Hadi Uluengin

Dürbüne gel!

16 Aralık 2006
ÖZAL’la lûgatimize giren "vizyon" kelimesini "bakış açısı" diye tercüme edebiliriz. Ama öyle bir "bakış açısı" ki, mümkün mertebe en uzak ufku kapsaması gerekir.

Başka bir deyişle, burada ağacın tekilliği değil ormanın bütünlüğü belirleyicidir.

* * *

FAKAT
, en mümkün mertebe "optimum" ayarı tutturabilmek hayati önem arzeder.

Bunu, dürbün, teleskop, pertavsız, mikroskop, objektif gibi maddi aletlere yansıttığımız takdirde ise hem merceğin kalitesi, hem de optik ölçüm tayin edici nitelik taşır.

Örneğin, dalgalı deniz tekneyi salladığından ve böyle bir hareketlilik de imajı insan gözünde istikrarsız kıldığından, gemici dürbünlerinde çok fazla dış bükey tercih edilmez.

Bunlar genelde yedi defa büyültenlerinden seçilir.

* * *

ÖTE yandan, velev ki "Swarowsky" veya "Zeiss" gibi en kalantor ve en usta merceklerden olmasın, yine de bunların cam cilásı; genişlik çapı ve odak ayarı tayin edicidir.

Eh, Filipin mamulátı kıtıpiyoz bir dürbünü panayır pertavsızı niyetine kullanırsınız.

Üstelik, merceğiniz kalburüstü derecede iyi yontulmuş olsa bile, yukarıdaki çap ve odak oranları sizin ihtiyacınıza cevap ölçeklerde hesaplanmamışsa, yine işinize tam yaramaz.

Tutarsınız, sanki kuyruklu yıldız izleyecekmişsiniz gibi, kaptan köşkünde yahut yeke dümeninde astronom teleskopu kullanmaya kalkışırsınız.

Dolayısıyla da, netleştirebildiğiniz tek nokta hariç, ön ve arka plandaki tüm görünüm tamamen flu kalır. Buralarda kör sayılırsınız.

Ve, karşı yatın küpeştesinde üstsüz güneşlenen hatunları seyredeceğim derken aradaki kayayı görmeyip bodoslamadan bindirirsiniz ki, telsiz kanalında "s.o.s" feryádına başlarsınız.

* * *

VEYA tam aksine, oranları ters biçimde üretilmiş bir dürbünle bordoya çıkarsınız.

Yani, sanki balık gözü bir fotoğraf objektifiymiş gibi, bu defa hem o kayanın, hem o yatın ve hem de hatta, çok uzaktaki bir kıyının tümünü birden açıya dahil edebirsiniz.

Ama bunlar öylesine küçük kalırlar ki, söz konusu hatunların sırtında kürk var sanıp başınızı çevirmemeniz bir yana, mesafe uzak gözüktüğünden, bu defa direk yata bindirirsiniz.

O halde, rahmetli Özal’la lûgatimize giren kelimeyi şöyle tarif etmemiz gerekiyor:

* * *

"VİZYON"
, her hangi bir manzaranın önce bütününe, sonra ayrıntısına en uzak ve en geniş perspektifle bakarak onu ve onları en yakın ve en net biçimde görebilmektir ki, bunların hepsinin ortalamasında en mükemmele ulaşılabilen en azámi noktaya tekabül eder.

Ve işte, AB’nin Türkiye’yle üyelik müzakerelerini "yavaşlatmak" kararı almasından sonra biz de böylesine "azámi" bir "vizyon"a; yani, dürbün merceklerinin "optimum" odakta bütünleştiği ufuk ve detay ortalamasına sahip olmak zorundayız.

Peki, sahip miyiz?

* * *

HAYIR, değiliz!

Zira, küçük çaplı ve kötü yontulu mercek kullanarak Ankara sürecini yokuşa süren AB deniz ufkunu ne denli vizyonsuz gözetliyorsa; biz de aynı dalgalı denizin teknesinde dar açılı ve ters oranlı teleskop kullanmaya kalkışarak, aynı ölçüde vizyonsuzluk sergiliyoruz.

Tek fark birinin iç bükey, ötekinin ise dış bükey dürbünle bakmasından kaynaklanıyor.

Ve, bunların ikisi de gemiciliğin seyrüsefer ve merceğin optik kurallarıyla uyuşmuyor.

Biri kayaya bindirecek kadar yakın, diğeri yata toslayacak kadar uzak gösteriyor.

Ey "vizyon", ne bir fazla, ne bir eksik, her ikisine de imajı tam yedi defa büyülten ve cilásı ışığı tam geçiren, en marka ve en kaliteli cinsinden birer denizci dürbünü ihsan eyle!
Yazının Devamını Oku

AB ve vizyon

14 Aralık 2006
BRÜKSEL’in Türkiye’yle müzakereleri "yavaşlatmak" kararı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından "vizyon yoksunluğu" olarak yorumlandı. Tabii ki doğru! Háttá bunu daha da genişleterek, o AB’nin strateji fukarası olduğunu ekleyebiliriz.

