Hadi Uluengin

Irak: İki yıl daha

11 Kasım 2006
Şimdi ne diyeyim?

Feylesof Nietzsche’nin ünlü kitabına atfen "böyle buyurdu Zerdüşt" mü diyeyim?

Yoksa, "bekledim de gelmedin, hiç mi beni sevmedin" güftesini mi mırıldanayım?

* * *

ÖYLE
, çünkü burnunu soktuğu ve insanlığı sapladığı Irak batağını kastederek yukarıdaki "beklenti"yi dile getiren şahıs bizzat "W" rumuzlu George Bush oldu.

Cumhuriyetçiler Kongre seçimlerinde okkalı sille yer yemez Savunma Bakanı Donald Rumsfeld istifayı basmak zorunda kaldı ya, işte Başkan hazretleri de onun yerine atadığı ve ne mazisi, ne şimdisi diğerinden farklı olmayan Robert Gates’i bu sözlerle "onore etti".

Fesüphanallah!

* * *

YAHU Mister Bush’çuğum, daha düne kadar, hemen her siyasetinde dümen suyunu izlediğiniz o Rumsfeld’den asla ayrılmayacağını söyleyen siz değil miydiniz?

Hattá tam oylama arifesinde, "kabine asla değişmeyecek" diye yemin etmediniz mi?

Şimdi bu ne perhiz, bu ne lahana turşusudur ki, "sağ kolunuzu" bir çırpıda gözden çıkarttığınız yetmiyormuş gibi, bir de "yeni ufuk" ve "yeni açı"dan dem vuruyorsunuz?

Ah politikacılık, dünyanın her bir yerinde sen nelere kadirsin ve tekrar fesüphanallah!

* * *

PEKİİ, "W" rumuzluya olan hıncımdan ötürü Bush’a yönelttiğim bu tepkiyi hadi bir kalem geçelim ama, ABD’nin Irak politikasında gerçekten de bir "yeni" mümkün müdür?

Demokratların hem Temsilciler Meclisi’nde, hem de dış siyasetin etkin kurumu Senato’da zafer kazanması; Rumsfeld’in tası tarağı toplaması ve en önemlisi, Amerikan halkının maceraperestliğine "dur" demesi, Washington’un tutum değiştireceğini mi müjdelemektedir?

"İmkánsız" gibi kesin bir kelime kullanmak istemiyorum ama, heyhat ki hayır!

Bütün kalbimle diliyor olsam bile gerçekçi bakmak zorundayım, eyvah ki hayır!

* * *

HAYIR, çünkü her şeyden önce hiç unutmayalım ki, başkanlık sistemiyle yönetilen ABD’de, Senato dahil, Kongre’nin Beyaz Saray’a rota çizebilmek marjı çok sınırlıdır.

Kabul, soruşturma komisyonu veya harcama kesintisiyle etki imkánı mevcuttur ama, zaten savunma bütçesinde ciddi bölümün onaylanmış olması bir yana, Bush’un kışkışlanacağı 2008 Kasım’ına dek söz konusu Kongre’nin çok fazla bir "ayarlama" şansı olmayacaktır.

Üstelik, başkanlık kampanyası yaklaşırken ve "derin Amerika" incitmek pahasına, Demokratların "Irak’ı derhal terk edelim" türünden bir slogan benimsemesi beklenemez.

Ortadoğu serüvenine yönelik eleştirisi ne olursa olsun, eşek amblemli partinin kolektif hafızadaki Vietnam bozgununu hatırlatan bir "ricát siyaseti"ni savunması mümkün değildir.

* * *

O halde, "W" rumuzlunun ağzında gevelediği "yeni" (!), baba Bush’un pragmatik dışişleri bakanı James Baker’e tam seçim arifesi kurdurtulan "Irak Komisyonu"yla zaten sinyali verildiği gibi, ancak bir nüans değişikliği olabilir. Cim karnında nokta kalır.

Zira oğul sırf kendi burnunu değil bütün ABD’yi öyle batağa sokmuş durumdadır ki, aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık, o ABD’nin hareket kábiliyetini sıfıra indirmiştir.

Dolayısıyla, bozguna uğrayan ve hafiften nedámet getirir gözüken George W. Bush ister samimi, isterse de her zamanki gibi riyakár olsun, Irak’ta gerçek bir "yeni" beklenemez.

Mucize gerçekleşmediği takdirde, "W" rumuzlu Beyaz Saray’dan fiilen sepetlenene dek, önümüzdeki iki yılın gelişmeleri "zevahiri kurtarmak"tan çok öteye gidemeyecektir.

Ve heyhat, o zevahir de ne Irak, ne Amerikan halkını Bush’un batağından kurtarabilir.
Yazının Devamını Oku

İlerlememe raporu

9 Kasım 2006
ADI "ilerleme" ama, dün AB Komisyonu tarafından yayınlanan ve Türkiye’nin son bir yıllık üyelik sürecini gözlemleyen belgeyi "ilerlememe" raporu olarak da tanımlayabiliriz. Háttá, hafiften argotik bir deyimle "yerinde sayma raporu" bile diyebiliriz.

