Hadi Uluengin

İklimsel kahve

22 Kasım 2006
<b>NEW YORK</b><br>GALİBA hava sıcaklığını dün fazla abartmışım, çünkü New York az biraz serinledi. Az biraz diyorum, zira Lexington Caddesi’yle 51. Sokak köşesindeki kahve terasına ilişip çifter çifter espresso yudumlarken, bir kadife ceket, bir de yünlü kaşkol yetiyor.

Öyle dımdızlak titrediğim falan yok!

* * *

HOŞ, titresem ne değişir ki? Gökten kar ve gökdelenden buz yağsa ne fark eder ki ?

Fosur fosur cigara içen bir adam, af buyurun, ilk yasak dumanla memişhane kuburundaki alarmın bile bangır bangır öttüğü bir memlekette bundan başka ne yapabilir ki?

İşte parya niyetine, izmarit toplayan berduş takımı ve "Amerikan değerler"e direnen bir kaç uslanmazla birlikte, sanki suç işlermiş gibi gizli gizli, nikotini açık sahada çekiştirir. Dolayısıyla, bugünkü "Şükrán Günü"nü en nefis Woody Allen filmlerinden olan "Hannah ve Kız Kardeşleri"nin o kış New York’unda yaşayamayacağıma hayıflansam dahi, ısının "mevsim normallerinin üstünde" seyrediyor olmasından hiç de şikayetçi değilim.

* * *

ANCAK, bencilliğim ağır bastığı için ben değilim ama, dünyamız şikayetçi!

Şikayetçi ne kelime, dünyamız hasta, dünyamız bedbin, dünyamız bitkin!

Zira, mevsimlerin "anormal havalar"ı aslında o dünyamızı öyle "anormal havalar"a sokuyor ki, geçen hafta Nairobi’de 165 ülkenin katılımıyla gerçekleşen "BM İklim Değişimi Konferansı" gibi toplantılar "normal"e bir nebzecik dönebilmenin çarelerini arıyor.

Nitekim, kör kör parmağım gözüne, sera gazından dolayı sürekli ısı artıran atmosferin böyle giderse artık insanlığın da "suyunu ısıtacağı" Kenya başkentinde tekrar saptandı.

Belki hemen diyeceksiniz ki, saptandı da ne oldu?

* * *

DOĞRU, çünkü aslında hiçbir şey olmadı. Dişe dokunur bir karar çıkmadı.

Prensipte anlaşılan tek noktayı, 2012 yılına dek geçerli Kyoto Çevre Protokolü’nden sonra bu kez de, 2050 yılına dek hava kirliliğinin yüzde elli azaltılması "niyet"i (!) oluşturdu.

Niyete gel niyete ve de ölme eşeğim ölme!

Burada derhal ekleyeyim ki, başta Çin, "gelişmekte olan ülkeler" daha şimdiden kendi "havayı zehirlemek kotaları"nın fazla iskontoya uğramayacağına dair garanti aldılar.

Yani, Avrupa’sı ve Amerika’sı tá kara kömür döneminden is kusmuş olduklarından, onlara "eski faturayı ödeyin ve başımızda kabak patlatmayın" diye çıkışan yukarıdaki ülkeler "anormalliğe devam" arzusundan taviz vermediler. Çok da meşru zeminde durdular.

Bush’lu ABD o Kyoto Protokolu’na bile yan çizerken, ancak şimdi istim tutturan ve zenginleşmek isteyen devletlerin "gaz saçmak" talebi kadar "normal" bir şey olabilir mi?

* * *

HAYIR, olamaz. "Tarihi hakkaniyet" açısından bakıldığında kimse itiraz getiremez.

Kabul de, eski "anormallik"te devamı bu ahláki çerçevede "normal" karşılıyabiliriz ama, "mevsim normallerinin" üzerinde seyreden havalar buna hiç mi hiç tınmıyor ki !

Tüm insanlık olarak altında yaşamakta olduğumuz dünya atmosferi ne "şu eskiden beni bu kadar kirletmişti" diye bakkal defteri tutuyor; ne de "felsefi etik" dersi dinliyor.

Bendeniz Kasım nihayetine doğru New York sokağında üşümeden cigara içebilmekten zerre kadar şikayetçi değilim ama, bunu bir de bostanı kuruyan Afrikalı bahçıvana; tarlası batağa dönüşen Bengladeşli köylüye; ormanını kül olan Brezilyalı çiftçiye sorun!

Onlardan alacağınız cevaba göre de, biz Türkler dahil, eski fakirlerin zenginlere oranla havayı şimdi daha çok kirletmek hakkının "normal" olmadığına olmadığına siz karar verin.

Ve müsaadenizle, tuzu kuru kuru bendeniz "mevsim normalleri üzerinde" seyreden şu ılıman havadan istifade, 51. Sokak köşesindeki terasta bir kahve daha içeceğim.
Yazının Devamını Oku

Mevsimlerin çivisi

21 Kasım 2006
NEW YORKCUMARTESİ New York’a doğru uçuyordum ki, uçağın sağ lumbozundan seyrettiğim bütün Batı Avrupa’da hava hemen tümüyle günlük güneşlikti. En kabadayısı, meteorolojik deyimle "parçalı bulutlu" denilebilecek yerler katettik.

Zaten, hostesin verdiği gazetede geçtiğimiz şehirlerdeki ısı derecesine göz attığımda, "mevsim normalleri"nin çok üzerinde rakamlarla karşılaştım.

Ardından, Manş’ı aşıp İngiltere sahilini de terk ettikten sonra, her daim boralarından dolayı yazın bile tekin addedilmeyen İrlanda Denizi’nde tek köpüklü dalga göremedim.

* * *

KABUL, Atlantik üzerinde seyretmeye başlayınca az biraz puslanmalar oldu.

Fakat yine de, kıpır kıpır güneşin altındaki pırıl pırıl Okyanus bütün güzergáh boyunca "çarşaf gibi" bir görünüm sergiledi. Yukarıya gülücükler yolladı.

Sanki kış başlangıcında ve fırtınalar dönemecinde değiliz de, her yaz Yaşlı Kıta’dan Yeni Dünya’ya yarışan kotraların yelken bastığı "mutedil sezon"un en göbeğindeyiz.

Şeytan, uçağın tuvaletinde mayonu giyip aşağıya atlayıver ki, hem teknelerden birine miço yazılırsın; hem de güneşte ve tuzda kemiklerini ısıtırsın diye dürtüp durdu.

İşte ruhu dua istedi, rahmetli anneannemin deyişiyle mevsimlerin çivisi mi çıktı ne?

Fakat yine de, Amerika’ya varınca o mevsim normallerine ulaşacağımızı tahmin ettim.

* * *

OYSA, işte Labrador kıyısı, Hudson Körfezi, Kanada sahili falan gözüktü ki, bırakın buzlaşmış toprakları ve donmuş nehirleri, tek tük kümeler hariç hiçbir beyazlık seçilmiyor.

Belli, daha adamakıllı kar bile yağmamış.

Tamam, henüz Kasım’ın ikinci yarısındayız ama yine de, bu mevsimde buraların kutup örtüsüne bürünmüş olması gerekir. Zaten, önceki geçişlerimin hepsinde de hep öyleydi.

Fakat şimdi, aşağıdaki manzara bizim "pastırma"; Kuzey Amerikalıların da "Kızılderili yazı" dediği "uzun sonbahar"ı andırıyor.

Üstelik, artık adamakıllı güneye rota çizen uçak New York’a doğru irtifa kaybetmeye başlayınca, yakamozlu güneş altındaki manzara daha belirginlik kazandı.

Yat limanlarına girip çıkan bir alay mesire teknesi fark ediliyor ki, inanasım gelmiyor.

Sanki Kuzey Batı Atlantik’in kış başlangıcında değil de, ılık bir Akdeniz güzündeyiz.

* * *

NİTEKİM, pilot alandaki ısıyı anons ettiğinde önce ciddi ciddi tereddüde düştüm.

Çünkü, kumpanya Amerikan olduğundan sırf "fahrenhayt" ölçeğini kullandı.

"Selsiyüs"e çevirdiğimde ise 17 derece etti ki, hesabı kitabı karıştırdığımı düşündüm.

Oysa tekrar tekrar orantıya vurdum, hayır, yanılmıyorum. Peki ama nasıl olabilir?

Bu hafta, en önemli Amerikan bayramı olan "Şükrán Günü" değil mi?

Ve New York’un "Şükrán Günler"i de karla, borayla, soğukla özdeşleşmez mi?

* * *

NEYSE, şu kadar saattir tek nefes cigara içmediğimden dehşet nikotin krizine girmiş durumdayım ki, ben de hışımla havaalanından çıktım.

O ne, dışarısı bahar! Bırakın gocuğu, paltoyu, kabanı, haniyse ceket bile fazla geliyor.

Zaten, sarı taksilerin kara şoförleri de bağrı açık bitirim gömleği giyinmişler. Kabul, görkemli kadınlar yaz erotikasını terk etmişler ama, yine de kış mahremiyetine kaçmamışlar.

Belli, beni "mevsim normallerinin üzerinde" seyreden bir New York karşılıyor.

Ve, o taksilerden birine atlayıp otel odasına girdiğim an televizyonda duyduğum ilk haber, Nairobi’de toplanan BM İklim Konferansı’nın sırf New York’ta değil, istisnasız tüm dünya şehirlerinde de, mevsimlerin "normalin üzerinde" seyrettiği konusunu işliyordu.

Evet evet, mevsimlerin çivisi, üstelik nalbant çivisi çıktı ki, bunu yarına bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku

Üzüme doğru

19 Kasım 2006
Azıcık pılımı pırtımı sırt çantasına doluşturdum ve uyku tulumumu yüklendim. Çoğu defa otostopla, Bordo yakınlarındaki diğer bütün işletmeler gibi şarapçılıkla iştigal eden o çiftliğe geldim.

Yirmili yaşların en, en başlarındaydım. Parmak hesabı yapsam çıkartırım, belki de tam yirmi yaşındaydım.

Başımda kavak yelleriesmek ne kelime, başımda káh güneyli palmiyelerin tropikal, káh kuzeyli kayınların kutup yelleri esiyordu.

Akıntıların yönüne ve sellerin yatağına göre, bazen Fransa’nın Sen; bazen İsviçre’nin Ren; bazen de Belçika’nın Möz ırmaklarında yüzüyordum. Çalakulaç yüzüyordum.

Ne yerim yurdum, ne de demir atabileceğim bir bandıra limanım vardı.

Cebimde ise tek kuruş, tek kapik, tek santim yoktu.

Meteliğe kurşun değil, meteliğe sahra topu güllesi atıyordum.

Aç yattığım çok oldu. Üşüdüğüm çok oldu. Korktuğum çok oldu.

Evet evet, yirmili yaşların en başlarındaydım ve mutluydum.

*

Dediler ki, benim gibi yarı berduş yarı mektepli taifesinden birisi dedi ki, "Şimdi tam mevsimi geldi ve kulağındadır, Fransa’nın Bordo taraflarında bağbozumu başlayacak. Köylülerin gündelikçiye ihtiyacı oluyor. Çalışma izni falan aramadan da herkesi işe alıyorlar. Atla, oraya git".

Ya geçen yıl, ya da daha önce çalışmış olduğu bir çiftliğin adresini elime tutuşturdu.

"Her halükárda, orada olmazsa başka yerde mutlaka iş bulursun" diye ekledi.

Hiç durur muyum?

Fırsat bu fırsattır ve ufukta çil franklar belirmektedir, tabii ki salise vakit kaybetmedim.

Azıcık pılımı pırtımı sırt çantasına doluşturdum ve uyku tulumumu yüklendim.

Çoğu defa otostopla, bencil ve mendebur küçük burjuvaların beni uzaktan görünce "uğursuzun tekidir" diye fren yerine gaza bastığı durumlarda da trenle, aşağılara indim.

Şimdi yerini tam çıkartamıyorum ama Garonne Nehri’nin epey doğusundaki vadide bulunan ve çevredeki diğer bütün işletmeler gibi şarapçılıkla iştigal eden o çiftliğe geldim.

Çiftlik dediğime bakmayın, burası yarı şato, yarı malikáne cinsinden bir yerdir ki, etrafı baştanbaşa üzüm kütükleriyle çevrilir.

Tam hatırlamıyorum ama mevsim eylül nihayetleri, belki belki ekim başları olmalı.

Akşamın iyicene düşmüş olduğu bir vakitte, vadideki gölgelerin uzadığı saatte oraya vardığımı ise iyi hatırlıyorum.

Kahya vazifesi gören ve yöre şivesiyle konuşan gayet halim selim bir adam, hiç ama hiç sorgu sorgu sual etmedi.

Bırakın çalışma iznim var mı, pasaportum tamam mı falan diye ince eleyip sık dokumayı, kodesten kaçıp kaçmadığımı bile araştırmadan, ismimi hemen bir kağıda yazdı.

Geçmiş gün unuttum, "Gündelik şu kadar frank" dedi ki, telaffuz etmiş olduğu rakam benim için bir servet oluşturuyor.

Sonra, sundurmaki bir binayı göstererek buranın yatakhane olduğunu söyledi ve "Geceleri cigara içmek yok" uyarısını verdi.

Gülerek de, "Hatun atmak hiç yok, ha! İşini bağda gör" diye ekledi.

Nihayet, "Mutfak şurada, çantanı bıraktıktan sonra karnını doyurmaya git. Yarın sabah başlarsın" dedi.

*

Sırt çantamı bıraktım ve de adamın uyarısına şaşırdım.

Muhtemelen ahırdan bozma ve hafiften sığır kokan yatakhanede yaklaşık on-on beş ranza var ki, eh, herhalde patolojik ölçüde teşhirci değilse, insan buraya hatun matun atamaz.

Neyse, iki gündür aç biilaç yollardayım ve karnım zil çalıyor, hemen kahyanın mutfak dediği yere gittim.

Mutfak mı? Ne mutfağı, basbayağı yemekhane!

Tamam, köşede koca bir kuzine duruyor ve tencereler, kepçeler, tabaklar sıralanmış ama, gelecekteki kaynanam sevecek midir nedir, zahir tam saatine rasladığımdan, bir alay insan ortadaki upuzun masanın etrafını çevrelemiş, çalakaşık çorba atıştırıyor.

Buranın aşçısı olsa gerek, içeri girdiğimi fark eden çok sempatik bir kadın masada boş bir yer gösterdi. Önüne tabak koydu ve ortadaki devasa káseden çorba boca etti.

Çorba da, çorba! Nefáset mi, nefáset!

Demek ki, şu Bordo havalisinin dillere destan yemekleri rivayet değilmiş.

Bu arada, üzerinde etiket bulunmayan şarap şişelerinin de biri gidip diğeri geliyor.

Belli ki, mahzendeki fıçılardan çekilmişler. Millet lıkır lıkır içiyor.

Üstelik, masanın "baş köşesi"nde oturan ve her hallerinden "yerli" oldukları anlaşılan iki yaşlı adam ve kadın çorbaya da şarap koyduktan sonra, tirit gibi içine ekmek doğruyorlar.

Tıpkı, filmlerdeki gibi!

Tıpkı, "derin Fransa" köylülerini anlatan romanlardaki gibi!

Ben de yirmili yaşlar başlangıcı bağbozumunun devamını gelecek pazara anlatacağım.
Yazının Devamını Oku

Madamsal gidişat

18 Kasım 2006
HADİ hayırlısı, "hoş ve boş madam" işte artık resmen cumhurbaşkanı adayı oldu. Dikkat, "hanım" değil "madam" dedim, çünkü "yerli"sinden söz etmiyorum.

Burada kastettiğim kişi, Fransız Sosyalist Partisi’ne mensup Segolene Royal’dir!

* * *

MADAM Royal, söz konusu partinin başkan adayını saptamak için düzenlediği ve sonuçları dün sabah açıklanan ön seçimde rakiplerini haydi haydi geride bıraktı.

Dolayısıyla, baharda gerçekleşecek cumhurbaşkanlığı oylaması çok muhtemelen, "sağ"ın temsilcisi Nicolas Sarkozy’yle "sol" (!) "Madam" arasındaki bir yarışa dönüşecek.

Ve, şimdilik "fifti fifti" gözüktüğü için tabii ki her hangi bir tahminde bulunmuyorum ama, Catherine de Medicis ve Marie Antoinette gibi ipleri perde arkasından çekmiş olan eski kraliçeler hariç, Segole Royal bir ihtimal, altıgen ülke tarihinde Elysées Sarayı’na yerleşen ilk kadın şahsiyet olacak.

Ne diyeyim ki?

* * *

NE diyeyim, çünkü feministler beni "kadın düşmanı" (!) bir "maço" veya "mizojin" ilán eder diye dobra dobra konuşmaktan çekiniyorum ama, daha önce de hafiften bahsetmiştim, bana sorarsanız bu Royal Hanım tamamen tıntın bir kimlik sergiliyor.

Program, ufuk, perspektif, hepsi hak getire! Dış politikadan ise hiç bahsetmeyelim.

Her konuda olduğu gibi burada da muğlaklık ve popülizm arkasına saklanıyor.

Örneğin, Türkiye’nin AB üyeliği hakkında ne düşündüğü sorulunca verdiği cevap aynen, "Fransız halkının tercihi benim de tercihim olacaktır" oldu.

Fesüphanallah! Madamcığım, "silvuple" yani, o "halk, halk" diye dalkavukluğuna soyunduğunuz kitlelerin tercihi hiçbir zaman gökten zembille inmez. İnemez ve inmiyor.

Bir de siz kelám buyurun ki, genel "gidişat"ın rotasını belirlemekte tuzunuz olsun.

Dolayısıyla, evet bana sorarsanız, Segolene Royal’in medyatik cilásı şöyle serçe parmağıyla az biraz kazındığında, altındaki hamlık hurda gemilerin sintine boyasına benziyor.

Zaten de kendisini bunun "hoş ve boş" diye tanımlıyorum.

* * *

BURADA hemen, "sanki ’sağ’ın ’süper yıldız’ı Sarkozy daha mı evlá" diyeceksiniz.

Ne münasebet? Ne alákası var? Bunu söyleyen kim? Tabii ki haşa!

Ha Ali, ha Veli! Daha doğrusu, ha Ali, ha Ayşe! Daha da doğrusu, ha Jan, ha Mari !

Çünkü hiç şüphe yok ki, Royal olamazsa Paris’in yeni cumhurbaşkanı olarak beliren şimdiki İçişleri Bakanı programsızlıkta da, ufuksuzlukta da, popülistlikte de, muhterislikte de, tıntınlıkta da "rakibe"siyle finişe yarışıyor. Háttá, onu bile bir at başı geçiyor.

Ve, al birini, vur ötekine ve iki yanlış asla bir doğru etmiyor.

Zaten Fransa’nın dramı işte bundan kaynaklanıyor.

* * *

EVET evet, mucize gerçekleşmediği takdirde, Fransa gibi bir ülkenin gelecek beş yılda iki çapsız politikacıdan biri tarafından yönetileceğini şimdiden öngörüyorsak, o ülkede ciddi sorun var demektir. O başkentin siyaset mekanizması avara kasnak dönüyor demektir.

En vahimini de, "sol"daki "hoş ve boş Madam"ın ve "sağ"daki "hoş ve kof Mösyö"nün Fransız halkı nezdinde gerçekten prim yapıyor olması oluşturmaktadır.

Bu, demokrasilerdeki genel popülist eğilimlerin haydi haydi ötesine taşan bir olgudur.

Fransa’nın hanidir bir bütün olarak yaşadığı "zihniyet krizi"nden kaynaklanmaktadır.

Ve, dilemiyorum ama sanıyorum ki, önümüzdeki beş yıl boyunca söz konusu krizi daha pek çok defa ve daha pek çok uzun boylu irdelemek gerekecek.
Yazının Devamını Oku

Kanal’da elli yıl

16 Kasım 2006
DÜN burada, káh Moğol, káh Osmanlı, káh İngiliz, káh siyonist diyerek, yaşadığı sorunlardan hep başkasının "karanlık"ını (!) sorumlu tutan Arap milliyetçiliğine değindim. İşte, söz konusu milliyetçiliği iktidara taşımış; dolayısıyla da onu en zirveye çıkartmış olan şahsiyet Mısır’ın "efsanevi" (!) lideri Cemal Abdülnasır’dır.

Ve, hem Nasır’ın siyasi kariyerindeki, hem de "Arap bilinçlenmesi"ndeki "hayati dönemeç"i, şu sıra tam ellinci yıldönümüne denk gelen 1956 Şüveyş buhranı oluşturur.

* * *

ANCAK, bu krizin diğer bir özelliği daha vardır ki, Arap álemini haydi haydi aşar.

Çünkü, eski tür sömürgecilik Akdeniz’i Kızıldeniz’e açan Kanal’da kapanmıştır.

Háttá, teşbihte hata olmaz ve çuvaldızı biraz kendimize batıralım.

Nasıl ki İttihatçı maceraperestlerin 1916 "Kanal Seferi" İmparatorluğumuzun yıkılış sürecine tuz biber ekmişti; İngiliz ve Fransızların bizimkinden tam kırk yıl sonra aynı yere ve aynı maceraperestlikle gerçekleştirdiği sefer de onların yıkılışını tescil etmiş oldu.

* * *

AYRINTIYA girmiyorum, o sıra dünyayı titretmiş olan Süveyş krizinin özeti şudur:

1952 darbesinden sonra Kahire’de General Necip’le birlikte iktidara gelen Albay Nasır, Nil üzerindeki Assuan barajını inşa edebilmek için dış krediye ihtiyaç duyuyordu.

Zımnen ABD tarafından desteklenmesine rağmen de Batı’dan kaynak bulamadı.

Bunun üzerine, 26 Temmuz’daki İskenderiye konuşmasıyla, açılışından beri İngiliz-Fransız konsorsiyumu tarafından işletilmekte olan Süveyş Kanalı’na el koyduğunu duyurdu.

Hem Londra’nın; ama hem de bilhassa, Cezayir bağımsızlıkçılarını desteklediği için Reis’e büyük hınç duyan Paris’in etekleri tutuştu. İki başkent harekát hazırlığına başladılar.

Ancak, Birleşik Amerika’dan hiçbir destek gelmediği gibi, tam tersine, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Foster - Dulles her iki ülkeyi de "sömürgeci maceralara" karşı uyardı.

* * *

YAŞLI Kıta ülkeleri buna tınmadı. Üstelik, ortak operasyon için İsrail’le anlaştılar.

30 Ekim’de de kendileri deniz ve havadan; Yahudi devleti ise karadan hücuma geçti.

Ve, Mısır ordusu çok kısa bir sürede yine kesin yenilgiye uğradı.

Ancak, zaten "devrán"ı kapatan nokta burada odaklanıyor, hem SSCB; hem de tüm Soğuk Savaş çelişkisine rağmen ABD, üç saldırgan devlete "tornistan" ültimatomu verdiler.

Önce ateşkes falan, yağmacılar apar topar geri çekilmek zorunda kaldılar.

Dolayısıyla da, Cemal Abdülnasır’ın askeri hezimeti dev bir siyasi zafere dönüştü.

Yarım yüzyıl öncesinin kasım ayı Arap milliyetçiliğinin zirveye ulaştığı tarih oldu.

* * *

SONRA, başta dediğim gibi, 1956 kriziyle bu defa mecázi anlamda "tarih olan" şey, 18. asır nihayetinden itibaren geçerlilik taşıyan geleneksel koloniyalizm oldu.

Yani, 2. Savaş bitiminden beri sömürge imparatorluklarını káh gönüllü, káh zoraki tasfiye etmekte olan Londra, Paris, Lahey ve kısmen Brüksel gibi Yaşlı Kıta başkentleri o andan itibaren, tamamen "kocadıkları"nı anlamak zorunda kaldılar. Gerçek dank etti.

Fransa’nın Cezayir’de veya Belçika’nın Kongo’da kısa bir müddet daha "direnmesi" ise bu gerçeği değiştirmez. Son uzatmaları oynamaktan başka bir kıymet-i harbiye taşımaz.

Dolayısıyla, Sezar’ın hakkını Sezar’a, Arap milliyetçiliği ve onu taçlandıran Nasır, zaten köhne defteri dürülmüş sömürgecilik dönemini Kanal’ın suyunda boğdular.

Ve, kendi sorunlarını hep başkasının "karanlık"ına (!) yükleyen bu milliyetçiliğinin sonsuz eleştirilecek yanları olmasına rağmen yine de, şu an ellinci yıldönümünü idrak etmekte olduğumuz Süveyş’i onun "zafer" hanesine yazıyorum.

Tamam da, işte tam yarım yüzyıl bitti, Arap áleminin "aydınlık"ı hálá nerede?
Yazının Devamını Oku

Türkler, Araplar ve filozoflar

15 Kasım 2006
KOLEKTİF hafıza láfını kullanmayayım ama en azından Arap elitler, Mercidabık’ta muzaffer Yavuz Sultan Selim’in 1516’da başlayan halifeliğinden, Halep ve Musul’u terkettiğimiz 1918’e dek, aradaki dört koca yüzyılı "Osmanlı karanlığı" olarak nitelendirirler. Başka bir deyişle, Arap İslam áleminin ilkin duraganlaşmış, sonra da gerilemiş olmasından "Türk boyunduruğu"nu sorumlu tutarlar.

Doğru değil!

* * *

HAYIR hayır, burada "doğru değil" derken hissi bir tepkiselliğe kapılıp, "ne Şam’ın şekeri, ne Arabın yálellisi" türü bir şovenizme prim vermiyorum.

Çünkü bir; büyük Arap medeniyeti gerçekten de çok köklü bir gelenekten süzülür.

İki; İmparatorluğumuzun öyle aman aman bir "irfán merkezi" olduğu söylenemez

Ancak, yukarıdaki iddia yine de doğru değil!

* * *

DEĞİL, zira Arap İslam "Rönesans"ı Mütevellike’nin Payitaht’a tutsak getirilmesinden çok önce zaten sona ermişti. En azından, hanidir iniş trendine geçmişti.

Bunu illá bir "viraj"la saptamak istiyorsak da 12. Yüzyıla çıkmamız gerekir.

Sonradan şüpheye düşse bile, Gazali’nin düşünceyi prangayı vurduğu "Tahafût el Falasifa" (Filozofların Aymazlığı) kitabı bir kilometre taşıdır. Bir tornistan komutudur.

Felsefe aforoz edildiği andan itibaren, artık ne mümkün, "aydınlık" içeri giremez!

Dolayısıyla da, Arap duraganlığından ve gerilemesinden Memlûk, Türk, Moğol veya Osmanlı "karanlık"ı (!) değil, etnisitelerden bağımsız bir "zihniyet karanlık"ı sorumludur.

Hattá ters yönden denilebilir ki, "Arabilik" İslam alemi içinde motor rol oynağından, o "Arabilik"in patinaja uğramış olması söz konusu álemi de bir bütün olarak duraklatmıştır.

* * *

ANCAK yine de, Arapların Türklere karşı kuyruk acısı duymasını anlamak gerekiyor.

Çünkü, her ne kadar dört yüzyıllık İmparatorluk dönemi geleneksel kolonyal ilişkilere benzemiyor olsa bile, o ilişkiler son tahlilde "hakimiyet" temeli üzerine oturuyordu. Kur’an’ın dili ve Peygamber’in kavmi olduğu için ayrıcalık tanısa dahi, Dersaadet’teki "hükümrán" artık Arap değildi ve kendisini Arap hissetmiyordu.

Buradaki ilginç yanı ise, Arap milliyetçiğinin Sámi etnisiteyle hiç ilgisi bulunmayan ve Napolyon seferinden "ilham alan" Arnavut kökenli Mısır valimiz Kavalalı Mehmet Ali Paşa tarafından başlatılmış olması oluşturur. O andan itibaren de sekülerleşme devreye girer.

Zaten aynı süreç sonraki dönemde de işlemiş Arap modernleşmesine tohum atmıştır.

* * *

NİTEKİM, "Müslüman protestanlık" çağrıştıran Muhammed Abduh’tan, Kahire’den Suriye’ye kayan yeni yurtsever elitlere, ikinci bir Arap "rönesansı" arzulayan "aydın sınıf", laik bakış açısını şimdiki "İslamcılar"ın (!) dudağını uçuklatacak cesaretle sahiplendi.

Ve inkárı yok, "Jön Türkler"e koşut biçimde ilerleyen 20. Yüzyıl pan-Arabizminden Mişel Eflák’ın Baas ideolojisine, güneyimizdeki ulus, "sorumluluk"unu (!) káh Moğollara, káh Osmanlılara, káh İngilizlere yıktığı "karanlık"tan çıkabilmek için büyük çaba harcadı.

Pekii, çıkabildi mi? Aydınlığa kavuşabildi mi?

Suudi’deki kahredicilikten Filistin’deki iç savaşa, manzara ortada, heyhat ki hayır!

Bunun nedeni ise "karanlık"tan daima "öteki"ni sorumlu tutmak dürtüsünde yatıyor.

Artı, sırf Arapların değil hemen tüm İslam toplumlarının ortak özelliğini oluşturuyor.

Ve, felsefeyi "aymaz" addeden dogmatik zihin silsilesinin köküne balta indirilmediği; dalları yolunup budanmadığı müddetçe de, ufukta yakamozlu bir "aydınlık" gözükmüyor.
Yazının Devamını Oku

Kitabe-i seng-i mezar

14 Kasım 2006
BAZEN, söz gümüşse sükût altındır. Nitekim, Allah taksiratını affetsin, Bülent Ecevit’in vefatı ertesi tek satır yazmadım.

Yağma yok, yazar mıyım?

* * *

EVET yazmam, çünkü deli diváne değilim ve papaz iki defa pilav yemiyor. Yemem.

Zira, sanki doğrucu Davutluğa soyunmak üzerime pek vazifeymiş gibi, işte ölümünden sonra Attila İlhan hakkında düşündüklerimi dobra dobra söyledim de ne oldu?

Neler çektiğimi bir elektronik kutum, bir de ben bilirim. Vukuat kulağıma küpe kaldı.

Dolayısıyla, bana ister ukalá dümbelek deyin; isterseniz de hayal gücünüzden yola çıkarak, benim asla ve asla láfını bahsini açmayacağım öznel çağrışımları kendi kendinize yapın, ben bugün sadece Frenk kökenli birkaç ifadenin anlamını sıralamakla yetineceğim.

* * *

PATHOS: Yunanca’da "duygusallık", "aşırılık", "azápkárlık" anlamına gelir.

"Retorik"
denilen belagát sanatında, muhatapları herhangi bir doğrultuda ikna etmek için onların hislerini etkilemek yöntemidir.

Mesafeli değil heyecanlı ve mantıki değil "asabi" bir ruh hali belirleyicilik taşır.

Efsaneler, nutuklar, marşlar, ilán-ı aşklar, çoğu kez bu eksen üzerinde yükselirler.

Ve, insanlar "rasyo" akılcılıktan ne kadar uzaktaysalar, "pathos" duygusallığa o kadar yakındırlar.

* * *

VİVA la muerte: İspanyolca "yaşasın ölüm" demektir.

İlk kez İç Savaş sırasında ási general Jose Milan Astray tarafından kullanılmıştır.

Hemen sonra da Frankocuların alámet-i fariká sloganına dönüşmüştür.

Aynı generalin "zekáya ölüm" diye de haykırmış olduğu eklenirse, "viva la muerte" şiarının "ölüm"ü yukarıdaki "pathos"la en çok bütünleştiren "özdeyiş" olduğu söylenebilir.

Her halükárda, "yaşasın ölüm" hissiyatçılığı "yaşasın hayat" akılcılığının zıddıdır.

* * *

NEKROFİLİ: Kadavralarla cinsel ilişkiye girmek sapıklığını tanımlayan kelime anlam kaymasına uğramış ve genel bir "ölü seviciliği"ni adlandırmak için kullanılır olmuştur.

Bu dürtü, insanları hayvanlardan ayıran "kendi cinsinden cansıza saygı" kültürünün kat be kat ötesine taşar.

Ölüyü yüceltir ve putlaştırır. Dokunulmazlıkla donatır.

Geçmişin Mısır firavunlarından günümüzün komünist şeflerine, cesedi cismanileştiren "mumya" bir yana, töresel tören ve anıtmezar, artık yaşamayanı "fetiş" kılar.

"Nekrofil" ölü seviciliği esas olarak otoriter ve totaliter toplumlara özgüdür.

* * *

İDOLATRİYA: Yine kadim Yunanca’dan inen sözcük bir resme, bir nesneye, bir fikre, bir kişiye tapınırcasına bağlanmak hal ve oluşunu tanımlar.

Pagan inançlara oranla akılcılığı ve mantıkçılığı ön plana çıkartan bütün semávi dinler bu dürtüyü tırpanlayabilmek için uzun ve zorlu mücadele vermişlerdir.

Ne var ki, Yahudiliğin mesih haham, Hıristiyanlığın aziz - ikona, Müslümanlığın dede - evliya gelenekleri "idolatriya"yla bayağı bayağı flört etmeyi hálá sürdürür.

Bunun laikleşmiş şekli ise bir pop şarkıcıyı "idol" kılmaktan; bir devlet adamını, bir siyaset önderini, bir ideoloji mûcidini putlaştırmaya, farklı biçim ve kimliklerde tezahür eder.

* * *

İŞTE, anlam aktararak yapacağım ukalálığın hepsi topu topu bu kadardı.

"Kitabe-i seng-i mezar"a başka hiçbir şey yazmadım ve yazmak niyeti taşımıyorum.
Yazının Devamını Oku

Alafranga güz

12 Kasım 2006
Portekiz ve İspanya’dan başlayın; sonra Fransa’ya, İtalya’ya; hatta Almanya’ya uzanın, bütün Batı Avrupa’da sonbahar oynaklığı esas olarak üzüm mevsimiyle bütünleşir. Şüphe mi var, tabii ki gök kurallarıyla ilintilidir ama, her mevsim aslında yine de yere; yani tabiata; yani toprağa aittir.

Ve kim ki toprak dedi, mutlaka ve mutlaka, onun "efendisi" köylünün adını telaffuz etmek zorundadır.

Dördünün arasında o köylülüğe en çok ait olan mevsim de sonbahardır.

Çünkü, güz, toprak insanlarının mükáfatlandırılması anlamına gelir.

Çünkü sonbahar bir bayramdır ve herkesten önce de, köylülüğün bayramıdır.

Bu girizgáhı yaptım ya, şimdi belki bana, "Be şehir budalası, be asfalt piyadesi, be makadam süvarisi, tabiatla aran olmadığını ve de köylülükten hiç hazzetmediğini ilan ede ede kaleminde çoktan mürekkep bitmiş olmasına rağmen, toprak sonbahar ilintisini işlemek sana mı kaldı"diyeceksiniz.

Evet efendim bana kaldı!

Eğer daha önce ifade ettiklerimi hakkıyla anlamadıysanız derdinize yanın.

Burada tekrardan "Öyle değil, böyle demek istemiştim" diye açıklama getirerek sizinle polemiğe girecek değilim ama, yalnız şu kadarını söyleyeyim:

Doğayla haşır neşir olmamak ve köylü refleksleriyle uzlaşmamak, ne o doğayı, ne de o köylülüğü gözlemlememek anlamına gelir.

Ve ben iyi bir gözlemci olmakla övünürüm ama yine de her neyse, çünkü esas olarak aşağıdaki konuya değinmek istiyorum.

*

Bütün mevsimler gibi sonbahar da, kuzey-güney yarımküre ayrılığı hariç, zamanda değilse bile mekánda değişiyor.

Yani, coğrafi, dolayısıyla da büyük ölçüde o coğrafyadan etkilenmiş toplumsal şart ve geleneklere göre, güz, dünyanın farklı yerlerinde, farklı yaşanıyor.

Ne çöl kumunda, ne kutup buzulunda, ne de tropik cangılında mevsimlerin hakkıyla yaşanabileceği gerçeği bir yana, üç aşağı beş yukarı benzer iklimlerde de ayrılıklar ortaya çıkıyor.

Öyle ve nitekim, örneğin, şarap üreticisi ülke ve bölgelerde köylünün mükafatlanması; daha doğrusu kendi kendini mükáfatlandırması, kütükler toparlanıp, salkımlar sulandırılıp ve şıralar fıçılandıktan sonra başlar.

Portekiz ve İspanya’dan başlayın; sonra Fransa’ya, İtalya’ya; hatta, Ren ve Mozel ırmaklarını izleyerek yukarıya, ta Almanya’ya uzanın, bütün Batı Avrupa’da "sonbahar oynaklığı" esas olarak "üzüm mevsimiyle" bütünleşir.

Zaten, o Almanya’da Goethe değil midir ki "kadehlerin altın üsáresi"ne dair mısra, Schubert değil midir ki "güz iksirlerinin şifası"na dair musiki bestelemiştir?

Latin ülkelerdeki "şarabiyat mevsimi" kültüründen bahsetmeye ise zaten gerek yok!

Malum, bu genel sürece Türkçede de "bağbozumu" diyoruz.

Ancak, söz konusu "şarabiyat kültürü"nün Türk toplumunda sıfıra sıfır elde var sıfır olduğu göz önüne alınırsa, çok isterdim ki dilbilimciler deyimin kökenini şöyle iyicene araştırsınlar.

Sözcük acaba "ab-ı hayat şurubu"yla hiçbir ilgisi bulunmayan, örneğin yemişlik çavuş üzümü yahut sultani kuru üzüm bağının bozulmasına mı uzanıyor?

Yoksa, Rumu, Karamanlısı, Bulgarı derken, gayrimüslim tebaa şarapçılığının etkisiyle mi dilimize mal olmuş?

*

Bu tür araştırmacılığa bilgiç lûgatta "etno lenguistik" deniliyor ki, bir bakıyorsunuz, karşınıza hiç beklenmedik sonuçlar çıkıveriyor.

Hayır hayır, tabii ki Anadolu köylülerinin de fi tarihinde, örneğin Fransa’nın Bordeaux yöresi şarapçıları gibi, tatmaya dahi ihtiyaç duymadan, sırf mahzenden çıkardıkları şişelerin mantarını koklayarak sıvıya şıppadak not verdikleri gibisinden bir hipotez geliştirmiyorum.

İran Hayyam’ından esintili ve tabii ki şehirli Divan şiirimizi hariç tutarsak, gerçekten de Türk köylü folklorunda bir "şarabiyat" edebiyatı yoktur ki, sırf bu bile ciddi ipuçları verir.

Fakat yine de, gerçekten araştırmaya değer, Türkçedeki "bağbozumu" sözcüğü acep nereden geliyor ve hangi geleneğe uzanıyor?

Yukarıda Bordeaux dedim ya işte birden aklıma geldi; hatta belki de, sonbahardan kapıyı açtıktan sonra yazıyı "alafrangalaştırıp" (!) şaraba kaydırmamın bilinçaltı nedeni bundan kaynaklandı, ben uzak, çok uzak bir zamanlar önce o taraflara bağbozumunda çalışmak için gitmiştim.

Gitmiş, çalışmış ve dolayısıyla da, tabii ki köylü, fakat bizimkinden çok farklı sonbaharların ne demek olduğunu orada görmüş ve yaşamıştım.

Bunu gelecek pazara bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku