Hadi Uluengin

İran’la istikrar

5 Aralık 2006
BAŞBAKAN’ın İran’a gerçekleştirdiği ziyaret çok olumlu bir gelişmedir.<br><br>Olumludur, çünkü en önce bir, köklü bir imparatorluk geleneğinden süzülen Farsi devlet dün olduğu gibi bugün de, yakın ve Ortadoğu’nun vazgeçilmez bir aktörüdür. Hem söz konusu gelenekten, hem de Körfez’den Lübnan’a, hátta Pakistan’a uzanan Şii nüfusun varlığından ötürü, Tahran’ın "eli uzundur". Uzun kalmaya da devam edecektir.

Sahip bulunduğu rejim ise yukarıdaki nesnel gerçeği hiçbir şekilde değiştirmez.

Dolayısıyla da, velev ki "etkileşim alanı"nda rakip olsun, Türkiye’nin tarihte en eski sınıra sahip olduğu "Diyár-ı Acem"le dost ilişkiler sürdürmesi her iki ülkenin de çıkarınadır.

* * *

ÖTE yandan, Mahmud Ahmedinejad’ın cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra İran’da "şahin muhafazakár"ların güç kazandığı doğrudur.

Zaten, "nükleer meydan okuma" ve Irak ve Lübnan’daki bazı Şiilerin "mollakrasi" içindeki fraksiyonlar tarafından manipülasyonu, yukarıdaki gelişmeden soyutlanamaz.

Ancak yine de bunu izafileştirmek gerekiyor.

* * *

BİR kere, tüm kapalı ve yarı kapalı rejimlerdeki gibi "kol kırılır yen içinde" ilkesi geçerli olsa bile yine de biliyor ki, Kum merkezli o "mollakrasi"den önemli bir bölüm dahil, Ahmedinejad’ın meczupluk sınırındaki "çıkışlar"ı ülkede ciddi rahatsızlık yaratmaktadır.

Üstelik, Acem ülkesindeki dini - siyasi mekanizmanın hassas dengeler üzerine oturduğu ve "saray - mescit entrikaları" geleneğinin de tıpkı imparatorluk geleneği gibi sürdüğü düşünülürse, Tahran dış politikasında "son söz"ün Cumhurbaşkanı tarafından değil, yukarıdaki "denge meclisi" uzlaşması tarafından söylediği ve söyleyeceği kesinlik arzediyor.

Ve, diğer çok, çok önemli bir kesinlik ise aşağıdaki noktada odaklanıyor.

* * *

İRAN’ın esas ve temel arzusu, kendi "bölgesel güç" kimliğini ABD’ye onaylatmaktır.

Bu, yediden yetmişe ve en zirveden en tabana, bütün Acem milletinin ortak talebidir.

Nitekim, o nükleer meydan okumadan, Irak ve Lübnan’daki "parmak oynatma"lara, "Diyár-ı Acem" bütün dış politika eksenini bunu hayata geçirebilmek üzerine kuruyor.

Yani, Washington Tahran’la ilişki kurmaya ve onun "büyüklüğü"nü kabullenmeye yanaşsın, atom şantajı dahil, İran "anti-Amerikan" söyleminden tornistan etmeye hazırdır.

Bunu istemektedir, bunu hedeflemektedir ve buna azmetmektedir.

Pekii, gerçekleşebilir mi?

* * *

TAMAM, Bush yönetiminin tabii ki, örneğin "Yeni Şafak" gazetesindeki sicilli provokatör "yorumcu"nun (!) yalan ve tahrifle gaza getirmeye çalıştığının tersine, İran’a "ders vermek" gibi bir niyeti yok ama yine de, bu ihtimal yakın orta vadede zor gözüküyor.

Doğru, "neo-con" cenáhın geri plana itilmesi ve ultra realist James Baker’in "Irak Komisyonu" başkanı olmasıyla birlikte, Washington’da gerçekçi rüzgárlar esmeye başladı.

Ancak unutmayalım ki Farsi devlet Amerikan kolektif hafızasında hálá, Tahran’daki diplomatları 72 gün rehin tutmuş Humeyni rejimiyle özdeşleşiyor. "Öcü" imajı sürüyor.

Dolayısıyla, ABD’nin İran’la "barışabilmesi" (!); daha doğrusu, söz konusu kolektif hafızanın onu "affedebilmesi" için "Diyár-ı Ácem"in gerçek bir "jest" yapması gerekiyor.

Oysa, Mahmud Ahmedinejad’ın ağzından buna şans tanımak gerçekçilik arzetmiyor.

İran’ı "serkeş devlet" addeden "W" rumuzlunun ağzından da arzetmiyor.

Ama yine unutmayalım ki, Ahmedinejad da, Bush da gidecekler ve her halükárda da Türkiye ve İran, tarihte sahip oldukları en eski ve en istikrarlı sınırı paylaşmayı sürdürecekler.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Tahran ziyareti de işte bu istikrarı pekiştiriyor.
Yazının Devamını Oku

Günaaaaaaaaaaaydın New York

3 Aralık 2006
Daha minicik çocuktum ve New York’u ancak babamın her hafta aldığı "Life" dergisinin fotoğraflarıyla bilirdim. Odamdaki küçük sandalyeyi iskele, yatağımı şilep, kendimi de tayfa yerine koyar, yeni dünya limanına yolculuk oyunu oynardım. ’Guuuuuuuuuuuuuuud morning New York’! Gazete müvezzii böyle haykırıyor. Şehirlilere ve şehre böyle günaydın diyor.