Veya, kısmen mevcut bulunsa dahi, çok zıt kutuplara çekildiği için ortaya bir kakofoni çıktığını; dolayısıyla da "vizyonsuzluk" görünümün hákimiyet sağladığını söyleyebiliriz.

Her halükárda, şöyle veya böyle yukarıdaki olgu nesnel bir vakıadır.

Zaten de yukarıdaki hanidir "Avrupa’nın varoluş krizi" olarak değerlendiriliyor.

* * *

BU
krizin başlangıcını aslında "Duvar"ın yıkıldığı 1989 yılına uzandırmak gerekiyor.

Çünkü, nasıl ki dünya geneli o tarihten beri hálá "oturmadı" ve hálá "geçiş dönemi" yaşıyor, hiç şüphesiz ki aynı şey Avrupa açısından da hüküm sürüyor.

Kabul, Atlantik Okyanusu’ndan Tuna deltasına Kıta tekrardan yekpárelik kazandı.

Ama son tahlilde, bu bütünlük bir sosyo-iktisadi coğrafya olmaktan çok öteye gitmiyor.

Başka bir deyişle, komünizmin ve blokların çöküşü ertesinde yeni üyelerle genişleyen bugünkü AB, kökeni tá 2. Savaş nihayetine uzanan ilk "Avrupa ütopyası"yla benzemiyor.

Zaten benzemesi de artık asla mümkün değildir!

* * *

DEĞİLDİR, çünkü "kurucu babalar"ın hedeflemiş olduğu o ütopya esas itibariyle, Ortaçağ Şarlömayn’ı dönemindeki tarihi ve toplumsal satıh üzerinde yükseliyordu.

Nitekim, haritayı şöyle bir açın, Almanya, Fransa, İtalya ve artı Benelüks, bunların toplamı üç aşağı, beş yukarı geçmişin Kutsal Cermen Roma İmparatorluğu’na tekabül eder.

Dolayısıyla, hedef ve organizma dahil, ilk elbise böylesine bir beden için biçilmişti.

Sonra, eh hadi bir, üç, beş, gövde genişlediğinde teğeller sökülüp o AB elbisesi bir ölçüye kadar, tıknaz vücuda uydurulmaya çalışıldı. Oysa bunun bir sınırı var!

Bir yerden itibaren kostümün modelini değiştirmek, yani organik yapılanmada, işleyiş tarzında, yönetim mekanizmasında radikal "biçim" dönüşümlerine gitmek gerekiyor.

Fakat yetmez! Hiçbir şekilde yetmez!

Çok daha önemlisi, şimdi dikilecek elbisede bilhassa ve bilhassa kumaşın da cinsini yenilemek zorunluluğu dayatıyor ki, işte bu nokta işin "öz"ünü ve bam telini oluşturuyor.

Vizyon, hedef, perspektif falan, bunların hepsi o doku seçimi sorununda odaklanıyor.

* * *

AŞAĞI yukarı bizim "ulusalcılar"a tekabül eden ora "egemencileri"ni fasulyeden sayıp şematik bir basitleştirmeye gidersem, burada üç ana eksenden söz etmek gerekir.

Ultra "muhafazakár" birinci eksen eski "asil" (!) kumaşta; yani "kurucu babalar"ın arzuladığı türden bir Hıristiyan; háttá Cermen Latin bir Avrupa’da ısrar ediyor.

Fransız d’Estaing ve Alman Schmidt de "ideolojik baba" misyonu üstleniyorlar.

İkinci kesim ise o AB’nin artık mümkün olmadığını gören "realistler"de odaklanıyor.

İngiliz Tony Blair başta, bunlar hem o ağır kumaş yerine hafif bir poplin istiyorlar, hem de eski klasik modelinin "casual" denilen biçimle ferahlatılmasını talep ediyorlar.

Yamalı bohça ama çoğunluk durumundaki üçüncüler ise öyle bir net fikri olmayan veya günü kurtarmak için her tarafa kıvıran "idare-i maslahat" statükocularından oluşuyor.

Burada da yine bir Fransız -Alman çift, yani Chirac-Merkel ikilisi başı çekiyor.

Ve işte, "vizyonsuz AB"nin Türkiye’yle müzakere yavaşlatmak kararı da, zaten haydi haydi hákim olan bu üçüncü kesimin aynı idare-i maslahatçı ufuksuzluğu çerçevesine giriyor.

* * *

PEKİ, tamam AB’nin stratejik bir vizyonu yok ama, acaba Türkiye’nin var mı?

Bunun cevabını cumartesi günkü yazımda arayacağım.
Yazının Devamını Oku

AB, şiş ve kebap

13 Aralık 2006
YARIN Brüksel’den dişe dokunur bir haber beklememek gerekiyor. Yani demek istiyorum ki, çok, çok sürpriz bir gelişme olmadığı takdirde, AB Dışişleri Bakanları Konseyi’nin önceki gün yine Belçika başkentinde onayladığı "uzlaşmacı karar" Avrupa Birliği doruk toplantısında da hemen hemen aynısıyla benimsenecektir.

