Hadi Uluengin

İslam savaşları (VI)

27 Aralık 2006
İLTER Türkmen Usta "T. E. Lawrence Bile İnanmamıştı" başlığını taşıyan yine enfes dünkü yazısını, ülkede hüküm süren "Sevr paranoyası"nı kastederek şöyle bitirmişti: "Neden korkuyoruz? Aslında kimsenin korktuğu yok! Korkutmayı seviyorlar!

Korku aşılayarak, politik destek peşindeler".

* * *

TÜRKMEN
söz konusu makalede, geçen hafta İstanbul’da yitirdiğimiz büyük tarihçi Stanford Shaw’un "İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e" adlı başyapıtına atıfta bulunuyordu.

Oradaki "a-ç-ı-k" belgeleri aktararak da, bırakın pek çok Mihver ülkesi yöneticisini, "İngiliz casusu" lákabıyla andığımız Lawrence’nin dahi, 1920 Ağustos’unda imzalamaya zorlandığımız Sevr Antlaşması’nın uygulanabileceğine asla inanmadığını kaydediyordu.

O Thomas Edward Lawrence ki, malûm 1. Harp sırasında Arabi kabileleri Dersaadet’e karşı ayaklandırmıştı. Yaşadığı maceraları da "Bilgeliğin Yedi Direği" kitabına aktarmıştı.

Tabii, yapıttan uyarlanan film de bizim sansür tarafından şakkadak yasaklanmıştı.

Neyse de, işte Majestelerinin istihbarat subayı tá 30 Mayıs 1920’de "Sunday Times"a havada bulut, sen bunu unut misáli bir mektup gönderip, Sevr hakkında aynen şöyle demiş:

"Antlaşmanın tek bir hükmü dahi üç yıldan fazla geçerli olamaz. Türkiye’ de tek müttefikimizin Sultan olması bir trajedidir. Baştan aşağı değiştirilmelidir".

Hadi bakalım ve de buyrun cenaze namazına!

* * *

EVET evet, "korku tacirleri"nin "Sevr paranoyası"nda cenaze namazına buyurun.

Çünkü düşününün ki, Türklere karşı Arapları ayaklandırmış olan bir "ajan" bile daha henüz Antlaşma imzalanmadan, bunun asla kıymet-i harbiye taşımayacağını söylemektedir.

Kağıt parçasının "en fazla üç sene" geçerli olacağına dair öngörüde bulunmaktadır.

Üstelik de bu öngörü hayatın pratiğinde ve tarihin akışında aynen ispatlanmaktadır.

Ama siz bütün bunlara rağmen ve söz konusu takvimden tam "sek-sen al-tı" yıl sonra bile, hálá Paris’in porselen banliyösündeki kabusla yatmakta, onun dehşetiyle kalkmaktasınız.

Eh ne diyeyim, cenazeden sonra temcit pilavını yerken bari o porseleni kaşık kullanın.

* * *

TABİİ, "ákil adam" kimlikli İlter Türkmen Usta "aslında kimsenin korktuğu yok. Korku aşılayarak politik destek peşindeler" derken çoktan gerçeği saptamış.

Zaten olayın en korkunç yanını da işte bu hayati nokta oluşturuyor.

Yani, "İslam savaşları"nı işlerken hep dönüp dolaşıp geldiğim bam telinde; dindarı ve laiğiyle Müslüman toplumları belirleyen "rasyonel düşünce yoksunluğu"nda odaklanıyor

Nitekim, "Sevr tehditi" dini kesimden ziyade, "orducu ulusalcı"sından "karanlıkçı Maocu"suna uzanan "laik" etiketliler tarafından "üfleniyor".

Ve düşünün ki, ölü doğmuş; çöpe gitmiş; üstelik, en "Türk düşmanı ajan" tarafından dahi çöpe gideceği daha ilk anda öngördürülmüş bir Antlaşma hálá "öcü" diye sallanabiliyor.

Sevr’in mezarına güzelce def-i hacet eylemiş Lozan’dan tam seksen üç yıl sonra bile, o geberik Sevr "politik destek peşinde olanlar" için hálá korkutma aracı işlevi görebiliyor.

* * *

"KORKU tacirleri" her yerde vardır ve olacaktır ama, buradaki dehşet nokta şudur:

Böyle yalan ve dolan bir "öcü" tehditi nasıl oluyor da hálá "müşteri" kandırabiliyor?

İnsanlar niçin saf saf ve avanak avanak "Sevr hortlatılıyor" tongasına basabiliyor?

Çünkü, tüm İslam toplumları içinde "rasyonel düşünce"ye en yakın olması gereken Türkiye’de bile, söz konusu toplumların bilinçaltını belirleyen "öteki" korkusu kol geziyor.

Bu içgüdüsel korku ve ondan kaynaklanarak yine "öteki"ne yönelen nefret ise zaten hakkıyla hazmedilmemiş mantıkçı "rasyo"yu sıfırlıyor ki, konuyu yarın işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku

İslam savaşları (V)

26 Aralık 2006
TEKRAR sayalım, Irak, Afganistan, Cezayir, Sudan, Lübnan, Somali falan derken, Müslüman alemde yaşanan "din eksenli" iç savaşlar kervanına şimdi bir de Filistin katıldı. Tabii, buradaki "din eksenli" tanımını çok genel anlamda kullanıyorum.