Ancak dikkat, "gerileme" kelimesini bilhassa kullanmıyorum.

* * *

ÖYLE, çünkü gazetede metnin ana hatlarını okuyacağınız için burada ayrıntıya girmiyorum, fakat Brüksel kurumu dün sadece "malûmu ilán etmekle" yetindi.

İhtiyatlı davrandı ve geride bıraktığımız on iki ay içinde dişe dokunur bir gelişme olmadığının altını çizmekten çok öteye bir "değer yargısı" dile getirmedi.

Tamam, Topluluk yürütme organı Kıbrıs sorunuydu, ifade özgürlüğüydü, rüşvet yozlaşmasıydı diye Ankara’ya belki "sarı kart" gösterdi ama, müzakerelerin askıya alınması için o sarıyı kırmızıya dönüştürmek gibi bir eğilim içine girmedi.

Dolayısıyla da, Türkiye açısından hemen her zaman olduğu gibi, "esas kararı" "esas merkez"e, yani AB devlet ve hükümet başkanlarının Aralık ayı zirvesine bıraktı.

Eh, smokinli diplomat ve ayrıcalıklı "avrokrat" olmaya gerek yok, gelişmeleri az buçuk izleyen hemen herkes belgede yer alan gözlem ve yönlendirmeleri zaten üç aşağı, beş yukarı tahmin ettiğinden de, "ilerlememe raporu"ndan söz etmek yanlış oluşturmuyor.

* * *

PEKİ, ilerlemeyen bir şeyin aslında "gerilediği" söylenemez mi?

Hele hele, tam üyelik müzakereleri gibi, kendi dinamiğinde mutlaka ve mutlaya öne doğru seyir izlemesi gereken bir süreç açısından bakıldığında, yerinde sayan her adım aslında tornistana dönmüş bir adım anlamına gelmez mi?

Bu sorunun cevabını, yarım bardağın dolu mu, boş mu olduğu türünden bir yaklaşımla hem "evet", hem de "hayır" diye vermek gerekiyor.

Ve ben, en azından Aralık zirvesine kadar dolu bardağı; yani "iyimser yaklaşım"ı benimsemeyi sürdüreceğim içindir ki, "gerileme"den değil "ilerlememe"den söz ediyorum.

* * *

ÇÜNKÜ bir; Brüksel organının dün sadecene "sarı kart"la yetinmesi ve kararı AB liderlerine bırakmakla yetinmesi bile başlıbaşına "olumlu" haneye giriyor.

Zira láf aramızda, netámeli Kıbrıs bir yana, demokratikleşmekten hukukileşmeye, son oniki ay içinde Türkiye’nin ortaya koyduğu performans sıfıra sıfır, elde var sıfırdır!

Dolayısıyla, adım gibi eminim ki, yukarıdaki "tıntınlık"ı Ankara değil de harcıalem bir aday ülke başkenti sergilemiş olsaydı, bırakın "kırmızı kart"ı falan, AB Komisyonu o başkenti derhal sahadan atmanın ötesinde, bilmem şu kadar maç ceza verirdi.

Demek ki, Türkiye aslında "iltimas geçilen" bir devlettir ve "durma, düşersin" doğrusuna rağmen, "ilerlememe" raporu henüz "gerileme" raporu anlamına gelmemektedir.

* * *

SONRA iki; bugün henüz 9 Kasım ve AB zirvesinin gerçekleşeceği 14 Aralık tarihine daha bir aydan fazla zaman var ki, o takvime kadar hálá "Allah kerim"!

Belki, "hem kocca on iki ayda hiç ilerlenmediğini söylüyorsun, hem de otuz günde mucize mi bekliyorsun" diyeceksiniz ama, ben de "evet, bekliyorum" cevabını vereceğim.

Zaten aslında "mucize" kelimesine de itibar etmiyorum, çünkü örneklerini defalarca yaşadık, pek, pek çok "ilerleme"nin ancak yumurta kapıya dayandığı an gerçekleşmesi uluslararası ilişkilerde ve diplomatik platformlarda "sıradan" kategoriye giriyor.

Zirve sabahı, "ilerlememe"yi "gerileme"ye dönüştürmeyecek bir ortamın sağlanması ve dolayısıyla da, "sarı kart"ın tekrar yeşil"le değiş tokuş edilmesi işten bile değildir.

Yeter ki, "i-ler-le-mek" iradesi ve azmi láfta değil fiiliyatta mevcut olsun.
Yazının Devamını Oku

Derin seçim

8 Kasım 2006
EKRANDAKİ Amerikalı hatun, Fransız gazeteciye dönerek ve gayet ciddi biçimde, "bir Hıristiyan olarak Müslüman ülkede yaşarken kendinizi nasıl hissediyorsunuz?" dedi. Şaşırdım. Tarzan İngilizcemle kadının sorusunu yanlış anladığım zehabına kapıldım.

Fakat, altyazıda da yukarıdaki cümle belirdi.

Ve, afallamak ne kelime, işte o an şakkadak düşüp bayılabilirdim.