Üye ülke önderleri büyük bir ihtimalle, sekiz başlığın "geçici olarak dondurulması" ve dolayısıyla da müzakerelerinin "yavaşlatılması" anlamına gelen "orta yol formülü"nü fazla "kafa göz yarmadan" resmileştirmekte zorlanmayacaklardır.

Başka bir deyişle, Perşembe ve Cuma günkü oturumlar, artık yıllardır alışageldiğimiz o klasik "Türkiye zirveleri"nden birisine dönüşmeyecektir.

Nitekim, yukarıdaki "uzlaşma" Pazartesi gecesi kesinleştikten sonra bir Ortak Pazar diplomatı şakayla karışık olarak şu yorumu dille getirdi:

"Eh ortam doğdu, liderlerimizin bu defaki Zirve’de sırf felsefe tartışabilecekler".

* * *

ANCAK, işin "felsefi" boyutunu şimdilik bir kenara bırakıp Pazartesi günkü Brüksel kararının "fiili" anlamına gelirsek, ilkin şunu saptamamız gerekiyor:

İşte zaten adı üzerinde "uzlaşma", AB dışişleri bakanlarının benimsediği formül öz itibariyle bir "ne şiş yansın, ne kebap" siyasetine tekabül ediyor.

Ve tabii ki, o "şiş" de her şeyden önce Türkiye’dir!

* * *

YANİ, yürütme organı durumundaki Komisyon tarafından sunulmuş planı hemen hemen aynen benimseyen karar organı Konsey en birinci olarak, üye başkentlerin Ankara’yla "ipleri kopartmak" gibi bir niyetinin bulunmadığını ortaya koydu.

Nitekim, malûm "Kıbrıs çıbanı"nda ceráhat patlayıp yara biraz iyileşmek emáreleri gösterdiği an, askıdaki dosyalarda da tekrar müzakerelere başlanacağı bilhassa vurgulandı.

Artı, Fransa ve Almanya "mühlet şartı" talebinden tornistan etmek zorunda kaldı.

Bütün bunlar da yukarıdaki "süreklilik iradesi"ni ispatlamak hedefini yansıtıyor.

Ve kimse şüphe duymasın ve kimse demagoji yapmasın ki, hem Paris ve Berlin’in geri adım atması; hem de "Rabbena, hep bana" şımarıklık ve açgözlülüğüyle artık daha da çok kabak tadı veren Lefkoşa Rum Yönetimi’ne "höt" denmesi, Türk diplomasisinin geçen hafta büyük bir maharetle gerçekleştirmiş olduğu "Kıbrıs atağı"ndan kaynaklandı.

Aksi takdirde, yukarıdaki "antici" takımın ağır basması ihtimali çok yüksekti.

Dolayısıyla da, bizim "şiş"in korlaşması ve kapkara bir renk alması işten bile değildi!

* * *

FAKAT tabii ki doğru, AB kararı aynı zamanda "kebap"ın, yani bizzat aynı AB bünyesindeki o "antici"lerin de "yanmasını" engelliyor.

Açıkçası, bunun da tersi düşünülemezdi.

Zira en önce, Türkiye "mevcudun içinde" değildir. O halde, "dahililer"in "harici"ye oranla daha etkin olması kadar doğal bir şey düşünülemez. Maddenin tabiatı gereğidir.

Başka bir deyişle, Kıbrıs’a ilişkin olarak Ankara "manevi" açıdan ne denli haklı olursa olsun, bu, organizma bünyesindeki "maddi" çerçevede kıymet-i harbiye taşımaz.

Kaldı ki, o "maddi" boyuta ek olarak durum bir de "hukuki veçhe"" arzediyor.

Eh, Gümrük Birliği anlaşması imzalamışsınız ve içeriği itibariyle de tüm AB üyelerine liman ve havaalanı açmak zorundasınız. Ama kalkıyorsununuz ve onlardan birine, "ben seni tanımıyorum ve onun için de şilebini gönderemez, uçağını indiremessin" diyorsunuz.

I-ıh, ne oyunun kuralına; ne de anlaşmanın "maddiyatı"na ve "ruhiyatı"na uyuyor.

İşin "felsefiyat"ını, yani Brüksel tarafından benimsenen müzakereleri "yavaşlatmak" kararının "toplumsal ütopyamız"ızı nasıl etkileyeceği sorusunu ise yarına bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku

Pinochet’ye ve slogana dair

12 Aralık 2006
"UN pueblo unido / Jamas sera vencido"!<br><br>Yukarıdaki cümle İspanyolca’da "birleşmiş bir halk asla yenilmez" anlamına geliyor. Lorca dilini paraladığımdan değil ama bu káfiyeli şiarı öyle bağırmışlığım vardır ki!

Sesimin günlerce kısıldığını ve gırtlağımdan tıs çıkmadığını hatırlıyorum.

Başımda kavak yellerinin estiği o vakitler "enternasyonal devrimci"ydim (!).

