Vladimir Putin’e ses çıkartmıyor ve ötesi, karşısında süt dökmüş kedi tavrına bürünüyor, çünkü Avrupa, Rusya’ya "enerji bağımlısı" duruma düştü.
Yaşlı Kıta hálen petrolün yüzde 22’sini ve doğalgazın yüzde 32’sini eski SSCB’den ithal ediyor. Elektrik butonu, otomobil vitesi, kalorifer kazanı oradan gelen yakıtla çalışıyor.
Ya kafası kızacak Putin tıpkı Ukrayna’ya yaptığı gibi, káh "teknik arıza" gerekçesine saklanarak; káh da açıkça şantaj politikası uygulayarak, tam kış ortasında vana kapatıverirse?
Yandı gülüm keten helva ki, dımdızlak Avrupa’nın diş takırdatacağının resmidir!
Ve işte bu yüzden de, o "ağababa" Topluluk başkentlerinin Kremlin’i ancak yarım ağız ve dostlar alışverişte görsün kabilinden "eleştirmesi" bir yana, her Rusya-AB zirvesi gerçekleşmeden önce "zulfi yáre dokunmayacak" türden milimetrik senaryo hazırlanılıyor.
Cuma akşamı olduğu gibi de, bazı üyeler o senaryonun dışına taşıp Tavariş Putin’e "gözünün üzerinde kaşın var" demeye cesaret ederse, söz konusu "ağababalar" panikliyor.
***
ORTA vadede beraber göreceğiz, bu gidişat ilelebet devam edemez ve etmeyecektir.
Gerekçeleri ayrı ayrı irdelemek gerekiyor, ama şimdilik alt başlıklarla yetineceğim:
Bir; Moskova’nın bugünkü izafi "güç"ü yüzeyseldir. Yakıt fiyatları sayesinde feráha çıkmış gözükse bile ne ekonomisini yenilemiştir, ne de yapısal reform gerçekleştirmiştir.
Vladimir Putin’in göz boyamacılığı arkasındaki şeyler koftur ve Rusya Çin değildir.
İki; başta kendisiyle flört ediyor izlemi veren o Çin, hemen tüm ülkeler Kremlin’i ancak "köprüyü geçene kadar ayıya dayı" denilen cinsten bir "dost" (!) addetmektedir.
Daima kaygı saçan bir Rusya’nın "dostluklar"ı da tıpkı ekonomisi gibi "kof"tur.
Üç; sivil gelenek yoksunu ülkede demokrasi bahsine girilemez. Fakat bilhassa AB’nin, işi sağlama bağladıktan sonra Putin türü otoritarizmlerle uzlaşmayı sürdürmesi beklenemez.
Buna ne Batı kamuoyu, ne de Gürcistan’dan Kore’ye jeo-politik uzun süre dayanabilir.
Nihayet dört; yukarıdaki "işi sağlama bağlamak" fiilini de Avrupa’nın Rus enerji bağımlılıktan kurtulmak çabası oluşturacaktır. Bu çaba başlamıştır ve tam istim sürmektedir. Zaten, AB üyeliği de dahil, Türkiye’nin jeo-stratejik kartlarından birisi işte buradadır!
Dolayısıyla da, aynı Türkiye ve aynı Rusya aslında stratejik rakiptirler!
Ve yeter ki Putin’lerimiz ve Putin ideologlarımız olmasın, bizim kartımız "koz"dur.
Yazının Devamını Oku 24 Ekim 2006
SALONDA milim yer kalmadığı için küçük hole yerleştirdiğim arşiv kütüphanemde, incecik çıtaya geçirilmiş ve minicik ebatta, kağıttan bir Macar bayrağı duruyor. Elbe ırmağından Balkan dağına uzanan coğrafyayı kapsayan "Doğu Avrupa" rafında, çetelesini tuttuğum komünist cürümler arasından, bir umut ışığı olarak gülümsüyor. Pırıldıyor.
Oysa, gözüm gibi saklıyorum ama kağıt eprişmeye ve renkler solmaya başladı.
Eh şaka değil, oraya raptiyeyle iliştireli beri tam on sene bitti.
23 Ekim 1989 günü Budapeşte’de, Tuna kıyısındaki Parlemanto Alanı’nda almıştım.
Ve, bir milyon kişiyle birlikte ben de sallamıştım. Sonsuz bir çoşkuyla sallamıştım.