Zaten, bugünkü Kongre seçimleri arifesinde "derin Amerika"nın nabzını tutmak amacıyla Kansas eyaletinde bir mülákát dizisi gerçekleştiren gazeteci de dehşete düştü.

Haniyse nutku tutuldu ve yegáne reaksiyonu "şaka mı ediyorsunuz" demek oldu. Kadın ise çok doğal bir şekilde, "aa, ben Fransa’daki çoğunluk ahalinin İslam dininden olduğunu zannediyordum. Öyle değil mi?" karşılığını verdi.

* * *

İNSAF, sözü edilen ülke Papunezya Yeni Gine falan değil, eninde sonunda, Katolikliğin Yaşlı Kıta’daki en temel taşlarından birisi olan Fransa’dır!

Onu İslam sanan hatun ise villa bahçesindeki açık havuzu; otomobil garajındaki çifte vasıtası; aile nüfusundaki üç çocuğuyla falan, Yeni Dünya’nın tipik bir orta sınıf temsilcisidir.

Üstüne üstlük de, ebeveynleri, kocası ve tüm yakın çevresi gibi, hani şu "W" rumuzlu George Bush’un da dahil bulunduğu "Yeniden Doğuş" (!) yaftalı "Evanjelist" tarikata mensup olduğundan, o üç çocuğunun hiçbirini okula göndermemektedir.

Ders programında yer alan kitaplar o zavallı çocuklara inançlarla çelişen şey öğretip de "beyin zehirlemesin" diye, on dört yaşına kadar, onları kendisi evde "eğitmektedir".

Bir anne düşünün ki, Fransa’yı Müslüman bir ülke zannetmektedir ve de genel kültürden siyasi coğrafyaya, evlátlarına "öğretmenlik" (!) yaparak onları hayata hazırlıyor.

Eh, gelecekten hayır bekleyin!

Allah bilir, on sene sonra onlar da Patagonyalıların Budist olduğunu söyleyecektir.

* * *

DENİLEBİLİR ki, Fransız televizyonu tarafından yayınlanan bu röportajın yukarıdaki sahnesi "istisnai" bir ABD’yi ekrana getiriyor ve gerçeği tam yansıtmıyor.

Bir ölçüye kadar, doğru! Fakat bir ölçüye kadar da, değil!

Çünkü, tabii ki "derin Amerika" her zaman varolmuştu ama, muhtemelen 2. Savaş nihayetinden beri, söz konusu "derin"e hiç zaman böylesine "balıklama" dalmamıştı.

Daha önce en "muhafazakár" addedilen Nixon’lar veya Reagan’lar şimdiki Bush’un yanında zemzem suyuyla yıkanmış "devrimciler" olarak kalır ve de ismini açıkça koyalım, adıyla sanıyla "irtica", Birleşik Devletler’de asla bu kadar "ku-rum-laş-ma-mış-tı".

Evet evet, "W" rumuzlu "ultra süper güç"ü uluslararası planda, dünya halkları nezdinde belki Vietnam döneminden de daha fazla nefret edilir düzeye taşımakla yetinmedi.

Bizzat kendi ulusu bünyesinde de "ce-ha-let"i körükledi ve de körüklüyor.

Zaten hiçbir zaman ışıldamamış olan o "derin Amerika"yı, Teksas’taki petrol sondaj borularının indiği en "derin karanlıklar"a gömdü ve gömüyor.

Dolayısıyla, söz konusu Amerika yalnız koskoca Katoliklik simgesi Fransa’yı İslam sanan "orta sınıf" anneleri değil, o anneler tarafından "eğitilen" (!) çocukları da üretiyor.

* * *

BİTECEK mi? Temsilciler Meclisi’ni tümden ve Senato’yu kısmen yenileyecek olan bugünkü Kongre seçimleriyle George W. Bush’un "irtica dönemi" kapanacak mı?

Başkan’ın Beyaz Saray’da iki yılı kaldığı için, siyasi hukuki açıdan hayır!

Ancak, eğer Cumhuriyetçiler ciddi darbe yerse, evet, sonun başlangıcı gelmiş olacak.Umalım ki öyle olsun ve "derin Amerika" annelerinin, kendilerinin ötesinde bir de çocuklarını "derine gömmek" devri asla açılmamak üzere artık kapansın.
Yazının Devamını Oku

İki şehir iki iktidar

7 Kasım 2006
ALLAH yazdıysa bozsun tabii ki Marksist değilim ama, en azından bir defalığına, Trier’li sakallı tarafından çizilmiş olan teorik şemanın pratikte de ispatlanmasını çok isterdim. Eh, o "Das Kapital" başlıklı alláme-i cihán eseri de döktürmüş olan Karl Marx değil miydi ki, tüm "kitabiyát"ını, "alt yapını"nın "üst yapıyı" belirlediği tezi üzerine oturtmuştu.

"İktisadi hükümran"ların daima "siyasi hükümran" olduğunu vurgulamıştı.

Sloganlaştırarak söylersem, "kim ki sermayedardır, o iktidardır" demişti.

Ve, ah keşke yukarıdaki tahlil doğru çıksaydı da, hazretin Londra’daki mezarı başında evliya niyetine mum dikip, ruhuna dua okuyabilseydim.

Çünkü bu takdirde, Türkiye de çoktandır ve çoktandır feraha çıkmış olacaktı.

* * *

ÖYLE, zira bizim ülkemizde "kim ki sermayedardır, o iktidardır" diyebilir miyiz?

Çok, çok şükür, artık iyiden iyiye palazlanmış modern bir kapitalist devlet olan Türkiye’de, "iktisadi hükümrán"ların "siyasi hükümrán" olduğunu iddia edebilir miyiz?

O modern kapitalizmin "itici gücü" durumundaki liberal burjuvazinin, şu an ekonomik alanda sahip olduğu ağırlığı politik alana tahvil edebildiğini öne sürebilir miyiz?

Hayır, hayır, hayır!

İster "nev-i şahsına münhasırdır" diyerek Türkiye’yi istisnai kategoriye koyun; isterseniz de benim gibi Marksist teorilerin en baştan çuvalladığını söyleyin, öz değişmez.

Çünkü, dün olduğu gibi bugün de Ankara’yı "iktisadi sınıf" yönetmiyor.

Ankara’yı, geniş ve kapsayıcı tanımıyla "bürokratik sınıf" yönetiyor.

Zaten, başkentle İstanbul arasındaki "sınıfsal çelişki"nin özü buradan kaynaklanıyor.

* * *

EVET buradan kaynaklanıyor, zira yedi tepeli ve yetmiş yedi gökdelenli metropol Türkiye’deki "üretici güçler"in; dolayısıyla da modern kapitalizmin tartışılmaz başkentidir.

Zaten, önceki hafta yayınlanan defterdarlık rakamları ortada ve dile kolay, şehrimiz tüm ülke bütçesinin üçte birini ve vergi gelirlerinin de yüzde 41’ini sağlıyor.

Oysa, böylesine dev bir "iktisadi hükümranlık" mekánı olan İstanbul maddi olarak olukla akıttığının karşılığını manen kaşıkla bile alamıyor. "Siyasi hükümranlık" edinemiyor.

Ankara’daki "bürokratik sınıf", kapitalizm öncesi Cumhuriyet döneminde kazanmış olduğu ayrıcalıkları sıkı sıkıya korumak için metropoldeki "ekonomik sınıf"a karşı direniyor.

Tüketen üretene; sermaye yutan sermaye yaratana; riziko almayan rizikoya girene, o üreticiliğe, o yaratıcılığa, o gözü pekliğe koşut bir "iktidar payı" vermeyi reddediyor.

Bu tahakkümünü sürdürebilmek için de, İstanbul’da dikiş tutturamayan "nasyonal cumhuriyetçi" emekli elçileri orada "stratejist" (!) ilán etmekten, "küçük" meczûplar vasıtasıyla "Sabetayist köken avı" (!) düzenlemeye, bitmişten ve tükenmişten medet umuyor.

Háttá, eti budu belli ticaret hacmine rağmen işi öyle traji-komik raddeye vardırıyor ki, evrensel sermayedarlığın tüm kurallarına lánet okuyan ve "ulusalcı" (!) safsata tekrarlayan "ATO" gibi bir "sarı sermaye" kurumcağızını "kapitalist" (!) yutturmaya kalkışıyor.

* * *

O halde, tahlilinde tümüyle çuvallamış olsa bile Karl Marx şu açıdan haklıdır:

Evet, Ankara-İstanbul çelişkisi öz itibariyle bir "sınıf çelişkisi"dir!

Geri üretim ilişkilerini, dolayısıyla ideolojik açıdan "statüko zaptiyeliği"ni üstlenen başkent, kapitalist dinamiklerin metropolüne; yani liberal burjuva demokrasisine direniyor.

Ona, "iktisadi hükümranlık"a koşut bir "siyasi hükümranlık" vermeyi reddediyor.

Bir bakıma, kendi "sınıf çıkarları"nı ve kendi "ekmek teknesi"ni koruyor.

Yeniyi istemiyor, çünkü "armut piş, ağzıma düş"ün ancak eskiyle süreceğini biliyor.

Ve, keşke Marx yanılmasaydı da "iktisadi iktidar, eşittir siyasi iktidar" olabilseydi.
Yazının Devamını Oku

Güz saati

5 Kasım 2006
Her altı ayda bir yelkovanı bir ileri, bir geri alsak bile, asla dokunamadığımız akrebin ağulu iğnesi zehrini damla damla ve gıdım gıdım hayat iksirimize akıtıyor. İşte "yazdan kalan son hatıra" da gitti. Geçen hafta bugün kış saatine, daha doğrusu normal saate dönülmesini kastediyorum. Lamı cimi yok, şimdi iyiden iyiye sonbahara girmiş olduk ki, pastırma yazı veya bunun Amerikancasıyla "Kızılderili yazı" falan diye artık kendimizi kandıramayız.

Yaz bitti ve de adyö!