51. Sokak’la Lexington Caddesi köşesindeki metro çıkışını tutmuş zenci avaz avaz, o harikuláde "Good Morning, Vietnam" filmindeki Robin Williams’ı taklit ediyor.

Yüzüne, siyahi teniyle tam bir kontrast oluşturan beyaz cerrah maskesi geçirmiş.

Otomobil yarışçılarının kullandığı cinsten de afili güneş gözlükleri takmış.

Ahaliye ceride satmaya çalışıyor. Daha doğrusu, ellerine tutuşturmaya çalışıyor.

Çünkü gazete bedava dağıtılıyor. Ancak yine de fazla rağbet eden olmuyor.

O akşam oynayacak televizyon dizisinden haber vermesine rağmen alan çıkmıyor.

Olsun, iláhi New York iláhi seslenişle güne başlıyor.

Ve sana "sabah şerifler hayr’ooooooooooooolsun káinatın başkenti"!

Ve yirmi dört saatte yirmi beş saat yaşayan şehir, sana! "günaaaaaaaaaaaaaaaydın"!

Ben, aynı köşedeki kahvenin masalı değil üç-beş iskemleli terasında, kutsal kentin sabah nefesini hissetmekten sonsuz mutluyum.

Serkeş zencinin blues haykırışını işitmekten tarifsiz bahtiyarım.

Şu an da ikinci espressomu ve dördüncü cigaramı içiyorum.

Henüz üç gündür buradayım ama servis yapan Meksikalı kız artık tanışım sayılır.

Beni görür görmez İspanyol şivesiyle "Yine duble espresso değil mi" diyor.

Gülerek karton fincanı sürüyor ve sonra dışarıyı göstererek, "Hadi cigaraya" diyor.

Zaten, bedava değil parayla aldığım ve manşetinde televizyon dizisini değil Bağdat’taki patlamayı haber veren gazetenin bayii de beni tanır oldu.

Hayli yaşlı ve muhtemelen Yahudi kökenli sempatik adam, sabahın körü ve haniyse kepenkleri açarken tezgáhta belirdiğimde, desteden hemen bir "New York Times" çekiyor.

"Dünya ahvali bugün yine bombok" diyerek elime tutuşturuyor.

Anında, ritüellerimi, adetlerimi, alışkanlıklarımı burada da edindim.

Çünkü, New York’ta evimdeyim!

KÁİNATIN BAŞKENTİ

Evet evet, evimdeyim! Her zaman da öyle oldum!

Daha minicik çocuktum ve New York’u ancak babamın her hafta aldığı "Life" dergisinin fotoğraflarıyla, daha ben doğmadan oraya göçmüş Feryál Teyzem’in varlığından bilirdim ki, odamdaki küçük sandalyeyi iskele, yatağımı şilep, kendimi de tayfa yerine koyar, yeni dünya limanına yolculuk oyunu oynardım.

Hiç gitmeden, hiç görmeden, hiç değmeden, bu şehri daima ihtirasla sevdim.

ABD’de başka hiçbir yer beni ilgilendirmedi. Zaten hálá da hiç ilgilendirmez.

Ve, yirmi küsur yıl önce "káinatın başkenti"ne nihayet ayak basabildiğimde, en ufak bir yadırgama, en küçük bir irkilme, en minik bir yabancılık hissetmedim.

Kafamda oluşturmuş olduğum mitosun, efsanenin, cennetin ve cehennemin gerçek karşısında yıkılabileceği endişem bir çırpıda bitti ve anında, kendimi "e-vim-de" hissettim.

Neden mi?

Kendi kendime de sormakta olduğum bu denklemin cevabını gelecek pazara bırakacağım çünkü işte aniden, "Guuuuuuuuuuuuuuuuuud morning New York" diye bağırmakta olan zenci haniyse metazori, elime bir bedava gazete tutuşturdu.

Bir tane de cigara istedi. Paketi çıkartıp tuttum.

"Wouawwww, Avrupa markası" diye büyük hoşnutluk ifade etti.

Sonra, cigarayı yakmadan kulağının arkasına iliştirdi.

"Günaaaaaaaaaaydın New York" diyen hem gospel, blues, hem soul, hem pop, hem rock, hem rap, hem hip hop şarkısını söylemeyi sürdürdü.

İşte tam o an, tam o sıra, tam o saniye; yani ben üçüncü espressomu içiyordum ki; ahali, asfaltın ortasındaki mazgallardan fışkıran buharın şiddetiyle yarışırcasına metro çıkışından fışkırıyordu ki; çok hoş ve çok endámlı bir kadın, hepsi dolu geçen sarı taksilerden birisini çevirebilmek için iskarpinlerinin üzerinde yükseliyordu ki; geceyi sokakta geçirmiş beyaz berduş, kara esrarkeş, sarı barksız çöp sepetini karıştırıyordu ki; polis, itfaiye, ambulans çanhıraş sirenler çalıyordu ki; hiç durmaksızın akan kalabalık ellerindeki karton bardaklardan hiç durmaksızın kahve, soda, çay, su içiyor ve yine ellerindeki paketlerden hiç durmaksızın, çörek, simit, sandviç, börek yiyordu ki; John Dos Passos’un hayaleti "42. Paralel" istikámetine doğru koşuyordu ki, ben New York’ta neden daima "e-vim-de" olduğumun ve olacağımın cevabını tekrardan, fakat bu defa başka bir şarkıda buldum.

Ancak dediğim gibi, hangisini kastettiğimi de gelecek haftaya bırakıyorum.