Paris, Brüksel, Köln, bir mitingden diğerine mekik dokurken, nane - limon içiyordum.

Ama, "birleşmiş" manásındaki "unido" kelimesi geldiğinde, mensubu olduğum taife ve ben, hançere ve magafona kuvvet, sözcüğü "armado"ya dönüştürmek için popo yırtardık.

Söz konusu "armado" láfı da yine İspanyolca’da "silahlanmış" demek oluyor.

* * *

EH
, enternasyonalliğin de ötesinde "keskin devrimci"yim ya, "birleşmişlik" yetmez.

Piştov, mavzer, makinalıyla o halk illá "si-lah-lan-mış" olmalı ki, asla yenilmesin!

Ve işte nitekim, yukarıdaki slogan - şarkıyı bestelemiş olan Sergio Ortega’nın ülkesi Şili’de daha dün, lánetli general Augusto Pinochet áni darbe gerçekleştirmedi mi?

Meşru lider Salvador Allende’yi katletmek; stat ve garnizonlara doldurduğu insanları boğazlamak; zindan, işkence, pranga uygulamak kaydıyla, işi tek bir gecede bitirmedi mi?

Oysa halk silahlı olsaydı, eli armut toplamayacak ve ásileri bir kaşık suda boğacaktı.

Dolayısıyla, ey "revizyonist" ve "pembemtırak" uzlaşmacılar, avanaklığınız batsın.

Ve hadi yoldaşlar, "unido" geldiğinde "armado" diye haykırıp onları bastıracağız.

* * *

NEYSE, Pinochet işte nihayet öldü. Daha doğrusu, doksan bir yaşında geberdi.

Fakat, cehennem zebánilerinin yanına hastane yatağındaki sıradan bir fáni olarak gitti.

İşlemiş olduğu korkunç suçlardan dolayı "kendi" ülkesinde yargılanmadı.

"Kendi" kelimesinin altını bilhassa çizdim, zira apoletli generalden hesap sorabilecek yegáne mercii bizzat Şili halkı oluşturuyordu. Yok İspanya’da, yok İngiltere’de, yok Fransa’da "adalet önüne" çıkartılması girişimleri ise işgüzár bir şımarıklıktan öteye gitmiyordu.

Oysa, o halk böyle bir tercih yapmamakta "unido" davrandı. Yani, uzlaşmada birleşti.

Zaten belki de bütün mesele burada düğümleniyor.

* * *

BURADA düğümleniyor, çünkü cürümler ne denli korkunç olursa olsun, Augusto Pinochet 1990’da iktidarı bırakırken Şili bir bütün olarak, tıpkı hayranlık beslediği Francisco Franco’nun 1975’te bıraktığı İspanya gibi, modern demokrasi kültürüne çok yaklaşmıştı.

Başka bir deyişle, söz konusu halk tabii ki hem Pinochet’in zulüm yıllarından; ama aynı zamanda hem de, ondan önceki "sol" iktidarın vahim yanlışlarından ders çıkarttı.

Zıt kutuplaşmalara karşı "unido" bir birlikle ve "armado" bir silahlanmayla donandı.

Nitekim, Latin Amerika ulusu dün olduğu gibi bugün de "sol" bir tercih yaptı ama o "sol" Venezüella’daki popülist demagog Chavez türü şaklabanlara bir nebze benzemiyor.

Tam aksindeki Michelle Bachelet gibi modern sosyal demokratlarla özdeşleşiyor.

* * *

ARTI, sevelim veya sevmeyelim şu gerçeği de teslim etmek zorundayız:

Darbeciler despotik yılları iyi kullanarak otoriter kalkınma modelinde başarı sağladılar.

Şili 1973’ü kat be kat aşan bir refah düzeyine ulaştı. Kitaplara "emsál" olarak geçti.

Ve yine İspanya’da yaşanmış olduğu gibi de, bu refah düzeyi demokrasiye geçişi daha kolay kıldığı gibi, eski tür iktisadi zıtlaşmaların maddi temelini büyük ölçüde törpüledi.

Evet evet, militan slogandaki gibi değil ama, yine de birleşmiş bir halk yenilmiyor.

Yeter ki, bu "unido" birlikteliğin yegáne "armado" silahlanması, bádirelerden ders çıkartıldığı ölçüde kalıcı olarak yerleşen demokrasinin "uzlaşma kültürü" olsun!
Yazının Devamını Oku

New York - İstanbul

10 Aralık 2006
Bin defa doğru, milyar defa doğru ki dünyada hiçbir mekán káinatın başkentiyle İstanbul kadar birbirlerine benzemiyor ve benzeyemez. Üstelik bunu, yedi kıtada yetmiş yedi şehir görmek ve onları benim şehrimle kıyaslamak şansına sahip birisi olarak söylüyorum.

"Dünyada hiçbir şehir New York’la İstanbul’un benzeştiği kadar birbirlerine benzemez."

Evet öyledir! Aynen öyledir! Kesindir!