Nitekim, sanki arkamdan kovalayan var, bendeniz daha cumartesi akşamından itibaren, eski usûl ve yeni usûl, evde ne kadar saat varsa hepsinin yelkovanını bir tur geri aldım.

Tabii burada "eski usûl-yeni usûl" derken saatin alaturkasını ve alafrangasını kastetmiyorum.

Çünkü, bilmem farkında mısınız, günlük hayatta kullandığımız zaman göstergelerinin sayısı muazzam bir hızla arttı.

Geçmişte bir kol, bir duvar, hadi bilemediniz, belki bir de çalar saatimiz vardı.

Şimdi öyle mi?

*

Değil ve modern teknoloji cep telefonunu, pilli radyoyu, bilgisayar ekranını, müzik setini, video aletini, hatta ve hatta fotoğraf makinesini bile ayrı ayrı saat ekranlarıyla donattı.

Artık kurtuluş mümkün değil, zamanın kahredici akışından kaçmak istiyor olsak bile, nereye baksak, nereye dönsek, nereye secde etsek, o akış an be an gözümüzü çıkartıyor.

Son çare, insan Heidegger felsefesinden, izafiyet teorisinden, kuantum fiziğinden falan medet umuyor ki, tabii aslında hiçbir işe yaramıyor.

Tanpınar Usta’nın "Saatleri Ayarlama Ensitüsü" romanı dahi işe yaramıyor.

Her altı ayda bir yelkovanı bir ileri, bir geri alsak bile, asla dokunamadığımız akrebin ağulu iğnesi zehrini damla damla ve gıdım gıdım hayat iksirimize akıtıyor.

Neyse de, aslında sonbahar hakkında bir yazı yazmak istiyordum.

Oysa, melankoliler ve romantikalar mevsimi olan o sonbahara yaz saati-kış saati gibi özünde sonsuz maddi, sonsuz iktisadi ve dolayısıyla da sonsuz somut bir girizgáhla başlamak, söz konusu melankoli ve romantikayla hiç bağdaşmıyor.

Örneğin, Paul Verlaine’nin "Sonbahar kemanının uzun hıçkırıkları / Yaralar kalbimi hep yeknesák ayrılıkları" diyen duyarlılık mısraları nerede; láfa petrol fiyatlarından girip, günlerin kısalmasıyla birlikte enerji harcamasının artacağını; dolayısıyla da, faturanın 29 Ekim’den itibaren çok fena halde el yakacağını söylemek gerçekçiliği nerede?

Bir "asil", diğeri "avam"!

Birincisi metafizik, ikincisi merkantil!

Fransız şairin "hıçkırık", "kalp", "ayrılık" gibi kelimeleri ruh dünyamıza hitáp eden bir hissiyatla; farklı saat uygulaması ise "varil", "borsa", "soba" gibi, olsa olsa "kese dünya"mızı ilgilendiren bir maddiyatçılıkla bütünleşiyor.

*

Tamam, belki hemen yukarıdaki dizelerin BBC mikrofonunda 1944 Normandiya Çıkarması’nı haber veren parola olarak yayınlandığını hatırlatacak ve dolayısıyla, "sonbahar şairaneliği"nin bombaya, mermiye, mayına dönüştüğünü ekleyeceksiniz ama, öz değişmez.

Değişmez, çünkü Verlaine her halde "uzun hıçkırıklar" derken, topçu subayının bununla firkateyn bataryasına "uzun menziller" komutu verileceğini tahmin etmemişti.

Kaldı ki, Çıkarma’nın 6 Haziran’da, yani tam ilkbahar nihayeti yaz başlangıcında gerçekleştiği düşünülürse, müttefikler parola olarak "Güz Şarkısı"nı seçmesi kadar abes bir şey düşünülemez.

"Yaralar kalbimi hep yeknesák ayrılıkları"yla ne ilgisi varmış, tam tersine, dört yıllık Nazi işgalinden sonra burada müjdeli bir kavuşma söz konusu olduğuna göre, parolanın manzumesini de buna paralel cinsinden seçersin.

Hem takvim itibarıyla doğru bir zamanlamaya tekabül etmiş olur; hem de bahar ve yaz yeniden doğuşla özdeşleştiği için, mecázi anlamda da "günün maná ve ehemmiyeti"ne son derece uygun düşer.

Fransız edebiyatında o bahara ve o yaza dair şiir mi, ben bile kaç tanesini sayabilirim.

Aman neyse, sanki şifre istihbaratçılığı üzerime pek vazifeymiş gibi işte láfı uzattım ve de esas anlatmak istediğim sonbahara bir türlü gelemedim.

Allah’tan, "yazdan kalan son hatıra" da işte yeni bitti ve önümüz upuzun bir güz ve upuzun bir kış ki, devamını getirmek için daha çok vaktim var.