Hem gospel, hem blues, hem soul, hem pop, hem rock, hem rap, hem hip hop "Guuuuuuuuuuuuuud morning New York" ve "Sabah şerifler hayr’ooooooooolsun Káinatın Başkenti" şarkısının iláhi ritimleri şimdilik yeter.
Yazının Devamını Oku

Elveda mı

2 Aralık 2006
İKİ dönem seçilmiş Amerikan başkanlarının, bu ikinci dönemin son yarısında esas olarak dış politikaya ağırlık vermesi gelenekten ve adetten sayılır. Tekrardan koltuğa oturmak ihtirası artık ortadan kalktığı için, ülke bünyesindeki popülist siyasetlerle "oy avcılığı" yapmak tasası büyük ölçüde gündemden düşmüştür.

Dolayısıyla, "nihai iktidar" sürdüren ABD başkanları biraz da "şan olsun" kabilinden, son iki yılda kendilerini "dünya sorunlarına adamayı" tercih ederler.

Buna Washington’da "elveda sendromu" deniliyor.

* * *

NİTEKİM, yakın geçmişte hem Reagan, hem de Clinton aynı tercihi yapmışlardı.

Henüz seçilmeden "Kötülükler İmparatorluğu’nun köküne kibrit suyu ekmek" sloganını işlemiş olan bu birincisi, gerçekten de, özellikle son dönemde muradına tam erdi.

Orta menzilli füzelerdeki tavizsiz tavrından Reykjavik’te Gorbaçov’la gerçekleştirdiği ilk zirveye, Beyaz Saray’ı Baba Bush’a bıraktığında, SSCB’nin günleri artık sayılıydı.

Zaten İsrail’le FKÖ arasındaki 1. Dayton Antlaşması’nın mimarı olan Bill Clinton ise, her ne kadar başarı sağlayamadıysa da, 2. Dayton’dan Taba zirvelerine, başta Ortadoğu sorunu olmak üzere hemen tüm ikinci dönem iktidarını dış politikaya hasretti.

Ve işte, George W. Bush’un da şimdi seleflerinin yolunu izleyeceği öngörülüyor.

* * *

ÖYLE
ve nitekim, NATO zirvesinden sonra hem kendisi Amman’da Irak Başbakanı Maliki’yle buluştu; hem de Dışişleri Bakanı Rice’ı Eriha ve Kudüs’e yollayıp, onu Abbas ve Olmert’le bir araya getirtti ya, yukarıdaki spekülatif öngörü aniden depreşiverdi.

Deniliyor ki, "W" rumuzlu da şan derdine düşüp, o Irak dahil tüm Ortadoğu sorununda bam telini oluşturan İsrail - Filistin denklemi konusunda nihayet devreye girecektir.

Başka bir deyişle, yemiş olduğu herzeleri bir nebzecik temizlemeye çalışacaktır.

Pek inanmıyorum ama hadi yine de tahminin doğru çıkacağını varsayalım!

Kabul de, Kongre seçimleriyle zaten okkalı şamar yemiş bir Bush geri kalan iki yılda "yüksek şahsiyet"ini tamamen dış politikaya hasrette ne olur, hasretmese ne olur?

"Mucize" gerçekleşmediği takdirde, dişe dokunur hiçbir şey olmaz ve de olamaz.

* * *

OLAMAZ, çünkü bir defa, bugünkü başkan çok muhtemelen, Vietnam Savaşı sırasındaki Nixon dahil, gelmiş geçmiş bütün Beyaz Saray kiracıları arasında dünya ülke ve halklarından en fazla tepki ve antipati toplamış ABD lideri kimliğini taşıyor.

Reagan’ın karizması ve Clinton’un sevecenliği nerede, Bush’un irkilticiliği nerede!

Böyle bir şahsiyetin bundan böyle paçaları sıvayıp "imaj değiştirebilmesi" ve o "dünya işleri"nde başarı kazanabilmesi, artık hemen hemen sıfıra yakındır.

* * *

FAKAT yine de, uluslararası ilişkilerin soğuk "realpolitik"inde hissiyata ve "aşk"a yer olmadığı hipotezinden yola çıkalım ve yukarıdaki unsuru bir kenara bırakalım.

Tamam ama, kısmi "açılım sinyalleri"ne rağmen esas olarak baştan beri benimsediği "tabancalı kovboy" siyasetini sürdürmekte ısrar eden Bush yönetimi son iki yılda aniden nasıl bir "devrim" (!) gerçekleştirecektir? Gerçekleştirmesi beklenebilir mi?

En başta Irak’ta batağına battığı Ortadoğu coğrafyası olmak üzere, "dünya ahvali"ni hale yola sokmak için yapıcı, yaratıcı ve önyargısız politikalar üretebilir mi? Hayır!

Hayır ve dediğim gibi, gökten mucize inmediği takdirde, bu, mümkün değildir!

Uluslararası planda mucizelere bel bağlamak ise olmayacak duaya amin demektir.

Dolayısıyla, "W" rumuzlunun son iki yılı da "elveda sendromu" olmadan geçecektir.

Aman aman, hayırlısıyla bir bitsin de "elveda"sı, "good bye"si kusur kalsın!
Yazının Devamını Oku

NATO falcısı

30 Kasım 2006
ÖYLE uzun boylu değil, henüz on yıl önce aşağıdaki gelişmeyi kim öngörebilirdi? Yani, kim tasavvur ve tahayyül edebilirdi ki, müteveffa "Sovyetistan" topraklarında bugün bir NATO zirvesi gerçekleşiyor olacaktır?

En başta "W" rumuzlu George Bush, yirmi altı müttefik ülkenin lideri Letonya başkenti Riga’da, anlı şanlı bir Kuzey Atlantik İttifakı Doruk Toplantısı için buluşacaktır?

Dolayısıyla da, buradan itibaren soruları daha geniş bir çerçeveye oturtmak gerekir.

* * *

DEMEK istiyorum ki, insanlık tarihi ve uluslararası ilişkiler ölçeğinde bir "hiç" olan o on yıl önce, "Kötülükler İmparatorluğu"ndan korunmak için kurulmuş bir NATO’nun, artık tehdidin ortadan kalkmasına rağmen hálá ve hálá varlık sürdüreceği öngürülebilir miydi?

Bu varsayıma dair kaç kişi bahse girer, kim sermayeyi kediye yatırırdı?

Üstelik, aynı Batı örgütünün hem Varşova Paktı’ndan; hem de bilhassa, bizzat SSCB’den "tavladığı" Baltık ülkelerini kendisine üye kaydedeceği akla ve hayale gelir miydi?

Daha daha ötesi, o SSCB’nin en önemli cumhuriyetleri arasında yer alan Ukrayna ve Gürcistan’ın da şu an Atlantik İttifakı’nın kapısını tıklatmış olacağı düşünülebilir miydi?

Hayır!

* * *

HAYIR, çünkü belki kahve falına bakarak gaipten haber veren "müneccimbaşılar" açısından hariç, yukarıdaki gelişmelerin öngörülebilmesi imkánsızlık arz ediyordu.

Tamam, "ana gidişat" konusunda belirli bir rota ortaya çıkmıştı ama, aklı başındaki en "baba" stratejist dahi milimetrik bir senaryo üretmek rizikosuna giremezdi. Girmezdi.

Nitekim hatırlayalım ki, değil on yıl önce, daha "Duvar"ın yıkıldığı 1989 sonbaharından itibaren NATO’nun ömrüne fazla paha biçen pek kimse kalmamıştı.

Hele hele, onun "anti"si Varşova Paktı 1991 Temmuz’unda lağvedildikten; ertesi ay Moskova’daki "palyaço generaller" darbesi savıldıktan; yıl nihayetinde de SSCB Hakk’ın rahmetine, daha doğrusu cehennemin dibine kavuştuktan sonra, varlık nedeni bitmiş Atlantik İttifakı’nın da "mortoyu çekeceğine" dair teoriler, bini bir paradan işportaya düşmüştü.

Oysa!

* * *

OYSASI işte meydanda, kendi "anti"sinin çöküşünü ancak on altı üye ülkeyle görmüş olan o NATO bugün bünyesinde tam yirmi altı üye barındırıyor. Gerisi de gelecek.

Üstüne üstlük, şu an eski "düşman"ının bağrında zirve toplantısı gerçekleştiyor.

Fakat tabii ki kabul, yeni "misyon" kavramını belirlemekten Afganistan’a yedek asker göndermeye; Doğu Batı Atlantik ilişkilerini saptamaktan, Ukrayna ve Gürcistan konusunda karar almaya, iç bünyesinde bir araba sorun; ötesi, ciddi çelişkiler yaşıyor.

Bunlar öyle kolay kolay da sona ermeyecek. Daha epey bir müddet devam edecek.

Ancak meselenin özü, dediğim gibi insanlık tarihi ve uluslararası ilişkiler ölçeğinde bir "hiç"e tekabül eden o on - on beş yıl önce NATO’nun geleceğine dair kimse kapik bahse girmezken, bugün onun "gürbüz" (!) varlığını sürdürüyor olmasında yatıyor.

* * *

ZATEN işte tam burada da, Marksist "müneccibaşı"ların "iradeci tarih" anlayışı, asla öngürülemez bir hengáme oluşturan "kaos tarih" gerçeği önünde tekrar şapa oturuyor.

Bırakın onların "ebediyete kadar süreceği"ni iddia ettiği SSCB ve askeri kuruluşu Varşova Paktı’nın zaten çoktan girdába düşmesini, aksine, bugün yaşayan şey, her ikisinin de "zıd"dı olarak şekillenen NATO’nun ta kendisi değil mi ? Riga’da zirve düzenlemiyor mu?

Ama kahve falı hariç, aynı NATO’nun yarın da olacağı öngörülemez. Bahse girilemez.

Oysa tarih bir kaostur ve ne yüz, ne de on yıl öncesinden o tarihin falına bakılabilir!
Yazının Devamını Oku

Saadetli kına

29 Kasım 2006
DÜNKÜ yazımda "Papa’ya Hayır" diye yaygara kopartanlar için "kına yaksınlar" demiştim ya, aslında ne kadar da müsamahalı, ne kadar da kibar bir dil kullanmışım. Almış olduğum iyi aile terbiyesinden ötürü tabii şimdi de fazlasını söyleyemeyeceğim.

Fakat eminim, siz neyi kastetmek istediğimi mutlaka anlamışsınızdır.

Zira, tepe tepe kullansın, Saadet Partisi’nin bezirgán işgüzárlığıyla Çağlayan Meydanı’nda feryád-ı figán eden o fanatik ve o gerçekten "mür-te-ci" kitle işte muradına erdi.

Ülkemizi, ulusumuzu ve dinimizi "öcüleştirmek" girişiminde gayet de başarıya ulaştı.