Zaten ben de bunun içindir ki, "Kainátın Başkenti"nde kendimi hep "e-vim-de" hissettim, hissediyorum ve hissedeceğim.

Yukarıdaki benzetmeyi yaklaşık çeyrek yüzyıl önce, Fas’ta ikámet eden İspanyol yazar Juan Goytisolo’nun satırlarında okumuştum.

Goytisolo, Fransız entelijansiyasına hitáp eden "Modern Zamanlar" dergisinin Türkiye’ye ayırmış olduğu özel sayıda İstanbul’a ilişkin çok uzun bir makale kaleme almıştı.

Hatırımda kalmış olanlarını sıralıyorum, iki kentin paralelliklerini de aşağıdaki unsurlar etrafında buluşturmuştu.

Bir; New York da, İstanbul da, cinsel anlamda "fallik", yani yukarıya doğru tırmanan şehirlerdir. Uzaktan bakıldığında, birinde gökdelenler, diğerinde ise tepeler belirleyicilik taşır.

İki; her ikisi de deniz ve suyla içli dışlıdır. İstanbul’u Boğaz ve Haliç, New York’u da Doğu ve Hudson nehirleri böler. Ama, yine her ikisinde, "karşı yakalar" kente dahildir.

Üç; hem Yeni Dünya’daki, hem de Yaşlı Kıta’daki şehirden "hayvani" bir enerji fışkırır. İkisi de yirmi dört saatte yirmi beş saat yaşar. Bitmez tükenmez kalabalıkları, açılmaz çözülmez trafikleri, durmaz aksamaz ritimleri birbirleriyle sonsuz benzeşir.

Dört; ama New York ve İstanbul’daki bu kaos harikuláde bir estetik yaratır. Dinamik cazibe öylesine çekicidir ki, bir içki müptelálığı, bir esrar alışkanlığı gibi, bağımlılık yaratır.

Beş; her iki site de inanılmaz bir tempoda tüketir ve tıkınır. ABD’dekinde, işportacı büfelerden hamburgerci dükkánlarına; Türkiye’dekinde ise seyyar simitçilerden köşe dönercilerine, "sokak manzarası" aynı zamanda "mide bayramı"na tekabül eder.

Altı; ne New York’ta, ne de İstanbul’da tembellik, aylaklık, kibarlık türünden "lüks"lere yer vardır. İkisinde de hiç durmaksızın didişmek; ekmeği aslanın ağzından kapmak; bir boşalan mekána, statüye, hiyerarşiye bin saldırmak; hatta, boşaltılması için tekme atmak, çelme takmak, dirsek vurmak sosyal bir zorunluluktur.

Artı, toplumsal basamakları hızla çıkabilme şansı son derece yüksektir.

Ve nihayet yedi; her anlamda birer "aşırı uçlar" kenti olan New York ve İstanbul’da en zıt çelişkileri ve en uzlaşmaz manzaraları aynı anda yaşamak ve görmek mümkündür.

Biri diğerini tamamlar ve zaten de ne New York, ne İstanbul bu "zıtların bütünlüğü" diyalektiğinden soyutlanarak düşünülemez. Soyutlanırsa, New York ve İstanbul olamazlar.

MÜKEMMEL GÖZLEM

Dediğim gibi çeyrek asır geçti, Juan Goytisolo’nun yukarıdaki "benzetmeler manzumesi"ni okuduğumda, çıldırasıya arzulamama rağmen henüz "káinatın başkenti"ne adım atmamıştım.

Dolayısıyla da, İspanyol yazarın "uçtuğu" (!) zehabına kapıldım.

Eh Fas’ta yaşıyor ya, demek Mağribilerin pireyi deve yapmak ádetini o da benimsedi.

Tutuyor, Atlantik’in öte yakasında yer alan ve son tahlilde "Batı mitolojisi"ni en zirveye çıkartan Yeni Dünya kentini, Boğaz’da hükümránlık süren ve "Doğu kokusu" asla tartışılmayacak Yaşlı Kıta Payitaht’ımızla tamamen aynı kefeye koyuyor.

Kendi kendime "insaf" dedim ve yazarın ölçüyü kaçırdığını düşündüm.

Hatta laf aramızda, bu Goytisolo’nun militan "şorololuğu" pek bir meşhur olduğundan, makalede "fallik" mallik diye "cinsel çıkıntı" metaforlarına başvurmasını, hazretin bizzat kendi cinsel tercihine yordum.

Oysa, ne kadar da yanılmışım!

Ne kadar da haksızlık etmiş ve ne kadar da günahına girmişim.

Evet evet, yanılmış, haksızlık etmiş ve günaha girmişim, çünkü yirmi küsur yıl önce New York’a nihayet gidebildiğimde, İspanyol yazarın ne denli mükemmel bir gözlemci olduğunu daha ilk saniyede anladım.

Çünkü doğru, bin defa doğru, milyar defa doğru ki dünyada hiçbir mekán "káinatın başkenti"yle İstanbul kadar birbirlerine benzemiyor ve benzeyemezler.

Üstelik bunu, yedi kıtada yetmiş yedi şehir görmek ve onları benim şehrimle kıyaslamak şansına sahip birisi olarak söylediğimden, işkembe-i kübradan attığım sanılmasın.

Öyle, İstanbul, New York’tur!

New York da İstanbul’dur ve de nokta!

Paragrafı ve satırbaşını ise önümüzdeki pazara havale ediyor ve New York’ta neden kendimi "e-vim-de" hissettiğimin daha uzun boylu açıklamasını gelecek haftaya bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku

Enfes şut

9 Aralık 2006
TÜRKİYE’nin önceki gün gerçekleştirdiği "AB atağı" çok büyük önem taşıyor. Dolayısıyla, salıdan beri işlediğim Karayib Denizi ülkesi Venezüella ekvator güneşinde buharlaşmayacağından, Chavez’e ilişkin yazımı erteleyip, derhal ilk konuya geliyorum.

Emir demiri, aktüalite de makaleyi kesmiş oldu.

* * *

EVET evet, Ankara’nın Brüksel’e yönelik atağı gerçekten de çok büyük önem taşıyor.

Ve en önce de, böylesine akılcı bir inisiyatif aldığı ve böylesine milimetrik bir zamanlama ayarladığı için, başta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül olmak üzere, Türk diplomasisini bir bütün olarak kutlamak gerekiyor.

Ancak ben yine de "altın gol" deyimini kullanmak konusunda ihtiyatlı davranıyorum.

* * *

AMA madem illá futbol terminolojisine atıfta bulunuluyor, o halde diyelim ki, Türkiye şimdi karşı takımı kontrpiyede bırakan gayet usta ve gayet oturaklı bir şut çekti..

Nitekim, girişimin Avrupa medyasında derhal flaşa dönüşmesinden, "Le Monde"nin "Türk jesti AB’yi bölüyor" manşeti atmasına; bilhassa da, Rum lider Papadopulos’un eteklerinin tutuşmasından, üyelerin acilen Temsilciler Komitesi’nde toplanmasında, mevcut manzara o şutun tam zamanında ve tam kıvamında çekilmiş olduğunu ispatlamaya yetiyor.

Dolayısıyla, "Kıbrıs satılıyor" (!) temcit pilavını anında kuzinenin üstünde ısıtmaya başlayan malûm demagoglar hariç, az biraz nesnel bakan ve elini vicdanına koyan herkes, Ankara topunun Brüksel kalesine doğru gitmekte olduğunu anında görecektir.

* * *

TAMAM da, top kaleye doğru gitmektedir ama, şu an henüz havadadır!

Bunun gerçekten de bir "altın gol" olup olmayacağını ise önümüzdeki pazartesi günü gerçekleşecek AB Konseyi’nde; háttá büyük ihtimalle, yine bir "Türkiye Zirvesi"ne dönüşeceği daha şimdiden kesinlik kazanan 14 Aralık Doruk Toplantısı’nda anlayacağız.

Aradan geçecek kısa sürede ve muhtemelen de en son ana kadar, çekilen şutun açısında, esen rüzgárın derecesinde, bekleyen kalecinin refleksinde oynamalar olur ve olabilir.

Beş günümüz kaldı, sonucu tribünlerden bekliyoruz.

* * *

İMDİİ
, bütün bu "heyecanlar stadı"nı bir kenara bırakarak şu saptamaları yapalım.

Birinci olarak, kendimize dahi itiráf etmesek bile aslında hepimiz bal gibi biliyoruz ki, Türkiye Kıbrıs Rum Kesimi’ne liman ve havaalanlarını açsa, açmasa da bir şey değişmeyecek.

Ne KKTC "satılmış" olacak, ne de Ada’nın statükosunda oynama gerçekleşecek.

Ama tabii ki doğru, Papadopulos ve şûrekasının şoven ve şımarık yaklaşımından canı tak etmiş bir Ankara’nın da "karşılık jesti" beklemesi kadar normal bir şey düşünülemez.

Ve, ustalık da burada ki, "açılım" başta Rumlar olmak üzere "antici" AB ülkelerini konrtpiyede bırakmakla; "Le Monde"nin deyimiyle, "Avrupalıları bölmekle" kalmıyor.

* * *

EVET kalmıyor, zira aynı zamanda, KKTC’ye yönelik tecritin sona ermesi ve Güney’in fellik fellik kaçtığı BM’nin tekrar devreye girmesi için, yıl içinde ödemeli "çek istiyor".

Başka bir deyişle, men dakka dukka, verdiğinin karşılığını senet defterine yazdırtıyor.

Ve işte zaten bunun içindir ki, kraldan fazla kralcı geçinenlere rağmen "mister no" lákáplı Denktaş bile bu defa girişime "soğuk bakmadığını" ilán ediyor. "Fena değil" diyor.

Borsa’nın aniden "tavan yapması" gibi, en hayati Türkiye dinamiklerinin aslında AB sürecini ne denli benimsemiş ve özümsemiş olduğu gerçeğini ise geçiyorum.