Kabul, yangın henüz alt düzeyde seyrediyor. Son gelişmeler de kısmen umut veriyor.

Ama hiç belli olmaz, kutsal toprakların gürül gürül "kardeş kanı"yla sulanması ve o kanın da gövdeyi götürmesi rizikosu asla ortadan kalkmış değildir.

Oysa malûm, ebedi Filistin sorunu o Arap-İslam Dünyası açısından hem bir turnusol kağıdı işlevi görüyor; hem de, dobra dobra söyleyeceğim, "ácziyetin aynası"nı yansıtıyor.

* * *

BİLİYORUM biliyorum, yukarıdaki saptamayı yaptım ya, softa veya laikçi; ümmetçi yahut "ulusalcı"; sağcı ya da solcu bilûmum "komplo teorisyenleri" şimdi derhal ve ortak koroda şu bitmez tükenmez şarkıyı terennüm ve tegánni etmeye başlayacaktır:

"Bre bedbaht; bre gafil; bre ebleh; Filistin’deki iç çatışmanın aslında bir siyonist-emperyalist kumpastan kaynaklandığını görmüyor musun?

Hamas’ın seçimleri demokratik biçimde kazanmasına rağmen Batı bunu hazmedemedi ve de İsmail Haniye hükümetini boğmak için ekonomik yardımları kesti.

Dolayısıyla da, maaşlar ödenmeyip, tayınlar dağıtılmayıp, iláçlar yollanmayıp iktisadi plandaki iç çelişkiler keskinleşince, bugünkü iç savaş durumu doğdu".

Buna bir alay "hamasi edebiyat" daha ekleyeceklerdir ama, orasını geçiyorum.

* * *

EEE? Sonra? Dahası? Quo vadis?

Tüm bunlar neyi ifadebilir eder ki? Nasıl bir bahane oluşturabilir ki?

Velev ki yukarıdaki argümanların istisnasız hepsi doğru olsun!

Zaten özrü kabahatinden büyük diye buna denir ki, parantez içinde şunu da ekleyeyim:

Bu satırlar yazarının da tá ondört yıldır yazdığı gibi, El Fetih’in etkinliğini kırabilmek için İsrail’in ilk İntifada sonrası ve el altından Haması "kayırmış" olduğu da bir vakıadır.

Fakat bunu dahi saymıyorum, çünkü öz yine değişmez ve değişemez!

* * *

DEĞİŞMEZ ve değişemez, çünkü burada işin en temel ve en hayati gerçeğini, dindarı ve laiğiyle tüm İslam alemine damga vuran "rasyonel düşünce" yoksunluğu oluşturuyor.

Zira bir; Batı en başta ilán etti ki, terörü benimseyen ve İsrail’i reddeden Hamas iktidar olduğu takdirde, Filistin’in tek gelir kaynağı oluşturan yardım musluğu anında kapatılacaktır!

İki; bu mutlak "re-a-li-te"yi sen de görürsün ve illá siyaset yapmakta ısrarlıysan, yukarıdaki "mantıksızlık hissiyatı"yla köprüleri atmış bir kurum olarak sahneye çıkarsın.

Üç; hayır, dediğim dedik ve inadım inat Hamas buna yanaşmadı ve yanaşmıyor.

O halde, ey Filistinli birey aklını kullan ve onun hükümet kurması durumunda başına gelecekleri öngörerek, hayalciliği seçme! Hamaseti değil, gerçekçiliği tercih et!

Böylelikle de, eğer varsa ne "Siyonist dümene", ne "emperyalist kumpasa" gelirsin.

* * *

OYSA, ya seyyid, madem sen bile ládes diyerek "gayr-ı mantıkçı" tercih yaptın, şu an yaşamakta olduğun yeni badirelerin sorumluluğunu neden yine "öteki"nde arıyorsun ki?

Ebedi "mağdur" (!) ve ezeli "mazlum" (!) "pathos"u arkasına sığınıp, Gazze veya Eriha’da kendi kardeşine kurşun sıkıyor olmanın suçunu hangi yüzle başkasına atıyorsun ki?

Artı, yine öz be öz kardeşin, soydaşın, ırkdaşın ve dildaşın olan Hıristiyan Filistinliler üzerinde baskı uyguluyarak, niçin onları kendi öz yurtlarından usul usul göçe zorluyorsun ki?

Bu soruların cevabı, dini ve seküler olarak bütün bir İslam-Arap Áleminde hüküm süren "rasyonel düşünce yoksunluğu"ndan kaynaklanıyor ki, konuyu yarın da işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku

Erken yılbaşı

24 Aralık 2006
Ve biten yılın bilançosuna şöyle bir baktığımda da, ortanca oğlumun artık benimle yaşıyor olması ve Büyük Orhan Pamuk’un büyüklüğünü evrensel planda senede işlemesi dışında, düğün bayram etmeme neden oluşturabilecek bir gelişme göremiyorum. Eh yani, dişe dokunur hiçbir şey getirmeden bir yıl daha boş yere havaya uçup gittiği için mi 31 Aralık gecesi düğün bayram yapacağım?

Bugün Katolik, Protestan ve Süryanilerin Noel’i ki, onlara mübarek olsun! Bir hafta sonra ise yine tam bugün yılbaşı...

Burada da, aman aman, şimdiden nice senelere falan...