* * *

ŞÖYLE ki, televizyon ve radyoları zaten geçtim, sadece ve sadece benim dün sabah okuduğum Batı gazetelerinde; üstelik tümünün ilk sayfalarında, aynen şu manşetler vardı:

Fransız "Le Monde": Türbanlarını "Papa Gelmesin" bantıyla çevrelemiş hatunların yer aldığı kocca bir fotoğraf kullanılmış ki, resmin kadrajına girmiş sayısız Türk bayrağından dolayı ceride tamamen kırmızı kontrasa bürünmüş.

Üzerine ise "16. Benediktus Hasım Topraklarda" yazılmış.

Amerikan "Herald Tribune": Ön planda tam teçhizatlı polislerin, geri planda ise Ayasofya minarelerinin gözüktüğü bir o kadar koca fotoğrafın altına, "Papa’nın Seyahatine Allah Kerim" kábilinden bir manşet atılmış.

Yine Fransız "Liberation": Altın bilezikli kolunu kimbilir hangi militan sloganı haykırmak için havaya kaldırmış olan ve aynı "istemezük" bantını bu defa kara çarşafına dolamış bulunan bir kadın fotoğrafı bütün bir ilk sayfayı olduğu gibi kaplıyor.

Manşete de "Papa Türkiye’ye arka kapıdan giriyor" anlamında bir cümle konulmuş.

* * *

SONRA, say Allah say bitmez ve zaten sayarsam da "Hürriyet"in sayfaları yetmez, İtalyan "La Repubblica", İspanyol "El Pais", Fransız "Le Figaro", Alman "Frankfurter Algemeine", Leh "Gazeta Wyborcza", Felemenk "De Telegraaf", İsviçreli "Le Temps" falan, hepsi de dünkü nüshalarına aynı mitingden aynı resimlerle "manşet çekmişti".

Nispeten olumlu tek istisnayı ise Belçika’nın "Le Soir" gazetesi oluşturuyordu.

Aslında bu ülke basını genel olarak son derece tapon bir kimlik sergilemesine rağmen, sanıyorum ki yine yarım sayfa kullandığı fotoğraftaki yine çarşaflı ve yine bantlı genç kızın gerçekten çok güzel ve çok endámlı gözleri yüzü suyu hürmetine, şu başlığı atmıştı:

"Türk İslamı Papa’ya Şans Tanıyor"

* * *

EH
, dileyelim ki öyledir ve öyle olur! İnşallah ve de maşallah!

Ama bin eyvah ki, bu istisnai manşet "esas gerçeği" değiştirmiyor. Değiştiremez.

Ve, söz konusu "esas gerçek" de atı alanın çoktan Üsküdar’ı geçmesi; yani Çağlayan Meydanı’ndaki fanatik bezirgánlıkla Türkiye’nin "saadeti bulduğu" (!) anlamına geliyor.

Başka bir deyişle, Papa 16’ncı Benedikt Cenápları cuma akşamı ülkemizden ayrılana dek ayağı altına ipek halı sersek, artık iş işten geçmiştir. Film kopmuştur.

"İmkánsızdır" diye büyük láf etmiyorum ama, bahsettiğim fotoğraf ve manşetlerden sonra, ülkemiz, ulusumuz ve dinimiz ağzıyla kuş tutsa, bundan sonrası çok, çok zordur.

Çünkü, "sıradan Batılı"nın; "sokaktaki adam"ın; "ortalama Hıristiyan"ın o ülkemiz, o ulusumuz ve o dinimiz hakkında edinmiş olduğu imaj artık kolay kolay silinmez.

Kırmızı bayrak kontrasıyla bütünleşen kara çarşaflı hatunun "istemezük" bantı ve onun militan yumruğu daha gazete bayii tezgáhında "kolektif hafıza"ya "Türk" ve "İslam" olarak girmiştir ki, bu imajı beyinlerden kazımak sonsuz zaman alır. Mutlaka da alacaktır.

Çağlayan’daki "saadet zinciri" aslında toplumsal ütopyamızın "saadet"ine etmiştir.

Şimdi bunun o "saadet"inden mi başlamalı, yoksa fitil fitil kınasını mı yaktırtmalı?
Yazının Devamını Oku

Hoşgeldiniz Papa Hazretleri!

28 Kasım 2006
İLKİN, bugünden itibaren ulusumuza, ülkemize ve dinimize şeref bahşedecek olan Papa 16. Benediktus Hazretlerine o ulus, o ülke ve o din adına "hoşgeldiniz" diyoruz. Hele hele, Katolikliğe ruhani önder olduktan sonra İslami kimlikli bir devlete yapacağı ilk ziyaret için Türkiye’yi seçtiğinden kendisine daha çok minnet ve şükran ifade ediyoruz.

"Hoşgeldiniz" dememekte ısrar ve inát edenler ise kına yaksınlar.

* * *

OYSA, "Modern Zamanlar" sütununu izleyenler farkındadır ki, o kara Katolikliğe marázi tepki duyuyor olması bir yana, devlet adamlığını teslim etmek kaydıyla, bu satırlar yazarı hem bir önceki papa 2. Yuhanna Pavlus’u, hem de şimdikini defalarca eleştirdi.

Üstelik de az buz değil, sözünü hiç sakınmadan ve çok ağır biçimde eleştirdi.

O halde şimdi, "iyi de, bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu" diye soruyorsunuzdur. Sonra da, "şaşaalı ’hoşgeldiniz’ yetmezmiş gibi, ünlü Regensburg konuşmasını bilmene rağmen nasıl olur da 16. Benediktus’u ’hazretleri’ ünlemiyle sıfatlandırıyor; artı, ’şeref bahşetmek’ gibi gayet cafcaflı bir láf kullanıyorsun" diye ekliyorsunuzdur.