Neyse, yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik, gelecek hafta tam bugün ve burada, Ankara tarafından çekilmiş olan enfes şutun "altın gol"e dönüşüp dönüşmediğini inceliyor olacağım.
Yazının Devamını Oku

Boli - burjuvazi

7 Aralık 2006
DÜN dediğim gibi, yeniden Venezüela cumhurbaşkanı seçilen Hugo Chavez adını 19. yüzyıldan nalıncı keseriyle kendine yonttuğu Simon Bolivar’ı putlaştırıp ülke ünvánını "Bolivarcı Cumhuriyet" diye vaftiz etti ya, aynı Venezüela’da başka bir deyim de doğdu: "Boli-burjuvazi"!

Bununla, Chavez iktidarıyla birlikte palazlanan "yeni zengin" sınıfı çağrıştırılıyor.

Yani, şık semtlerin leb-i derya villalarında oturan; uşaklar, hizmetçiler mürebbiyeler tutan; sekiz silindir ve dört çarpı dört otomobiller kullanan; çifter çifter korumalarla gezinen; bileğine altın saat ve sırtına sinye gömlek geçiren o görgüsüz ve o zevksiz kesim kastediliyor.

* * *

EH, koltuğa oturduğu günden beri hazretin şansı pek yáver gitti ve petrol varili zirve yaptı ya, açıkgöz demagog da oluk oluk akan parayı ulûfe diye saçmakta tereddüte düşmüyor.

Neden düşsün ki? Niçin "sus payı" dağıtmasın ki?

Aksi takdirde bir sosyal taban; yani, Hugo Chavez’in nostaljiyle andığı o müteveffa Sovyetik álemde ayrıcalıklı kesimi tanımlayan deyimle, bir "nomenklatura" yaratabilir mi?

Hayır, tersi mümkün değildir!

* * *

ARTI, unutmayalım ki devlet denetimli o petrol Venezüela’nın tek girdisini oluştuyor.

Ve kim ki devlet dedi, bunun paralelelinde mutlaka bir de bürokrasi hüküm sürecektir.

Dolayısıyla, "boli-burjuvazi" diye adlandırılan tabakayı aslında, ezelden beri Latin Amerika’nın iliklerine işlemiş olan "oligarşi"nin başka bir türevi olarak görmek gerekiyor.

Veya, madem Chavez Marksist lûgat paralamaya çalışıyor ve Küba Castro’sunun "izinden yürüdüğünü" söylüyor, o halde, yine eski Sovyetik rejimlerindeki sosyo-ekonomik dokuyu incelemiş olan Milovan Cilas’ın "yeni sınıf" deyimi belki daha cuk oturuyor.

Her halükarda, Hugo Chavez’la birlikte değişmiş olan şey "zenginliğin eşitlikçi dağıtımı"na falan değil, "mülkiyetin sınıfsal dağıtımı"na tekábül ediyor.

* * *

AMA doğru ve asla inkár edilemez, nesnel açıdan bakıldığında bu değişim bir parmak bal çalmanın ötesine gitmese bile yine de, yukarıdaki olgu çok büyük önem taşıyor.

Zaten aksi takdirde, Chavez’in yüzde 60’la seçilmesini açıklayamayız.

Çünkü, ülkede bugüne dek Avrupa kökenli "beyaz elitler" (!) ilk safı tutmuşken, eskinin darbeci albayıyla birlikte yerli ve melez kökenli "kara kafalar" (!) ön plana çıktı.

Başka bir deyişle, "değişim" (!) bir de "etno sosyal" boyut yansıttı.

Geniş kitleler nezdinde de bunun "ruhi" boyutu es geçilemez. Küçümsenemez.

Zira burada ve çok doğal bir insani içgüdüyle, "rövanş" gibi dürtüsü devreye giriyor.

Yani, Karakas gecekondularındaki yerli veya melez yoksul hayat şartlarında dişe dokunur bir iyileşme farketmeyebilir. Ama yine de, kendi "etno-sosyal" kökeninden indiği için, villada oturanın, mürebbiye tutanın, lüks araba kullanan geleneksel "beyaz elit" yerine, o "kara kafa" (!) aidiyetten bir "boli-burjuvazi" mensubu yeni zengin olmasını tercih eder.

"Dayanışmacılık" refleksi ötesinde, "sınıf atlama" kanalları artık kısmen açılmıştır.

Hele hele, saftirik dalkavukçusu Hugo Chavez’in ağzı gayet iyi láf yapan bir demagoji üstádı da olduğu hesaba katılırsa, "gecekondu oyları" tabii ki çantada kekliktir!

* * *

TAMAM ama, bütün bunlar yine de popülist Chavez’in Türkiye dahil bütün bir "mağduriyetler dünyası"da (!) niçin bu kadar popüler olabildiğini açıklamaya yetmiyor.

Demek işin içinde bir bit yeniği ve hazrette bir şeytan tüyü var ki "ulusalcılar" bile, daha düne kadar haritada yerini dahi gösteremeyecekleri Venezüela’nın liderini baş tácı ediyorlar.