Ben bunların her ikisini de kutlamam ve kutlamıyorum.

Hıristiyanlar açısından işin ritüel boyutuna tabii ki amenná da, birincisiyle zaten benim hiçbir alakam yok ve de olamaz.

Din kültür ve aidiyeti itibariyle İsevilikle ilintim olmadığına göre, Ruh’ûl Kûds’ün nefesinden rahme düştüğü varsayılan Mesih’in doğumunu idrák etmem için de özel bir neden bulunmuyor.

İşgüzarlık olsun diye geceyarısı ayinine doluşup da, gerçekten ıstavroz imanlı insanlara kilisede yer bırakmayan "sosyetikler"den değilim.

O halde, bu faslı hemen kapatıyorum.

Yılbaşına gelince...

Evet, çok istisnai ve çok angarya zorunluluklar dayatmadığı takdirde, bir önceki seneden bir sonrakine geçişi "kutladığım" váki değildir.

Allah göstermesin ve de yazdıysa bozsun!

Mümkün mertebe erken zıbarabilmek için 31 Aralık akşamı duble doz uyku hapı ve gece yarısının klaksonunu, fişeğini, fişengini duymamak için kulaklarıma çifter tıkaç, aman şu 1 Ocak sabahı bir gelsin de, üç yüz altmış beş gün sonrasına kadar badire atlatılmış olsun.

Şampanya mampanya bana kusur kalsın.

BİR MUTLULUK İLLÜZYONU

Hayır, yılbaşını kutlamak nedenim tabii ki "gavur icadı", "kefere adeti", "kültür dejeneransı" gibi yobaz, fanatik ve cahil sloganların etkisinde kalmamdan kaynaklanmıyor.

Af buyurun, böyle şeylere ancak popomla gülerim.

Tam tersine, eğer istiyor ve arzuluyor olsaydım, zaten özünde Hıristiyanlıkla hiçbir ilgisi bulunmayan yılbaşını, velev ki değil o Hıristiyanlığın en eski putperestliğin şahı olsun, göğsümü gere gere ve de kasten provokatif biçimde kutlardım.

Yetti yahu, insanlar bir mutluluk fırsatı; daha doğrusu, bana göre bir "mutluluk illüzyonu" fırsatı edinmek için de mi zaptiye başçavuşundan izin ve şeyhülislamdan icázet alacaklar?

Kimin paşa gönlü neyi, nasıl çekiyorsa, bunu öyle kutlar ve de eğlenir ki, nokta!

Tamam ama, işte benimkisi çekmiyor.

Neden çeksin ki?

Hangi gerekçeden dolayı eğlenecek mişim ki?

Mide ülserine ek olarak artık bir de kolesterolden mustarip olduğum; yeminleri es geçip cigarayı bırakamadığım; arayışlarda aldanıp "portakalın yarısı" kadın bulamadığım; müsrif masrafları kısamayıp bütçeyi doğrultamadığım için mi yılbaşını kutlayacağım?

Farkındayım ki, "orta yaş" denilen herzenin sonsuz ağır yükünü şu 2006’da ilk defa bu denli sırtımda hissettim.

Tabii, dünyanın bütün sene boyunca daha da bombok gitmiş olmasını hiç saymıyorum.

Ve biten yılın bilançosuna şöyle bir baktığımda da, ortanca oğlumun artık benimle yaşıyor olması ve Büyük Orhan Pamuk’un büyüklüğünü evrensel planda senede işlemesi dışında, düğün bayram etmeme neden oluşturabilecek bir gelişme göremiyorum.

Eh yani, dişe dokunur hiçbir şey getirmeden bir yıl daha boş yere havaya uçup gittiği için mi 31 Aralık gecesi düğün bayram yapacağım?

ESKİYEN NÜFUS KAĞIDI

Hoş, getirmiş olsaydı da ne değişirdi?

Amenna, tabii ki yan cebime atar, hatta öpüp başıma koyardım ama, aynı şeyin 2007’de tekerrür edeceğine dair bir garantiye sahip olamazdım ki?

Her halükárda, nüfus káğıdı müthiş bir süratle eskiyor!

Yeni yılda kolesterolü düşüreceğim; cigarayı bırakacağım; kadını bulacağım; bütçeyi doğrultacağım ne malum?

Belki burada yok "perhiz yap"; yok "iradeni kullan", yok "müşkülpesent davranma"; yok "müsrifliği bırak" diyeceksiniz.

Kabul de, bu takdirde ne anlarım ben o 2007 yılından?

Kaldı ki, fáziletlerim ve zaaflarım; artılarım ve eksilerimle beni bir bütün olarak "b-e-n" yapan şeylerde ikincileri illá ve illá yok etmek seferberliğine girişirsem, yeni gelen yıl bana eskisinden daha mı çok mutluluk getirecek?

Doğrusu, hiç emin değilim! Burada da bir garantim yok ve kimse veremez!

Dolayısıyla da, ben yılbaşı kutlamıyorum, çünkü yekpáre zaman akışındaki şu veya bu takvim virajıyla herhangi bir "iyi"ye yahut "kötü"ye dönülebileceğine inanmıyorum.

Fakat işte sizinkini tam bir hafta önceden kutluyorum ki, sen sağ ben selámet, böylelikle konuyu başımdan savmış oldum.