Daha doğrusu, ümit ediyorum ki vardır ve o takdirde, gelecek pazara...
Yazının Devamını Oku

Merzifon’dan Pire’ye

4 Kasım 2006
BUGÜN Ankara’nın İstanbul’a duyduğu nefret konusunu sürdürecektim ama, dünkü "Hürriyet"te okuduğum iki ayrı yazıdan dolayı bunu gelecek haftaya erteliyorum. İlkinde Ertuğrul Özkök, Ayşe Kulin’in kaleminden, Merzifon’da Ermeni Tehciri’nden kurtulan Aram Balayan’la İstanbullu Sabahat Reşit arasındaki nefis aşkı anlatmıştı.

Diğerinde ise, Orgeneral Büyükyanıt’ın Pire’yi ziyareti sırasında, Talaslı Evindaki Bezircioğlu ve Fina Kiryazidu’yla hanımlarla Türkçe sohbet ettiğine dair haber vardı.

Her ikisinin de derinini bayağı bayağı deşmek gerekiyor.

* * *

ÖNCE, yukarıdaki türden daha nice örnek mevcuttur ve zaten 1915 Kıyamı’nı sübjektif biçimde "soykırım" olarak tanımlayan tezin zaafı da buradan kaynaklanmaktadır.

Çünkü, Anadolu’da kurtulmuş ve "kur-ta-rıl-mış" Ermenilerin olması; bir bölümün İslamlaşmasına veya evlád edinilmesine göz yumulması; ve nihayet İstanbul’daki cemaate ilişilmemesi, ne denli korkunç olursa olsun, İttihatçı cürmü "teorik kitap"tan ayrıştırıyor.

Başka bir deyişle, tanımı sonsuz milimetrik biçimde yapılmış olan o "soykırım"ı Tehcir’e ilişkin olarak kullanmak, tarihsel nesnellikten ziyade duygusal öznellik yansıtıyor.

Zira, tamam toplumsal baskı falan ama, Sabahat ve Aram nihayetinde evlenebildiler.

Oysa unutmayalım ki, Nazi rejim "Şoah"dan çok, çok önce, daha 1935 "Nürenberg Yasaları"yla Yahudilerin "ári ırk" mensuplarıyla elele tutuşmasını bile ölüm suçu saymıştı.

Artı, Balayan ailesi Merzifon’dan kaçıp Gedikpaşa kilisesine sığınabildi ama, Dachau’dan kelleyi kurtarıp da Berlin sinagoğuna adım atabilmiş tek Musevi mevcut değildir.

Ve işte bundan dolayıdır ki, yukarıdaki aşk Türklerin ve Ermenilerin ortak onurudur.

* * *

ÖTE yandan, gazetede Rum diye zikredilmişti ama, Pire’de Genelkurmay Başkanı’nın elini öpmek isteyen iki yaşlı hanım aslında Rum falan değil, anlı şanlı Karamanlıdır!

Köken tam bilinmiyor, yalnız anadilde değil ibadette de Türkçe kullanan bu halk belki Ortodokslaşmış Türklere; belki de Dede Korkut lisánını benimsemiş Bizanslılara uzanır.

İlk Türkçe roman "Temaşa-i Dünya ve Cefakár-u Cefakeş"in yazarı Evancelinos Misailidis veya Kayseri eşráfından dev sinemacı Elya Kazan, Karamanlılar da onurumuzdur

Ve heyhat, tek kelime Rumca bilmeseler dahi, sırf Hıristiyan oldukları için Karamanlı yurttaşlar da Mübadele’de anavatanı terketmek ve Yunanistan’a gitmek zorunda bırakıldılar.

* * *

O halde demek ki, şu an yaşamakta olduğumuz Türkiye toprakları, tarihte bir hiç olan seksen küsur yıl öncesine dek, Aram Balayan’ın Merzifon’undan Evindaki Bezircioğlu’nun Talas’ına, Türk veya İslam aidiyet taşımayan insanların da öz be öz vatanını oluşturuyordu.

Oysa, artık yoklar! Yahut, cim karnında bir nokta, bir virgül kadar varlar.

Eh buharlaşmadılar ya, demek başlarından ciddi bir şeyler geçti. Azını bilip çoğunu bilmediğimiz veya bilinmesi istendiği ölçüde ve şekilde bilebildiğimiz bir şeyler geçti.

Ve ben burada ne "soykırım" türü retorik tartışmaya giriyorum; ne de çok milletli bir imparatorluktan modern ulus devlete geçişin dev sancılar getireceği gerçeğini inkár ediyorum.

Fakat yukarıdaki sonsuz nesnel ve sonsuz somut "ö-te-ki" gerçeği de inkár edemeyiz.

Merzifon’da niçin Balayan’lar ve Talas’ta neden Bezircioğlu’ları kalmadığı sorusunu cesaretle sormak ve cevabını da dürüstlükle vermek iradesini artık göstermek zorundayız.

Dolayısıyla, tabii ki Sabahat - Aram aşkıyla ve Evindaki Hanım jestiyle övüneceğiz.

Ancak, o Aram’ın niçin Merzifon’da değil de Gedikpaşa büyüdüğü ve o Evindaki’nin neden Talas’ta değil de Pire’de ihtiyarladığına ilişkin "öz"ü çok, çok düşünmemiz gerekiyor.