Elmalarla armutları karıştırmayalım, açıklayacağım.

* * *

EN, en önce, ben çok dinli ve çok ufuklu bir İmparatorluğun çok onurlu mirasçısıyım.

Láfını ağzından düşürmeseler bile, SP’nin düzenlediği mitingte "Papa’ya hayır" diye kıyamet kopartan o fanatik ve hoşgörüsüz kitleden sonsuz defa daha gerçek mirasçıyım.

Zira benim İmparatorluğumdaki "millet"lerden biri olan Katoliklerin ruhani lideri de, tıpkı Ortodoks Rumlarınki; tıpkı Gregoryen Ermenilerinki; tıpkı Seferad Yahudilerinki gibi, isminden önce "devletlû", isminden sonra ise "hazretleri" ünván ve ünlemleriyle anılırdı.

Cuma ve bayram selámlıklarında öyle hüsn-ü kabul görür; öyle baş tácı edilirdi.

Ve işte ben bu emperyal gelenek ve göreneğin mirasçısı, devamcısı ve halefi olduğum içindir ki, 16. Benediktus Hazretlerine iftiharla "hoşgelniz" demek yükümlüğünü taşıyorum.

* * *

SONRACIĞIMA, yok efendim eski Kardinal Ratzinger Regensburg seminerindeki ünlü konuşmayla Müslümanları incitmişmiş! Eee? Quo vadis? Neyi değiştirir ki?

Bir kere, konuşmanın tümünü okumak zahmetine katlananlar Papa’nın aslında İslam’a gıptayla baktığı ve onu hasım değil müttefik addettiği için, örnek sunduğunu anlamışlardır.

Fakat yine de, kaş yapayım derken göz çıkarttığı ve oturduğu iláhi makamın ve dünyevi tahtın sorumluluğuyla çok vahim biçimde çelişen bir pot kırdığı inkár edilemez.

Ancak, inandırıcı olmayacağını bile bile yine de El Kaide fasilesinden alçakları "Kur’an’ı kullanıyorlar" diye geçmeye çalışayım ama, İran’daki Rüşdi fetvasından Danimarka’daki "karikatür krizi"ne; Hollanda’daki van Gogh cinayetinden Bengladeş’teki Nesrin vukuatına, Müslümanlık bugün diğer tüm din mensupları nezdinde hoşgörüsüzlükle özdeşleşmiyor mu?

"İslamofobi" denilen olgu bu "tahammülsüzlük imajı"ndan kaynaklanmıyor mu?

* * *

O halde şimdi soruyorum, bunu biraz kırmanın yöntemi devirmiş olduğu çama rağmen 16. Benediktus’u efendice ağırlamaktan; háttá o ağırlamayı kasten abartmaktan geçmez mi?

Ziyareti iki bin küsur gazeteci izlemektedir; bütün dünyanın gözleri Türkiye’ye çevrilmiştir; "hem Müslüman, hem laiktir" diye de o Türkiye projektör altına yatırılmıştır.

Üstelik unutmayalım, sicilimizde bir de Ağca suikast girişiminin kazınmışlığı vardır.

İşte, altın tepsiyle ayağınıza gelen bu dev fırsat yeni zengin müsrifliğiye harcanır mı?

Bir ulus, bir ülke ve bir din kendi gelenek ve ritüellerini dahi böylesine tepebilir mi?

Hayır, hayır, hayır ve o ulus, o ülke ve o din adına "hoşgeldiniz" dediğimiz Papa 16. Benediktus Cenápları, şeref bahşettiğiniz Türkiye size hüsn-ü kabulde kusur eylemeyecektir.
Yazının Devamını Oku

Pamuksal gaileler

25 Kasım 2006
<b>NEW YORK</b><br>ASLINA bakarsanız Orhan Pamuk’a kızgınım. Hem de çok fena halde kızgınım. Aramızdaki hukuka istinaden de kendisine dobra dobra söyledim.

Zira beyefendileri Nobel’i kazandı ya, aslında benim imanım gevredi ve de gevriyor.

* * *

ÖYLE tabii, çünkü Pamuk’la görüşmeye gideceğim öğrenildiği an kıyamet koptu.

Çocuklarım; çocuklarımın refakatçileri ve arkadaşları; artı, bizzat benim ecnebi arkadaşlarım, tanışlarım, refakatçilerim falan, "aman gözünü seveyim, şu veya şu romanı mutlaka adıma imzalatıver" diye elime bakkal defteri kadar uzun bir liste tutuşturdular.

Buyrun bakalım!

* * *

EH, cimrilik edip "siz ciltleri kendi kesenizden alıp, bana verin" diyecek halim yok.

Kaldı ki, öyle olacağını varsaysak dahi, her halde kütük gibi valizle uçacak değilim.

Dolayısıyla, en ücra New York kitapçısı bile "Pamuk Nobel" diye tepeleme ciltleri baş köşeye yerleştirdiğinden, bunlardan düzineyle alıp Orhan Beyciğimin önüne koydum.

Üşenmemesini ve "şu şunadır, bu bunadır" diye imza çakmasını istedim.

Tamam, şeytan icádı kredi kartına kuvvet, kasa başında tabii ki bir sorun çıkmadı.

Ancak, babam Amerikan darphanesinde yeşil banknot basmıyor ki!

O dönüşte "ısmarlamacı hayranlar"a yüzümü kızartıp, "hediyesi dolar cinsinden şu kadardır, tahsilatını rica etsem" diyemeyeceğime göre, kabak benim başımda patlayacak.

Üstelik, malûm kağıt en ağır şeydir ki, şimdiden fazla bagaj rizikosu sezinliyorum.

Neymiş efendim, ilk ve tek defa bir Türk Nobel kazanmışmış!

* * *

ŞAKA bir yana, yukarıdaki "yük" (!) aslında bir Türk için ne denli bir bahtiyarlıktır!

Felsefi eğilim, edebi tercih, siyasi fikir ne olursa olsun, nasıl büyük bir mutluluktur!

Düşünün ki, dünyanın garip bir bucağında ve tuhaf bir lisandan bir kitapçıya giriyorsunuz, zaten daha Nobel öncesi kırk altı dile çevrilmiş Orhan Pamuk karşınızdadır.

Artı, "Hürriyet" New York bürosundan Razi Canikligil’in anlattığı gibi de, o Nobel açıklandığı an, sırf Türk olduğunuz için yerli - yabancı tebrik yağmuruna uğruyorsunuz. Yok efendim "Ermeni demeci"ymiş de, yok şuymuş da, yok buymuş da!

Biline ki, evrensel yaratıcılar uluslarına yalnız ve yalnız o yaratıcılıklarıyla mal olurlar.

Şuna veya buna dair açıklamaları, tutumları yahut tavırlarıyla değil!

* * *

ÖRNEĞİN soruyorum, 1929 Nobel ödülü sahibi Thomas Mann’ın 1. Harp’te Prusya militarizmini desteklediğini ama 2. Savaş’ta Nazizmle zıtlaştığını bugün kaç kişi hatırlıyor?

Ama adı telaffuz edildiği an, tüm dünya aynı Mann’ı 20. yüzyıl Alman edebiyatıyla özdeşleştiriyor. Bütün bir ulus onu Cermen yaratıcılığın medarı iftiharı olarak yüceltiyor.

Ve, bir Orhan Pamuk çıkartabilmiş biz Türkler ve Türkiye buna láyık değil miyiz?

Biz Türkler ve Türkiye "Kara Kitap" yazarının emsálsiz değerini, Almanların ve Almanya’nın "Venedik’te Ölüm" yazarının gádrini bildiği ölçüde bilmeyecek miyiz?

* * *

BU soruların cevabını elinizi vicdanınıza koyarak ve Pamuk’un dünkü mülakátta yer alan "milli duygulardan kaçılamaz" sözünü hatırlayarak, lütfen kendi kendinize verin.

Ve ey New York’lu kitapçı, sen bana kitabın "kara"sını da, kalenin "beyaz"ını da, adın "kırmızı"sını da ver ve ver oğlu ver, çünkü ben Orhan Pamuk gibi rengárenk Türkiye ve Türk aidiyetini taşımaktan iftihar ediyorum.

Dolarlar bin defa fedá ve helál olsun da, siz Orhan Beyciğim, Nepalli arkadaşım, Papunezyalı tanışım ve Patagonyalı sevgilim adına lüften şuraya bir imza çakıverin.
Yazının Devamını Oku

Orhan Pamuk’la New York’ta

23 Kasım 2006
<b>NEW YORK</b><br>ORHAN Pamuk’un Cihangir’den bildik dairesini alın ve aynen New York’a oturtun. Şu farkla ki, karşıda akan su bu defa Boğaz değil Hudson Nehri’dir.

Ötede ise Yahya Kemal’in "fakir Üsküdar"ı yerine New Jersey’in silueti gözüküyor

İşte, ilk ve tek Nobel ödüllü Türk yazar şimdilik burada ikámet ediyor.

NEW YORK - CİHANGİR DAİRESİ

KABUL, ufak salonu; iki, háttá bir buçuk minik odası ve açık mutfağıyla satıh Cihangir’dekinden daha küçük ve ortam daha mütevazıdır.

Olsun, burası İstanbul yazarının "New York’taki İstanbul" izdüşümünü yansıtıyor.

Ve yine kabul, Tophane’ye bakan cüsseli de kütüphane yok! Çalışma masası da yeni!

Fakat, Dostovyevski’nin aynı fotoğrafı işte aynı yere raptiyelenmiş değil mi?

Etrafta da aynı bohem derbederlik, aynı sevecen bekárlık hüküm sürmüyor mu?

Ama cigara tablası var ve o kaville söz kestiğimizden, küllüğü aramadan buluyor.

Sonra da, Orhan Pamuk su kaynatıp bana çay yapıyor.

NOBEL’LİNİN PİŞİRDİĞİ ÇAY

AMAN
efendim aman, hayatımda ilk ve çok muhtemelen de son defa Nobel ödüllü birisi tarafından pişirilmiş çay içiyorum. Keyfime diyecektir yoktur. Forsum yerindedir.

Zaten, New York sokaklarını beraber arşınlarken, gizlenmek için giydiği kaskete rağmen elálem dönüp dönüp "hışt Pamuk" diye birbirine dirsek attığında; yukarı Broadway üstündeki "Le Monde" lokantasının sırf müşterileri değil garsonları da hayranlık gülücükleri yağdırdığında; yahut, girdiğimiz kitapçıda tesadüfen rastlaştığımız Almanyalı genç Türk kızından, en öndeki tezgáhta onun yığın yığın ciltlerini kapışmakta olan okurlar "lütfen imza" diye yanımıza geldiğinde, forsum yine pek bir yerindedir!