Bu hastalıklı durumun nedenlerine ve arázlarına cumartesi günü değineceğim.
Yazının Devamını Oku

Latin çağrışım

6 Aralık 2006
"BOLİVARCI devrime uzun ömürler"!<br><br>Hugo Chavez pazar gecesi, kendisinin üçüncü kez Venezuela cumhurbaşkanı seçilmesini kutlayan kalabalığı Miraflores Sarayı balkonundan ilkin böyle selámladı. Sonra, "Venezuala tarzı sosyalizm ilelebet payidar kalacaktır" türü lugát paraladı.

Tabii, "mister tehlike" diye adlandırdığı Bush’un bunu engelleyemeceğini de ekledi.

Her halükárda, Karayipler’ndeki "petrol cenneti"nin gelecek dönemde de, megaloman Castro’un bir o kadar megaloman hayranı tarafından yönetileceği kesinlik kazandı.

* * *

EH, demokrasidir ve tabii ki halkın iradesine saygı duymak zorundayız.

Üstelik de, öküz altında buzağı arayarak Chavez’in başarısına "çamur atamayız".

Tamam, popülist demagog oylama öncesi ulûfe dağıtarak ve muhalefeti dizginleyerek kısmen hileli kart kullandı ama, bu, ancak devede kulak kalır. Nesnel gerçeği değiştirmez.

Zira, şaka maka değil, Karakas lideri yüzde atmış virgül küsurat gibi bir oranla seçildi.

O halde, binbir dereden su getirerek buna gölge düşürmeye çalışmak kandırmaca olur.

Dolayısıyla da, tamam Sinyor Hugo Chavez, yukarıdaki halk iradesi karşısında boynum kıldan ince olduğu için sizin "Bolivarcı Devrim" zaferinize kulp takmıyorum.

Ancak doğru, kendi hesabıma "uzun ömürler" değil de "tez teneşirler" diliyorum.

* * *

EFENDİM, Chavez’in adını "devrimleştirdiği" bu Simon Bolivar, Güney Amerika ’nın İspanya’dan bağımsızlık kazanması için 19. Yüzyıl başında savaşmış bir milli liderdir.

Venezuela doğumlu olmasına rağmen de Kıta’nın tüm halkları tarafından sahiplenilir.

Nitekim, Bolivya’nın ülke ve para isimleri dahi onun ünvanından kaynaklanır.

Artı, Küba’ya gidersiniz, sakallı Castro ikonalarına üniformalı Bolivar portreleri; Arjantin’e inersiniz, Peron’un nutuklarına yine Bolivar methiyeleri eşlik eder.

Simon Bolivar bütün bir Latin Amerika’nın ortak "kurucu efsanesi"ni oluşturur.

* * *

ANCAK, yukarıda vurguladığım gibi, "hacienda" denilen sonsuz büyük çiftliklerden birinin sahibi olan ve çok zengin ve çok soylu bir aileden inen Latin General esas itibariyle, mason locası vasıtasıyla Fransız Devrimi’nden esinlenmiş bir "milli" cumhuriyetçidir.

Yani, "özgürlük, eşitlik, kardeşlik" şiarının ve "ışıltı çağı"nın ötesine taşmaz.

Zaten henüz icád edilmemiş bir "solculuk"la ise hiç ilgisi yoktur. Bir nebzecik yoktur.

Üstelik, bizzat kendi bağımsızlıkçı orduları tarafından terkedildiği ve diktatörlükle suçlanarak suikast girişimi üstüne suikast girişimine maruz kaldığı için de, başarısızlığa uğrayarak yeniden sürgününün yolunu tutmuştur.

Hispanofil Amerika’yı ortak çatıda birleştirmek projesi ise hiç sonuç vermemiştir

Tam tersine, pek çok farklı devlet, ama her biri de Simon Bolivar adına kanlı bıçaklı savaşlara tutuşmuşlardır ki, Kıta’nın bugünkü bölünmüşlüğü zaten ortadadır.

Dolayısıyla, eğer illá Hugo Chavez’in paralamaya çalıştığı Marksist lûgati kullanırsak, Simon Bolivar ancak ve ancak klasik bir "burjuva devrimcisi" olabilir.

Nitekim eminim, soylu ve apoletli aristokrat bugünkü Karakas demagoğunun kendi ismini kullanarak yumurtladığı herzeleri işitse, mezarında ters dönerdi.

* * *

İMDİİ, yukarıdaki genel tablo sizlere bazı şeyler hatırlatmıyor mu?

Peron’dan Castro’ya ve şimdi Chavez’e, Latin Amerika’daki totaliter ve otoriter lider ve ideolojilerin "kurucu efsane"deki şahsiyetin adını tekele alması; sonra da o adın siperine yatarak "Bolivarcı Devrime uzun ömür" biçmesi, size çok bildik çağrışımlar yapmıyor mu?

Her halükárda, bu hatırlatmayı ve bu çağrışımı ben yarın burada yapacağım.
Yazının Devamını Oku