DÜZELTME: Perşembe günkü yazımda sözü geçen rock şarkı harikuláde "Baba Zula" grubuna değil, bir o kadar harikuláde "Duman" grubuna aittir. Düzeltir, özür dilerim.
Yazının Devamını Oku

Zulada İiiistanbuuuul!

2 Kasım 2006
ŞİMDİ şu satırları yazarken, harikuláde "Baba Zula"nın rock başyapıtını dinliyorum. Hoparlörü sonuna kadar açtım ve içim içime sığmıyor. Klavye tuşları önümde akıyor.

Ve "Baba Zula" sihirli zulasından çıkardığı ihtilálci notaları haykırıyor:

"Bu şehir rakıyla yaşar / Bu şehir cigara çeker" (...)

"Bu şehir gündüzü yaşar / Bu şehir geceyi sever"

"İiiistanbuuuul..."

* * *

FAKAT
malûm, Ankara o "İsssstanbuuuul"u sevmiyor. Günáhı kadar bile sevmiyor.

Bırakın rock devinimler kentini, imlásı kurallı yazılmış bir İstanbul’u bile sevmiyor.

Punduna getirse, Dersaadet’i, Konstantinniye’yi, Payitaht’ı bir kaşık suda boğacak.

Tamam, kulaç atmayı bilmediğinden, "aman ayağım kayar ve ben de cumburlobu boylarım" korkusuyla, çelme takıp şehrimizi Akıntı Burnu’ndan itmeye cesaret edemez.

Ama imkánı olsa "İiiistanbuuul"u Çubuk barajından taşıdığı bozkır suyunda boğacak.

* * *

PEKİ, Ankara’nın metropole duyduğu bu nefret "ayyaş" (!) kentimizin rakı ve "keş" şehrimizin cigara müptelálığından mı kaynaklanıyor.

Hiç sanmıyorum. En azından, yukarıdaki faktör ikincil, üçüncül sıralarda gelir.

Çünkü, iftira atmamak gerekiyor, her ne kadar demlenme mekánı Çiçek Pasajı değil de Sakarya Meyhanesi olsa bile; her ne kadar mezeyi torik lákerdadan değil de sahanda işkembeden seçse bile; her ne kadar eşref saatinde Hicáz makamı "Adalardan bir yár gelir bizlere" şarkısını değil de İsveç notalı "Dağ başını duman almış" marşını terennüm ve teganni etse bile, nihayetinde Ankara da kadeh tokuşturur.

Hattá, pek bir matahmış gibi, bunu "laiklik manifestosu" (!) olarak göndere çeker.

Cigara bab’ında ise, belki "yurdun malı"na "emperyalist tütün"den (!) daha fazla itibar eder ama, bu konuda da İstanbul’dan geri kalır yanı olduğuna ihtimal vermiyorum.

O halde, Ankara neden İstanbul’u sevmiyor ve ona hınç besliyor?

* * *

ÇÜNKÜ İstanbul "gündüzü yaşıyor" ve "geceyi seviyor"!

Háttá, zaman kavramlarını da çöpe atın, en kestirmesinden, İstanbul "ya-şı-yor". İstanbul "se-vi-yor"!

İstanbul sonsuz anlamıyla "Y"aşamanın ve sonsuz anlamıyla "S"evmenin kentidir!

Şüphesiz, böylesine bir yaşam ve böylesine bir sevgi bütün aşırılıkları kapsayabilir.

Şüphesiz, belki aynı anda en alta inebilir ve en zirveye ulaşabilir.

Ama o hayat ve o aşk tarzında sıradanlığa, durağanlığa ve vasatlığa yer yoktur!

Ve sıradan olmayan ve durağan olmayan; ve vasat olmayan her şey sonsuz yaratıcıdır.

Yaratıcı olan her şey ise kendi dinamiğinde, yine sonsuz "ih-ti-lál-ci"dir! Dolayısıyla, ihtilálci İstanbul rock notaların zulasından "İiiistanbuuul" diye haykırır.

* * *

VE işte bunun için, Ankara ne İstanbul’u ve tabiatıyla, ne de "İiiistanbul"u seviyor.

Çünkü, resmi ideoloji tarafından zihnimize empoze edilmek istediğinin tam tersine, aslında "ihtilálci" ve "devrimci" olan mekán İstanbul’dır.

"Statükocu" ve "muhafazakár" olan yer ise Ankara’dır!

Dolayısıyla, "bu şehir yaşar ve bu şehir sever" diye haykıran rock kent sıradan, durağan ve vasat olanla uzlaşmadığı içindir ki, onun tınıları Ankara’nın kulağını tırmalıyor.

Türkü, şarkı, marş her neyse, başkentin müzik skalasını tarumar ve berhava ediyor.

Ve ben konuyu işlemeyi sürdüreceğim cumartesi gününe dek hoparlörleri tekrar sonuna kadar açarak, harikuláde "Baba Zula"nın "İiiistanbuuul" başyapıtını dinleyeceğim.
Yazının Devamını Oku

Ankara’ya gidiş ve giriş

1 Kasım 2006
DEMEK kırküç yıl bitmiş, Ankara’ya ilk kez 1963 Cumhuriyet Bayramı’nda gittim. Evet, kırkıncı yıldönümü kutlaması için ebeveynlerim geziyi bilhassa düzenlenmişti.