Çünkü o gün, "Macar İhtilali"nin otuz üçüncü yıldönümünü idrak etmiştik. Etmiştim.
İşte şimdi çok daha sembolik rakkam, dün de ellinci yıldönümünü idrak ettik ve ettim.
* * *
KASTEN baştan söylemedim, bayrağın esas özelliğini ortasındaki delik oluşturuyor.
Zira, Macar ulusu tam yarım yüzyıl önce bugün komünizme karşı ayaklandığında ilk iş olarak, tarihin en büyük yalanı olan o komünizmin "alámet-i fáriká"sını parçalamıştı.
Makas, bıçak, çakı falan, bayrağın ortasındaki orak çekiç armasını yırtıvermişti.
Dikkat, ulusun bayrağını değil, Kızıl Ordu yedeğinde ve nezaretinde Budapeşte’ye gelip de 1945’te iktidarı gaspeden bir avuç Bolşevik bürokratın dayattığı simgeyi yırtmıştı.
Nitekim, gerek ihtilálcilerin taşıdığı isyan sancağı; gerekse de Rus tankları tarafından katledilmiş ihtilálcilerin sarıldığı kefen fotoğraflarına şöyle bir bakın, hepsinin ortası deliktir.
Çünkü her "d-e-v-r-i-m" sembollerle başlar ve de semboller üzerinden yükselir!
* * *
EVET evet, dünden beri ellinci yıldönümünü idrak etmekte olduğumuz ve 23 Ekim 1956’da patlak verdikten sonra, halkın kahramanca direnişine rağmen Sovyet generallerin gerçekleştirdiği katliama dayanamayarak 12 Kasım 1956’da nihayete eren Macar İsyanı, neresinden bakarsanız bakın, tam anlamıyla bir "d-e-v-r-i-m"dir!
Hattá öyle ki, Marksist lûgat açısından dahi bir devrimdir!
Gerek bütün bir ulusu kapsayan muazzam kitleselliği; gerek demokratik istemler yansıtan kendiliğindenciliği; gerekse de, üretim ilişkilerini değiştirmek, yáni "kızıl devlet"in "artı değer"i sömürmesine "dur" demek talepkárlığı açısından devrimdir!
Ve bu arada hemen şunu vurgulamak gerekir ki, gerek Rusya’nın, gerek Çin’in, gerekse de onların dümen suyunda giden komünist ve "ilerici" (!) "yol arkadaşları"nın Macar ihtilálcilere "faşist" (!) diye kara çalmaya yeltenmesi korkunç bir yalandır.
* * *
ÖYLEDİR, çünkü 23 Ekim’de ilk "talepler bildirgesi"ni yayınlamış olan Budapeşte Üniversitesi Öğrenci Birliği’nden; isyanın bastırılmasından sonra Moskova’da idam edilen ve ayaklanma döneminde Cumhurbaşkanı olan "reformcu komünist" İmre Nagy’ye kadar, Macar Devrimi’nin tüm öncüleri genel olarak "sol" kategoride yer alırlar.
İsyan başladıktan çok sonra ortada peydahlanan ve eski kral naibi Amiral Horty’nin yandaşlarından oluşan aşırı milliyetçi milislerin esamisi dahi okunmaz.
Dolayısıyla, Rusya’yla bozuştuktan sonra 1968 Çekoslovakya müdahelesine "sosyal emperyalist saldırı" diye tanımlasa bile, o sıra Kruşçov’la arasında su sızmayan soytarı ve sahtekár Mao’nun ısrarıyla gerçekleştirilen 1956 Macaristan işgali, bir "karşı devrim"dir!
Kızıl totalitarizmin mayasında bulunan türden ve "ekmek ve özgürlük" isteyen kahraman bir ulusa karşı topyekûn düzenlenmiş kahpe, kalleş ve cani bir "karşı devrim"dir!
* * *
DÜNDEN beri de bu "devrim"in ve "karşı devrim"in 50. yıldönümü idrak ediyoruz.
Ve, bugünkü Macar bayrağına bir bakın, sonunda hangisinin kazandığını göreceksiniz.
Yazının Devamını Oku 22 Ekim 2006
Gece yarısı bir şeyler atıştırmak için buzdolabını açtığımda tamtakır kuru bakır bir manzarayla karşılaşıyorum. Albenili yavuklu uğruna şimdi zafiyete uğrayacak ve anoreksi denilen sıskalık hastalığından mustarip düşeceğim ki, fesuphanallah!
BELKİ yirmi sene var, fi tarihinde manken bir yavuklum olmuştu.
Yalan söyleyecek değilim, o sıralarda starlık mıtarlık merdivenlerini tırmanmamıştı.
Şu ajansa yalvar, bu ajansa yakar, podyumlara çıkabilmek için akla karayı seçerdi.
Sonra, ayağım mı uğurlu geldi; yoksa Allah benden kurtuluşunu mükáfatlandırmak için mi "yürü ya kulum" dedi orasını bilemeyeceğim ama, bir ara bayağı şöhrete kavuştu.
Ancak dediğim gibi, birlikte boy gösterdiğimiz dönemde o boyu ve o bosu yerinde; eli yüzü düzgün; endámı pek albenili, fakat eninde sonunda "meşhur meçhul" bir kızcağızdı.
"Bir yıldız doğurttum" diye böbürlenecek değilim, konuyu şuna getirmek istiyorum.
İnkárı yok, Freud’ün psikanaliz kanepesine uzanmayı gerektirecek ölçüde kıskanç olanlar hariç, biz erkek milleti yukarıdaki tür kadınlarla kendimizi teşhir etmeyi çok severiz.
Refakátçilerimizin dönülüp de bakılacak oranda cazibe yayması "ego"muzu okşar.
Çünkü, yanımızdaki kadınların cezbediciliğinden aslında kendimize pay çıkartırız.
Ve, burada da yalan söyleyecek değilim, ben de öyleyimdir!
Hele hele, manken sevgiliyle aşna fişne ederken o "ego"mu tam okşuyordum.
Sinema, kokteyl, davet, respsiyon falan, bütün gözler yakamozlu refakátçimle kamaştığı; dolayısıyla da, böyle bir pırıltı aslında beni ışıldattığı için, horoz gibi şişiniyordum.
Ancak, o sıralarda bile bu kokteyllerle, bu davetlerle, bu resepsiyonlarla hiç aram olmadığından ve her halükárda da dışarıda yemeyi çok sevdiğimden, geçmişte şimdikinden bile beter züğürtlük çeksem dahi, benim esas "teşhir mekánı"mı (!) lokantalar oluştururdu.
Şef, garson, komi sizler selám durun; siz erkek müşteriler, gözlerinizi o kadar da faltaşı gibi açmayın; ve siz kadın müşteriler, hasetinizden o kadar da çatlamayın, işte elini belime aşıkáne dolamış manken sevgilimle içeri girdik ve masamıza oturuyoruz.
Önce aperitif gelsin, sonra da bugün mönü ne var?
*
KUŞ sütü olsa ne yazar!
"Beluga" taneli İran havyarı veya domalan mantarı rayihalı kaz ciğeri olsa ne değişir!
Yemeyecek ki! Taam eylemeyecek ki!
Tabaktaki nefáseti biçimli elleri ve nárin jestleriyle cazibeli ağzına şöyle bir götürecek; sözüm ona tadına bakmış olacak; daha doğrusu koklayacak, sonra da bırakacak.
Eyvah, ya bel ölçüsü bir santim genişlerse? Aman, ya terazi on gram fazla gösterirse?
Ve, bir, iki, üç, beş, her defasında aynı senaryo tekrarlanıyor!
Oysa ben, "Şu cánım lüferi ye be kızcağızım. Izgara balık şişmanlatmaz"; yahut, "Kremanın dudaklarına bulaşması çok hoşuma gidiyor. Bir kaşık al" diye yalvarıyorum ama o da bana, "N’olur beni anla, podyumda kariyer yapmak istiyorum" diye yalvarıyor.
Sonra da, Doğu Avrupa’dan "manken" (!) niyetine devşirilen ve anında bir deri bir kemik rejimine tábi tutulan küçümen kızlar henüz piyasa çıkmamış ama, çevresinde olan biteni anlatıyor.
Modacıların ölçek despotizmini; ajansların terazi budalalığını; fotoğrafçıların objektif tahakkümünü; "kreatör"lerin mezura esaretçiliğini anlatıyor ki, haniyse ağlayasım geliyor.
Artı, oda bisikleti bir yandan; salon cimnastiği diğer yandan; cumartesi pazar koşusu da başka bir yandan, sanki olimpiyat rekoruna hazırlanan bir atletmişçesine yaşıyor.
Daha artı, bazen onun evinde kaldığım oluyor ve geceyarısı karnım acıkıp da bir şeyler atıştırmak için buzdolabını açtığımda, yağsız yoğurt kásesi ve soğuk su şisesi dışında tamtakır kara bakır bir manzarayla karşılaşıyorum.
Ve nihayet daha daha artı, o da benim evimde kaldığından, tatlı tatlı "Orada dururlarsa dayanamam, n’olur artık sen de feragát et" diyerek, mutfağımdaki, dolabımdaki, kilerimdeki bilûmum yiyecek ve erzağı yavaştan yavaşa tasfiye başladı.
Buyrun bakalım, albenili yavuklu uğruna şimdi ben de zafiyete uğrayacak ve "anoreksi" denilen sıskalık hastalığından mustarip düşeceğim ki, fesuphanallah!
*
EVET fesuphanallah ve her ne kadar kazak erkek türü maçolukla uzak yakın ilişkim yoksa bile, bir yerden sonra artık canıma tak etti. Açıkçası, rest çektim.
Anladık, cazibeli refakátçi, pırıltılı "ego" falan ama mazoşizmin de bir haddi var!
Ya bu deveyi güdersin, ya bu diyardan gidersin diyecek ölçüde ham ve nezaketsiz davranmadıysam da, işin böyle yürüyemeyeceğini üstü kapalı, fakat şüpheye mahal bırakmayacak biçimde hissettirdim.
Çünkü, tam sıra "moda alemi"nin ölçüleri daha da mı daraldı ne, benim manken yavuklu ha bre "Senin pisboğaz oburluğun ve etine buduna kadın budalalığın yüzünden davula döndüm" diye söylenip duruyor.
Gizliden çikolata atıştırıp bilmem kaç gram almış, faturasını bana çıkartıyor.
Oysa, tövbe tövbe, ne davulu be hatun, işte sırf "hákim estetik kıstaslar"ın gönlü yerine gelsin; yani dışarıya karşı göstermelik "ego"m tatmin olsun diye, gerçek ve mahrem "erotika arzular"ımı hadım edip duruyorum.
Aman açtırtma kutuyu ve söyletme kötüyü!
Neyse, kavgasız gürültüsüz defteri kapattık ve herkes kendi yoluna gitti.
Sonra, bayağı bayağı şöhrete eriştikten sonra dergilerde falan fotoğraflarını gördüm.
Daha daha da zayıflamış ve dal iken dikene dönmüştü ki, Allah sahibine bağışlasın.
Bendenizse o gün bugündür "ego"mu "sıskalık" empoze eden "estetik kuralları"yla prangaya vurmaktan vazgeçtim.
Yazının Devamını Oku 21 Ekim 2006
FRANSA neden dünyaya "Fransız kalıyor"?<br><br>Başka bir deyişle, nasıl oluyor da geçmişte modernitenin öncülüğünü üstlenmiş olan bir ülke bugünün dönüşüm dinamiklerine direniyor?
AB Anayasası’na "hayır" demekten küreselleşmeye beddua okumaya, niçin "çağdaş trendler"le zıtlaşan bir manzara sunuyor?
Sorunun cevabına gelmeden önce bilhassa şunu vurgulamak istiyorum.
* * *
ASLINA bakarsanız, yukarıdaki görünüm gerçeği tam anlamıyla yansıtmıyor.
Yazının Devamını Oku 19 Ekim 2006
FRANSA başkanlık seçimlerine ilişkin en son sondajlar şu tabloyu ortaya çıkartıyor: Farklı adayların katılacağı ilk turda şimdiki İçişleri Bakanı Nicolas Sarkozy "sağ"; sosyalist hükümet dönemindeki Çevre Bakanı Segolene Royal de "sol" şampiyon olacaklar
İkinci turda kimin "malı götüreceği" sorusu ise henüz ortada gözüküyor.
Bana göre de yukarıdaki eğilim kırk satırla, kırk katır arasındaki bir tercihi yansıtıyor ki, "yandı gülüm, keten helva" demekten kendimi alamıyorum.
* * *
HAYIR, bu kötümserliğim gelişmeyi salt Türkiye’ye indirgemekten kaynaklanmıyor.
Zira, ne Sarkozy’nin marazi Ankara karşıtlığına; ne de topu referanduma atıp "halkın tercihi benim tercihim olacaktır" diyen Royal’in oportünistliğine kapik değer veriyorum.
Her ikisinin de tavrı seçim arifesindeki küçük politikacı hesaplarını yansıtıyor. İktidara geldikleri takdirde farklı telden çalacaklar ve bunu beraber göreceğiz.
Kaldı ki, Elysees Sarayı’na kazık çakmayacaklar ve beş yıl müddetle seçilecekler.
Oysa, hem AB kararı bu sürenin ötesine sarkacağından; hem de köprünün altından çok sular akacağından, onların şimdiden söylediği şeyler özünde hiçbir kıymet-i harbiye taşımıyor
Dolayısıyla, "yandı gülüm, keten helva" derken önce bizzat altıgen ülkeyi; ardından da Avrupa ve dünya siyaset sahnesini kastediyorum.
* * *
ÖYLE, çünkü yukarıdaki her iki politikacı da tıpkı bugünkü Fransa gibi, birer "çapsızlık ábidesi" oluşturuyorlar. Birer "vasatlık anıtı" olarak boy gösteriyorlar.
Paris parfümlerinin şöhretinden midir nedir, gerek Nicolas Sarkozy, gerekse Segolene Royal tamamen "kozmetik" ürün kategorisine giriyorlar.
Muhteris ve popülist bir demagogdan başka bir şey olmayan Sarkozy’yi zaten iyi kötü bildiğiniz için onun kimliğini burada tekrarlamıyorum ama, Royal Hanım farklı mı?
Ne gezer! Ne münasebet! Hık demiş, biri diğerinin burnundan düşmüş.
"Madam"ın robu da aynen "mösyö"nün kostümündeki yüzeysel kumaşla dokunmuş.
* * *
HAYIR, geçmişte Tansu Çiller için "hoş ve boş" deyimini icát etmiş kişi olduğum için, şimdi de Segolene Royal’i "yere batırmamın" (!) arkasında erkek hákimiyetçi bir "maço zihniyet"; yahut "mizojini" denilen tarzdan bir "kadın düşmanlığı" aramayın!
Kamusal kişilikleri cinsiyetlere göre değerlendirmek beni ancak tiksindirir.
Fakat, geçmişte ve şimdi söylediklerini; daha doğrusu, hiçbir şey "söyle-Y-E-mediği" için o söylemediklerini inceleyin, belki de Elysees Sarayı’na yeni kiracı olacak olan Sosyalist Parti "esas adayı" o "hoş ve boş" sıfatını en az Yeniköylü hemcinsi kadar hakediyor.
Ve burada biraz daha "acımasız" (!) olayım, "tin tin, tini mini hanım" şarkısını Segolene Royal için Voltaire lisánına "tın tın, tını mını madam " diye uyarlamak gerekiyor.
Bırakın ayrıntılı programı ve toplum projesini falan, çok genel bir dünya vizyonundan dahi mahrum bulunmasına rağmen sırf kadın kimliği ve "bilirim" (!) makyajıyla gözü kör Fransızların gözünü boyayan Royal en az Sarkozy kadar "s-ı-ğ-l-ı-k" arze diyor.
* * *
VE tabii ki, yukarıdaki hazin manzara aslında bizzat Fransa’nın hastalığını yansıtıyor.
"Sağ"da Savunma Bakanı Alliot - Marie; "sol"da ise eski Strauss - Kahn gibi dolu dolu ve dört dörtlük adaylar mevcutken, sen tut, bütün tercihini, her ikisi de birbirinden vasat, birbirinden çapsız ve birbirinden kozmetik Sarkozy’yle Royal arasında yoğunlaştır.
"Ham ham mösyö"yle "tın tın madam" arasında, sığlıklardan sığlık beğen.
Bu vahim ve travmatik gelişmeyi hafta başından beri incelediğim genel "Fransız ideolojisi"nden bağımsız açıklayamayız ki, devamını cumartesi günü getireceğim.
Yazının Devamını Oku