Eh, "komşuda pişer, bana da düşer" misáli, Nobel’li bir yazarla boy göstermek refakatçinin de "koltuk kabartması" demektir ki, doğrusu benimkiler şişim şişim şişti.

BROADWAY’DE HAYRANLARA İMZA

BERABER
sokak arşınladık dedim ya, aslında bunu Manhattan’ın meşhur yerleri falan diye değil, Columbia Üniversitesi civarı olarak algılayın.

Artı, Pamuk’un bu civarda daha önce zaten üç yıl yaşamış olduğunu da unutmayın.

Dolayısıyla, yukarıda sözünü ettiğim "New York - Cihangir" dairesinden çıkıp, beş yıllık kontrat uyarınca üç aydan beri edebiyat ve karşılaştırmalı uygarlık seminerlerine katıldığı o üniversiteye her sabah on iki dakikada yürürken, kendi deyişiyle "Nişantaşı’yla birlikte en iyi bildiği semt"i tekrar tekrar katetmiş oluyor.

Burada Alaattin’in o "yok yok dükkánı" yok ama, bekár işi ve tıpkı benim gibi, gömlekleri verdiği kolacı; eşyaları aldığı Azeri mobilyacı ve bilhassa, hatırladığı geçmiş var.

O geçmiş ki, yirmi yıl öncesinin "büyük yazarlık" hayallerine ve bütün arkadaşlar saza caza giderken, kendisinin üniversite kütüphanesine kapanmasına uzanıyor.

Mazideki "meçhul meşhur" işte şimdi, ders verdiği aynı Üniversite’de ayakta alkışlanarak karşılanan ve aynı sokaklarda, aynı caddelerde, aynı kahvelerde parmakla gösterilip, beraber fotoğraf çektirtilebilmek için sıraya girilen aynı Orhan Pamuk’tur!

30 KASIM’DA İSTANBUL’DA

AMA
sayılı günler, bu ayın 30’unda dönüyor. Haftaya bugün, ver elini İstanbul!

Nobel açıklamasındaki ifadeyle, ver elini "melankolisini yansıttığı şehir"!

Ama Pamuk aidiyetini taşıdığı kente ilkin ancak şöyle bir "ce" diyebilecek.

Çünkü, yine yolcudur Abbas, kızı Rüya’yla birlikte Stockholm’e gidip 7 Aralık’ta dünyanın en önemli ödülünü alacak ki, İsveç Kralı’nın sağ köşesindeki yeri hazırdır.

Ve ardından da, pratik "gaile"ler bir yana, bir yıl sonraki sömestre kadar artık New Jersey’e değil, yine bildik ve yine dost Üsküdar’a bakacak.

YAZMAK, YAZMAK İSTİYORUM

HEMEN ekleyeyim, "gaile" kelimesini Orhan Pamuk’a mal etmeyin, ben kullandım.

Tamam, "yerinde olmak istemezdim" türünden ahmakça bir láf yumurtlamıyorum.

Ama, tüm yaratıcılardaki gibi Pamuk’ta da her zaman mevcut olmuş olan ve olması gereken huzursuzluğa bir de bizzat gördüğüm ve kendisini bunaltan "işi başından aşmışlık" eklenince, Nişantaşlı yazara "Allah kolaylık versin" demekten kendimi alamıyorum.

Daha doğrusu, "Allah kalemine zaman versin" demekten kendimi alamıyorum.

Zira, Nobel’i aşacak maddi zirve kalmasa bile, olgunluk çağındaki romancının edebi olarak ulaşacağı, yani yeni "Kara Kitap"lar üreteceği daha öylesine çok zirveler var ki!

Nitekim, ton balığı ızgaralı hamburgerlerimizi kemál-i afiyetle atıştırırken "şu işler bir bitsin, yazmaktan, yazmaktan ve yazmaktan başka bir şey istemiyorum" demedi mi?

Dolayısıyla bana sorarsanız, sırf bu "yazmak hırsı" bile Orhan Pamuk’u ve kazanmış olduğu büyük ödülü illá "siyasileştirmeye" (!) kalkışan iddiaları çürütmeye yetiyor.

NETAMELİ KONULARA GİRDİM

ZATEN dikkatinizi çekmiştir, buraya kadar yazdıklarımda o "siyasileştirme"ye; yani kendisini çok rahatsız eden "Ermeni demeci" türünden "netámeli konular"a hiç girmedim.

Fakat, Nobel’den sonra Pamuk’la mülakát gerçekleştiren ilk Türk gazeteci olarak tabii ki şeytanın avukatlığını yapmak ve bu "netámeli konulara" da girmek zorundaydım.

Nitekim, röportajın bugünkü kısmında okuyacağınız gibi de girdim, háttá üsteledim./images/100/0x0/55ea5d6ef018fbb8f87b2b56

Ve, şimdilik ben söyleyeceğimi, Orhan Pamuk ise Gündem sayfasındaki röportajda yer alan sorulara vermek istediği ölçü ve derecedeki cevapları dile getirdiğinden, bunların yorumunu size bırakıyorum.

Pamuk’un Hudson Nehri’ne bakan dairesi. Cihangir’dekinden daha küçük ve ortam daha mütevazı. Olsun, burası İstanbul yazarının "New York’taki İstanbul" izdüşümünü yansıtıyor. Tophane’ye bakan cüsseli kütüphane yok! Çalışma masası da yeni! Fakat, Dostovyevski’nin aynı fotoğrafı işte aynı yere raptiyelenmiş değil mi? Etrafta da aynı bohem derbederlik, aynı sevecen bekárlık hüküm sürmüyor mu?
Yazının Devamını Oku