Ádet yerini buldu ve sakın, gelecek pazar benden bir yılbaşı tebriği beklemeyin.
Yazının Devamını Oku

İslam savaşları (IV)

23 Aralık 2006
GENEL uygarlıklar tarihini zaten geçtim, esas itibariyle 19. yüzyıl ortasından itibaren hüküm sürmüş olan klasik sömürgecilik, çağdaş zamanlar tarihinde dahi kısacık sayılır. En kabadayısı yüz; hadi bilemediniz yüz elli senedir ki, takvimde bir hiçe tekabül eder. Artı, kolonyalist boyunduruk İslam toplumları açısından istisnai bir parantezdir. Müslüman kávim ve halklar modern emperyalizmin tahakkümü altına en geç girip, en önce çıkanlar arasında yer alırlar.

***

NİTEKİM, haritaya bakın ve hesaba vurarak kıyaslayın, Katolikleştirilmiş Amerika’lar; pagan Kara Afrika; Hinduist Altkıta; háttá Konfüçyanist Çin bile hilálli coğrafyadan çok daha uzun süre ve de bilhassa, çok daha derin biçimde "okka altına" gitmişlerdir.

Zaten, misyoner faaliyet aracılığıyla "İsevileştirilmiş" İslam ahali hemen hiç yoktur. O halde diyebiliriz ki, eğer "din" kelimesini genel ve elástiki anlamlı bir "medeniyet bütünü" olarak algılarsak, Müslümanlık "Hıristiyan sömürgecilik"ten etkilenmemiştir.

Veya, diğer inanç satıhlarıyla karşılaştırılmayacak ölçüde az etkilenmiştir.

Tabii buradaki "etkilenmek" fiilini yine klasik sömürgecilik ve onun halklara empoze etmiş olduğu bütün bir "kolonyal paradigma" çerçevesinde kullanıyorum.

***

PEKİ de, İslám áleminin tersine, yukarıda kısmen saydığım diğer "din kültürleri" öyle ciddi ciddi ve öyle aman aman bir "öteki" sorunu yaşamıyorlar. Yani, Batı’yı, Hıristiyanlığı, Siyonizmi, háttá bir zamanlar onun hükümránlığı altında yaşamış oldukları için Müslümanlığı "günáh keçisi" addetmiyorlar. Bulundukları durumdan dolayı bir başkasını ebediyen suçlu ve sorumlu tutmuyorlar.

Káhince "komplo teorileri" üretip sonra bunlara kendi kendilerini inandırmıyorlar. Kimse Hindistan’daki kast çatışmasında "İngiliz parmağı"; Çin’deki köylü isyanında "Amerikan dümeni"; Ruanda’daki etnik soykırımda da "Hıristiyan kumpası" keşfetmiyor. Ne Seylanlılar Tamil ayaklanmasını "Sevr hortlatılmak isteniyor"a tekabül edecek bir gerekçeyle açıklamaya; ne de Kongolular aşağı Katanga arbedesini "Belçika neo-emperyalizminin fışıklaması" teziyle yorumlamaya kalkışıyorlar.

Vietnamlılar ise sermaye yatırımlarına "finansal haçlı seferi" damgasını vurmuyorlar.

***

FAKAT kabul, Zimbabve’deki Hitler, Maoist diktatör Mugabe veya Kore’deki rezil despot Kim gibi bir kaç mendeburun, ülkelerini sürükledikleri feláketi "geçmişte sömürgeleştirildiğiniz için bu hallere düştük" diye yutturmaya çalıştıkları tabii ki oluyor. Ancak bunlar hem devede kulak kalıyorlar; hem de halkları fazla kandıramıyorlar. Her halükárda, İslam dışındaki "medeniyet bütünleri" sabah "öteki"nin kábusuyla uyanıp; gündüz ona beddua okuyup; akşam da diğer bir "öteki"nin dehşetiyle yatmıyorlar.

***

OYSA, dediğim gibi, sömürülmekse sömürülmek; aşağılanmaksa aşağılanmak; háttá sonsuz defa daha váhimi, beşeri ve insani katliámsa katliám, yukarıdaki bütün din kitleleri Müslüman áleminden çok daha ciddi biçimde ve çok daha uzun süre travma yaşadılar. O halde, hadi Hıristiyanlaştırılmışları saymamayım ama nasıl oluyor da, "öteki"nden neler çekmiş Konfüçyanist bir Çin’in; Budist bir Hindistan’ın; geçmişte Şintoist bir Japonya’nın inanç uygarlıkları, mazide ve şimdi karşılaştıkları sorunların "suçlu" ve "sorumlusu" nu o "öteki"nde "keşfetmek" áczine düşmeden yollarına devam edebiliyorlar?

Bütün iman kültürleri arasında niçin bir tek hilálli álem bugünkü durumu açıklamak için hem hep dünkü "şer"den yakınıyor; hem de hep "istavroz altında buzağı" keşfediyor? Bu hayati sorunun çok derinlerde yatan cevabını salı günü de arayamayı sürdüreceğim.
Yazının Devamını Oku

İslam savaşları (III)

21 Aralık 2006
BÜTÜN bir İslam dünyası düşünün ki, dindarı ve laiği; sağcısı ve solcusu; softası ve ateisti; ümmetçisi ve "ulusalcı"sıyla ezici çoğunluk olarak ortak bir özellikte birleşiyor. Yani, içerik ve sistematik itibariyle başka hiçbir yerde bir araya gelemeyen antagonik zıtlar sadece ve sadece hilálli coğrafyada, paşa paşa kutsal ittifak gerçekleştirebiliyorlar.

Aynı mazoşist oturak áleminde aynı kaba def-i hácet eylemekte tereddüte düşmüyorlar.

Çünkü bunların tümü birden, Müslüman kávim, halk, millet, ülkelerin yaşadığı ve yaşamakta olduğu bádirelerden, daima ve daima, her hangi bir "öteki"ni sorumlu tutuyorlar.

* * *

BU "öteki"nin kimliği sabit kalmıyor. Konjonktüre ve fikriyata göre değişiyor.

Nitekim, "fitne" unsuru tarihi süreçte ve coğrafi sahada káh "haçlı ruhu"; káh "düvel-i muazzama"; káh "Batı sömürgeciliği"; káh "Hindu tahakküm"; káh "Siyonist ideoloji"; káh "kızıl yayılmacılık"; káh da "Amerikan emperyalizmi" olarak takdim ediliyor.

Başka bir deyişle, hangi eldiveni giymiş olursa olsun, "her şeye kádir" bir elin İslam Álemini parmağının ucunda oynattığı ve kendi "menfûr emeller"ini (!) gerçekleştirebilmek için oralar ahalisini kasten birbirine düşürdüğü tezi, "a priori" bir "iman" niteliği kazanıyor.

Dolayısıyla da, "komplo teorileri" Müslüman dünyada, yeryüzünün hiçbir yerinde olmadığı ve olamayacağı ölçüde rağbet görüyor.

Kimi zır deli 11 Eylül’ün "ABD-İsrail kumpası" olduğu hakkında senaryo yazıyor.

Kimi hınzır deli de Türkiye’yi "Sabetaist ağ"ın yönettiğine dair "teori" (!) üretiyor.

Ve heyhat; ve eyvah; ve imdat ki, minicik rasyonel düşünceden ve mantık silsilesinden yoksun olan ve İslam’da mevcut farkı yorum tarzları arasında "kadercilik"le özdeşleşen bu yaklaşımlar, öbek öbek; milyon milyon; yüz milyon yüz milyon "müşteri" (!) topluyor.

* * *

İMDİİ, asla ve asla doğru değil ama bir an için; tek bir an için ve kimliği ne olursa olsun, yukarıdaki "öteki"nin "fışkıflama" ve "fitne" sorumluluğunu "gerçek" varsayalım.

En önce, velev ki "agnostik" kimlik taşıyor olayım, Müslüman aidiyetten birisi olarak ben böyle bir şey şöylemeyi zûl addederim. Dilimin ucuna getirmekten dahi utanç duyarım.

Çünkü, el insaf yahu, benim din kültürüm; din felsefem; din sosyolojim; din coğrafyam ve bilhassa da "din kardeşim" bu kadar ebleh, bu ahmak ve bu kadar enayi mi?

Her gelen ve her giden bana komplo kurduğunda, hepsini afiyetle yutuyorum?

Diyelim ki, tá Endülüs Emevilerinden beri hiçbir şeyden ders çıkartmadım.

Ben ki Ali, Veli, Hikmetullah’ım; İspanyol’un Juan’ı, Alman’ın Hans’ı, Rus’un İvan’ı, Hindu’nun Rajgavir’i, Yahudinin Moşe’si, Amerikalının Coni’si daima kafese koyuyor.

Her defasında gaza geliyorum ve Filistin’de, Cezayir’de, Somali’de, Lübnan’da, Irak’ta, Afgan’da falan, onların "menfûr emelleri uğruna" tuzağa düşüp, iç savaş çıkartıyorum.

Ya kendi "din kardeşi"min gırtlağını kör hançerle kesiyorum; ya Şii’nin gittiği camiiye bomba atıyorum; ya da Sünni’nin yaşadığı mahalleyi kalaşnikovla tarıyorum.

Eh n’apim, ister alıklıktan, ister saflıktan, isterseniz de "dürüstlük"ten (!) deyin, en az bir beş yüzyıldır o körolası "öteki"nin mandepsisine gelip, fena halde faka basıyorum.

* * *

HAYIR, böyle bir şey yok !

Komplo bile değil, "ácizlik teorisi" olan bu hezeyanlar birer aldatmacadır. Yalandır.

Zaten bunu iddia etmek de Müslümanlığa ve Müslüman uygarlığa en büyük hakarettir.

Çünkü, "İslam savaşları"na değinen ilk yazıda belirttiğim gibi, "sorumlu"yu hep "öteki"nde keşfedip "suç"u ona atmak dürtüsü, aynı "öteki" önünde duyulan korkunun; dolayısıyla da, aynı korkudan kaynaklanan nefretin içgüdüsel tezahürünü oluşturuyor.

Ve de "gerçek" karşısındaki o ácizliği yansıtıyor ki, bunu cumartesiye bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku

İslam savaşları (II)

20 Aralık 2006
ERNEST Renan ulusdevlet ve radikal laisizm kavramlarının en büyük teorisyenidir. Ben bunların ikisinden de pek hazetmem ama yine de, 19’uncu yüzyıl Fransız düşünürünün şu olağanüstü sözünü kendim için hanidir ve hanidir bir "varoluş ilkesi" benimsiyorum.

"Her şey mümkündür..." ve buradaki nokta noktalardan sonra da, "Tanrı bile!"

* * *

EVET
evet "Tanrı bile mümkümdür"! Zira "bilimselcilik", "aydınlanmacılık", "pozitivizm", bunların hiçbiri Allah’ın "yokluk"unu ispatlayamadılar. İspatlamayamazlar.

Tam tersine, özellikle astronomi, matematik, fizik gibi mantıkçılık sınırını en fazla zorlayan uğraşlarla ne kadar çok içli dışlı olursanız, iláhi varlık arayışına o denli yaklaşırsınız.

O fiziğin nihayette "rasyo ötesi" bir metafiziğe götürdüğünü kendiniz saptarsınız.

Zaten, "İzafiyet Teorisi"yle 20’nci yüzyılı dönüştüren Albert Einstein bile "Kuantum Mekaniği"ni eleştirirken, "Tanrı tesadüflere zar atmaz" demek ihtiyacını hissetmedi mi?

Dolayısıyla, genel inkárcı "ateizm"in aksine, Allah’ın varlığını "a priori" önyargıyla reddetmeyen, fakat zaman içinde ve sosyal çerçevede oluşmuş din mitolojilerine "şüpheci mesafeyle" bakan yaklaşıma "agnostisizm"; bunu benimseyenlere de "agnostik" deniliyor.

Ve, ben de bir "agnostik"im!

* * *

ANCAAK, evet "agnostik"im ama sapına kadar da Müslümanım!

Bunu benden almaya ve ayırmaya yeltenecek olanın ise alnını karışlarım.

Çünkü, bazı ritüellere riayet etmenin çok daha ötesinde, "metafizik iman sistematiği" olarak İslam’ı kucaklıyorum. Dolayısıyla da, tabii ki hilálli inanç kültürüne ait bulunuyorum.

Din mitolojilerine "şüpheci mesafe"yle bakmak bu aidiyeti reddetmek değildir.

"Agnostik", háttá "ateist" birisi, kendisine hangi dinden olduğu sorusu sorulduğunda iftiharla ve dobra dobra "Müslümanım" demek yerine láfı geveliyorsa, çekin sifonu gitsin.

Onun "bilimselliği" de, "aydınlanmacılığı" da, "mantıkçılığı" da, "tesadüfe zar atan" bir Tanrı’nın cıva hilebazlığıyla düşeş tutturmasından bir nebze fazla değer taşımaz.

Burada dejeneresansın da ötesinde bir hazımsızlık vardır ki, laikçi taifede göz çıkartır.

* * *

OYSA ben ki, ebenin eline doğduğumda büyükbabam kulağıma ayet-i kerime üfledi.

Oysa ben ki, eğer bilincim yerindeyse son nefesimde de kelime-i şehadet getireceğim.

Oysa ben ki, musalla taşına uzandığımda imam ve cemaat Fatiha okuyacak.

Oysa ben ki, ikisi arasında ibadet ihtiyacı hissettiğimde, kilisede istavroz çıkartmaya, sinagogda kippa giymeye, tapınakta tütsü yakmaya değil, camide secdeye durmaya gidiyorum.

Ve oysa ben ki, "elhamdülillah"ı da ekleyerek dinimi "İslam" diye haykırıyorum.

Dolayısıyla, tabii ki Müslüman iman ve aidiyetle et ve kemik gibi bütünleşiyorum.

Çünkü, evet, "Tanrı bile mümkündür" ve benim Tanrım da "A-l-l-a-h"tır!

Artı, yine tekrarlıyorum, onu benden almaya ve ayırmaya kalkışanın alnını karışlarım.

* * *

OYSA var! Beni İslam’dan ve Allah’tan soyutlamaya kalkışan bedbahtlar ibadullah!

Nitekim, yukarıdaki yarı felsefi, yarı şahsi satırları bunun için yazmak zorunda kadım.

Zira, dün hilálli álemdeki hazin duruma değinen "İslam Savaşları"nın ilk bölümü yayınlandı ya, "kefere; Yahudi; Sabetaist; sen zaten Müslüman değilsin, sakın ha Müslümanları yazma" diye "posta koyan" elektronik postaların bini bir paradan yağdı.

Hayır efendiler, agnostikliğime rağmen ben sapına kadar Müslümanım!

Artı, aidiyetini taşıdığım içindir ki, o din coğrafyasını "sil-ke-le-mek"le yükümlüyüm.

Ve, "İslam Savaşları"nın suçlusu da işte sizlerdeki bu fanatik ve cahil zihniyettir.

Yarın, bu hastalıklı zihniyetin ipliğini dün kaldığım yerden pazara çıkartacağım.
Yazının Devamını Oku

İslam savaşları (I)

19 Aralık 2006
UNUTTUKLARIM olacaktır ama şimdilik aklıma ilk gelenleri sayıyorum.<br><br>İşgale karşı direnişin falan değil, açık açık mezhep savaşının yaşandığı Irak, biiir! Taliban’ı ve El Kaide’siyle Afganistan ikiii!

Şii’si, Sünni’si, Dürzi’si ve Marûni’siyle, Lübnan üüüç

Siyahi Darfur’uyla, Sudan dööört!

Afrika Boynuzu’ndaki Somali beeş!

Daha düne kadar Cezayir, altııı!

Ve nihayet, kervana en son katılan Filistin’le etti mi size yedi!

* * *

TABİİ ki dikkatinizi çekti, bu ülkelerin tümü de İslami - Arabi aidiyet taşıyor.

Hepsinde de, ya kan gövdeyi götürür biçimde, yahut "alt düzeyde" iç savaş yaşanıyor

Veya, yaşanmıştı. Veya, eli kulağındadır.

Zaten yukarıdaki listeye, aslında için için kaynayan ve ancak totaliter ve otoriter rejimlerin tasallûtundan dolayı "sükûnet"te (!) olduğu izlenimini veren toplumları katmadım.

Oysa, "tek bir kıvılcım bütün bozkırı tutuşturabilir" ki, Suriye’den Fas’a ve Özbekistan’dan Suudi Arabistan’a, "potansiyel gebeler"ini unutmamak gerekiyor.

Pekiii ..?

* * *

PEKİSİ şu ki, en az yedi Müslüman ülkede süren veya sürmüş olan iç savaşlar, çok geniş ve çok elastiki anlamıyla "din eksenli" bir mahiyet arz ediyor.

Yani diyelim ki, bunların hepsi tarihteki mezhep çatışmasından Şeriat’taki Kur’án yorumuna uzanan bir söylemde gerçekleşiyor.

Taraflar İslam adını kullanıyor ve hilálli sancağı simge ediniyor.

Oysa, gayet kısmi ve gayet istisnai örnekler hariç, Budist, Konfüçyanist ve Hıristiyan álemler böylesine yoğun ölçekli ve böylesine bol kanlı "iman savaşları" yaşamıyorlar.

Kardeşin kardeşe, daha doğrusu "müminin mümine" bu denli düşman olduğu ve bu denli gırtlağını sıktığı başka bir "din coğrafyası" yok!

O halde, yukarıdaki korkunç tabloyu ve dehşet gerçeği nasıl açıklayacağız?

* * *

BEN şimdilik soruyu yanıtlayacak değilim.

Önce, "el cevaplar" tarafından derhal yumurtlanacak olan formülün hiçbir şey ifade etmediğini; edemeyeceğini ve her halükárda da asla çözüm getirmeyeceğini vurgulayacağım.

Çünkü, ister orasına burasına gül suyu sürünüp apronda deve kurban eden softa; isterse de tam tersine, "din halkın afyonudur" láfını ağzından düşürmeyen laikçi olsun, bu "cahil cüretkárlar"ın; bu "çok bildik" hazretlerin; bu "kompleks travmalılar"ın şıppadak vereceği cevap üç aşağı, beş yukarı şöyle şekilleniyor ve şekillenecektir:

"Efendim, Hıristiyanlığın ’haçlı ruhu’ şimdi de ’siyonist kumpas’la bütünleşiyor.

Dolayısıyla, emperyalizm
’böl yönet taktiği’ne başvurarak ’mazlûm Müslümanları’ birbirine düşürüyor. Böylelikle, hem onları sömürüyor, hem de hakimiyetini koruyor".

Tabii bunu daha bilgiçleştirmek için "oryantalizm" türü atmasyonlar da eklenebilir.

* * *

OYSA, hayır, böyle bir şey yok! Kuyruklu yalan! Uydurma ve hayal mahsûlü!

Bilhassa da, yukarıdaki "cevap" (!) muazzam bir "öteki" korkusunu; dolayısıyla, her korkunun bilinçaltında ürettiği "n-e-f-r-e-t"i yansıtıyor.

İslam coğrafyası "suç"u daima başkasına atarak kendini kandırmaya çalışıyor.

Yarın bu hazin kandırmacayı; bu pejmürde aldatmacayı; bu gariban yanılsamayı hem bedeni otopsi masasına, hem de ruhi psikanaliz kanepesine yatıracağım.
Yazının Devamını Oku

Eveleme develeme

17 Aralık 2006
Efendim, tabii ki başlarının, gözlerinin sadakası olsun ve Allah kabul eylesin de, "uçaklardan kurtuluyoruz" diye pist kenarında boğazlanan şu devenin eti ne oldu? Bugüne kadar mübarek hayvanın ne döş bifteğinden, ne hörgüç kuşbaşısından tatmışlığım var ki, nasıl yenildiğine dair bir fikrim yok.

Şu deve ne mübarek hayvandır! Nitekim, işte bakın, "devesel aktüalite" öylesine dayattı ki, bu pazar da sürdüreceğim New York makalemi bile yarıda kesip, dört ayaklıya değinmek zorunda kalıyorum.

Zaten de tersi düşünülemezdi.

Aksi takdirde, uçaklardan "kurtuluyoruz" (!) diye çöl canlısının kurban edildiği bir ülkede olayı görmezden gelir ve sanki celep pist kenarında bıçak indirmemiş gibi, Atlantik ötesindeki kent hakkında yazmayı sürdürseydim, siz de çok haklı bana Merih’te mi yaşadığımı sorardınız.

Sonra da, başa "yok" mu, "çüş" mü, "höst" mü ünlemini getireceğinizi bilemiyorum ama, her halükárda, sonu deveyle bir biten bir hayret ifadesi savururdunuz.

İşte buna meydan vermemek için de şimdi derhal sadede geliyorum.

Efendim, beni en önce ve en çok meraklandıran konuyu ilkin şu nokta oluşturuyor:

Tıpkı yukarıdaki ünlemler gibi, nasıl olur da "deve" sözcüğüne atıfta bulunan deyim ve ifadeler lisánımızda böylesine yoğun biçimde yer almaktadır?

Eh, hangi birini sayayım ki?

DEVENİN NALI MI? DEVENİN PABUCU MU?

"Devenin nalı" ve "devenin pabucu" diyerek hayvancağızın ayağına ince topuklu iskarpin geçirmeye kalkışan mübalağaları bir kenara bıraksak dahi, aşağıdakilere ne demeli?

Nitekim, hemen hemen imkánsız derecede zor bir şeyi gerçekleştirmeye çalışmak fiilini "Deveye hendek atlatmak" metaforuyla açıklamaz mıyız?

Yine iki zor tercih arasındaki seçimi, "Ya bu deveyi güdersin, ya bu diyardan gidersin" şeklinde dile getirmez miyiz?

Yahut, láfı dolaştırarak baklayı ağzından çıkartmamak yaklaşımını "Eveleme, develeme" diye nitelendirmez miyiz?

Veya, pek dik bir yokuşu "deve bağırtan" benzetmesiyle adlandırmaz mıyız?

Pekii, neden, niçin ve nasıl?

Evet, neden, niçin ve nasıl, çünkü ne devenin, ne de onun daha dayanıklı ve daha süratli cinsine tekabül eden hecinin bizim "tarihi" binek hayvanımız olduğu iddia edilemez.

Kabul, Taklamakan’dan Gobi’ye çok eski "atayurdumuz"da da develerin yaşadığını biliyoruz ama, Oğuz Boyu’nun esas ulaşım hayvanı daima ve daima beygir oluşmuştur.

Nitekim şair bile "Dört nala gelip Uzak Asya’dan / Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan" diyerek genel bir "at kültürü" metaforuna atıfta bulunmaz mı?

Zaten hatırladığım kadarıyla da, Süveyş Kanal Cephesi maceraperestliğini anlattığı "Zeytindağı"nda mecbûren ve doğal olarak kendi bindiği hayvanlardan bahseden Falih Rıfkı Atay hariç, Türk edebiyatında deveyi konu alan öyle aman aman bir ciltler bütünü yoktur.

O halde tekrar soruyorum, nesnel durum böyleyken ve háttá muhtemelen, cüsse benzeştirmesinden ötürü bizzat "deve" kelimesi dahi "dev" sözcüğüyle ilintiliyken, Arabi çöllerin yaratığı nasıl olup da dilimizde bu kadar yer edinebilmiştir?

Bilen varsa, bir zahmet bana anlatsın!

NE OLDU BU DEVENİN ETİNE ACABA?

Öte yandan, beni ikinci derecede meraklandıran konu çok daha maddi, daha doğrusu midevi bir boyut arz ediyor.

Efendim, tabii ki başlarının gözlerinin sadakası olsun ve Allah kabul eylesin de, "uçaklardan kurtuluyoruz" diye pist kenarında boğazlanan şu devenin eti ne oldu?

Eh n’apim, isterseniz ayıplayın, bugüne kadar mübarek hayvanın ne döş bifteğinden, ne hörgüç kuşbaşısından tatmışlığım var ki, nasıl yenildiğine dair bir fikrim yok.

Acaba bunun da mı kavurması pişiriliyor? Bol soğan ve kekik koymak gerekir mi?

Havaalanı teknik personel lokantasının mutfağında ilkin taze olarak mı pişirildi?

Yoksa, dinlensin diye önce bir mühlet buzdolabında bekletilecek, ardından da halis zeytinyağı, Silivri yoğurdu ve taze karabibere yatırıldıktan sonra, yine pist kenarındaki bir mangal pikniğinde "kendin pişir, kendin ye" usulü şiş kebabına mı geçirilecek?

Daha yoksa, olur a belki Arabi bir adettir, et, THY’nin o taraflara uçan tayyarelerinde ve sadece "business class" mevkiindeki ayrıcalıklı yolculara, "halis devedir" diye özel mönü olarak mı servise girecek?

Yahut da, dediğim gibi bildiğim şey değil, hayvanın dokusu kayış gibi olduğundan, sevabı, farzı usulen yerine getirildikten sonra mezbahadaki sucukçulara mı okutulacak?

Çok meraklandığım bu konu hakkında da beni bir aydınlatan çıkarsa, kendisine müteşekkir olacağımı şimdiden ilán ediyorum.

Biliyorum biliyorum, yazının sonuna gelmeme rağmen satırlarda hep "eveleme develeme" yaptım ve ne o çöl deveyle o semá uçağı arasında irtibat kuran inanılmaz ilkellik; ne, söz konusu uçaklardan tümünün pilotaj hatasıyla düştüğü gerçeğini es geçen dehşet kandırmacalık; ne de bütün bunların bileşkesinden oluşan şu sonsuz hazin, şu sonsuz trajik, şu sonsuz gáriban "kadercilik" hakkında tek kelime söyledim.

Kusura bakmayın, bunun açıklamasını aynı kelimeden argotik deyimle vereceğim:

"Çüş deve", söylemeye hacet mi var!
Yazının Devamını Oku