Kabul, orta sınıf İstanbul ailelerinin bir çoğunda olduğu gibi familyamın bürokrat kesimi yirmili - otuzlu yıllarla birlikte başkente göçtüğü ve de yolculuk da onları görmek fırsatı yarattığı için seyahat belki biraz "hem ziyaret, hem ticaret" olarak yorumlanabilir.

Ama, o fırsat seçimi dahi Ankara’nın Cumhuriyet’le özdeşleşmesini ispatlamaya yeter.

* * *

NİTEKİM, anneannemin "k" yerine "g" telaffuzuyla öğrettiği "Angara, Angara, seni görmek ister her bahtı kara" marşıyla büyümüşüm, işte içim içime sığmıyor.

Haydarpaşa’da motorlu tren; kompartımanda püreli rosto; Eskişehir’de çamurlu ırmak; güzergáhta gazete bağırtısı ve Yahya Kemal’in İstanbul’a dönüşlerini sevdiği kübik garÖ

Sonra, geometrik bulvar, bilinmedik troleybüs ve sonsuz hûşûlu Anıtkabir ziyaretiÖ

Daha sonra, láhitli Arkeoloji Müzesi; sosisli Piknik sandviçi; köpüklü Gazi birasıÖ

Ve nihayet Hipodrom ki, paraşütçülerin inişini izliyorum ve alkıştan ellerim patlıyor.

Ardından, mızıkayla birlikte ve hançeremi yırtarak, "k"yı doğru telaffuz etmek kaydıyla "Ankara, Ankara, seni görmek ister her bahtı kara"yı söylüyorum.

Ragıppaşa Kütüphanesi’nde gördüğüm Sovyet propaganda filmindeki gibi, Cumhuriyet’in kırkıncı yıldönümü o Cumhuriyet’in ve "Türkiye’nin kalbi" Ankara’da kutluyorum.

* * *

PEKİ, Ankara’dan hoşlandım mıydı?

Pendik ötesini taşra addeden bir ailede büyümüş ve Yalova hariç, söz konusu tarihe kadar İstanbul dışına adım atmamış bir "Bizans çocuğu" (!) olarak başkenti sevdim miydi?

Aradan tam kırküç yıl geçtikten ve duygularımı daha mesafeli ve daha soğukkanlı bir çerçevede değerlendirebildiğim "akıl çağı"na haydi haydi vardıktan sonra, bu soruya hem "evet", hem de "hayır" cevabını vermem gerekiyor.

* * *

"EVET", çünkü şehrin alıştığım kaosla kıyaslanmayacak orandaki düzenliliği; artı, en azından o 1963 yılında ve benim gezdiğim mekánlarda, "ortalama Ankaralı"nın "ortalama İstanbullu"dan daha "harcıálem" bir dış görünüm sergiliyor olması, çok hoşuma gitmişti.

Diyelim ki, tıpkı kent mimarisindeki simetri gibi, Başkent’in toplumsal dokusunda da Dersaadet’te hiç raslamadığım türden bir "eşitlik"" (!) veya "eşitleme" sezinledim.

Ne "az"ı, ne de "çok"u var! Daha ziyade, tekil bir "bir örneklik" hüküm sürüyor.

Tabii o sıra "vasat" kelimesindeki derinliği bilmediğim için bunu çıkartamıyordum.

Zaten, ilk Ankara dönemlerinde polisin uzun süre, kasketlidir, şalvarlıdır, pejmürdedir diye merkez bulvarları "memleketin efendisi köylü"ye yasakladığını da bilmiyordum.

Kaldı ki, biliyor olsam dahi kafamda ve hükmümde hiçbir şey değişmezdi.

* * *

DEĞİŞMEZDİ ve tam tersine, ilkokul beşinci sınıfta ve üstelik öğretmen onayıyla, Gedikpaşa’da, Kumkapı’da, Langa’da sokaktaki kadıncağızların çarşafını "Atatürk kadını böyle giyinmez" diye çekiştirmiş lánet bir piç kurusu olarak, bu işe çok memnun olurdum.

Dönüş yolculuğunda da ebevenylerime, "niçin İstanbul’da da Ankara’daki tedbir alınmıyor? Hanzo kıyafetlilerin şık semtlere girmesi yasaklansın" diye ahkám keserdim.

Ama bütün bunlara rağmen yine de, ilk kez Cumhuriyet’in kırkıncı yıldönümünü kutlamak ve "Ankara Ankara, seni görmek ister her bahtı kara" marşını haykırmak için gittiğim o Ankara’da sevemediğim, hoşlanmadığım, yadırgadığım bir şeyler hissettim.

Cumhuriyet’in seksenüçüncü yıldönümünde ve artık "akıl çağı"na çoktan ulaşmış bir "Bizans çocuğu"nda şimdi sonsuz defa pekişerek süren bu hissiyatı yarına bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku