7 Ocak 2007
İçkiyle, bilhassa da viskiyle aşk ilişkimi herhangi bir hidayete ermeden (!) dolayı kopartmadım. Ahlakiyatçılıktan hiç kopartmadım. Bunların ikisi de bana uzak ve yabancıdır. Hani meşhur hikayedir, yolda Bektaşi’ye raslayan molla hiddetle kükremiş:
- Bre zındık, namazda alnının secdeye vardığı vaki midir?
Beriki acele acele ve ’her’ kelimesini bilhassa vurguyarak derhal lafı yapıştırmış:
- Her bayram, her bayram!
Sofu yine üstelemiş: ’Peki, rakı zıkkımlanır mısın?’
Ve baba erenler bu defa sözcükleri uzata uzata ve usul usul pişkin cevabı vermiş:
- Akşamdaaan akşamaa!
Yalanım varsa namerdim, benimkisi böyle değil! Bir tövbe ettim, pir tövbe ettim.
Yılbaşında tam üç sene bitti ki, ne Bektaşi gibi işi pişkinliğe vuruyorum, ne de ’Her akşam viski, rakı ve şarap / İnsan oluyor harap’ şarkısını terennüme niyetleniyorum.
Defteri kapattım.
Hayır, tabii bir kutuptan diğer zıt kutba sıçrayan fanatikler gibi yeşilaycı kesilmedim.
Fakat en kabadayısı kırk yılda bir ve suçlu suçlu dudak değdirdiğim oluyor.
Oysa, yalan söyleyecek değilim, içim gidiyor.
İskoç Denizi’nin tuz ve yosun kokuları yıllanmakta olduğu fıçılar arasından sıvıya sinsin diye mahzen kapıları açık bırakılmış bir viskiyi az buzla bardağa koymak; ráyihasını uzun uzun teneffüs ettikten sonra dil, damak, gırtlak, yemek borusu ve mide, iksirin damarlarda dolaşmaya başladığını hissetmek!
Bundan daha haz verici az şey vardır!
Ama işte, hayatının yabana atılmayacak bir bölümünü bar tezgahında dirsek çürüterek ve varoluş metafiziğinin esrarını kadehin dibinde keşfetmeye çalışarak geçirmiş olan ben, dediğim gibi, artık o defteri kapattım.
Ve eyvah ki eyvah, cennet hurileri ab-ı hayat şurubunu sunana dek de, çok muhtemelen bir daha açmayacağım!
VİSKİYLE İLİŞKİM NEDEN BİTTİ
İçkiyle, bilhassa da viskiyle aşk ilişkimi herhangi bir ’hidayete ermeden’ (!) dolayı kopartmadım. ’Ahlakiyatçılık`tan hiç kopartmadım.
Bunların ikisi de bana uzak ve yabancıdır. Öyle de kalsınlar.
En kötüleri dahil, yaptığım her tercihin sorumluluğunu üstlenecek kadar dürüstüm.
Artı, sanılmasin ki áleni veya gizli bir ’alkol bağımlılığım’ vardı da, ötekilerini ve kendimi rahatsız eden bir tatsızlığa nokta koydum.
Yani, dilin peltekleşmesiyle başlayıp ve grado grado yükselerek saldırganlaşmaya varan o çok bildik, o çok huzursuz ve o çok saygısız ’sarhoşluk durumu`nu kastediyorum.
Meyhane tabiriyle, ’dozu aştığım’ pek, pek ender vaki olmuştur.
Tamam, bünye dayanıklılığından veya başka bir şeyden ötürü o ’doz’ belki bende ortalamanın üzerinde bir ’tahammül noktası`na ulaşıyordu ama, öz değişmez.
Kendimle başbaşayken bile daima sınır koyduğuma ve onu geçmemek konusunda sonsuz hassas davrandığıma göre, mesele yok demektir.
BEDENİ DEĞİL RUHİ HAZ EKSİKLİĞİ
Belki şimdi, ’Madem mesele yoktu ve madem hálá için gidiyor, o halde kendine işkence eden bir mazoşist misin ki haz unsurundan vaz geçtin’ diyeceksiniz.
Hayır, mesele vardı! Mesele çıktı! Mesele patlak verdi!
Son derece sıradan, ama sıradan olduğu ölçüde de ciddiyeti tartışılamayacak gaile peydahlandı.
Bunu çok genel olarak ’orta yaş sorunları’ diye tanımlayabiliriz ki, inkárı ne mümkün, nüfus kağıdının eskiyor olmasından kaynaklanıyorlar.
Yani, kolesterol yükseldi, trigliserit arttı, neden düşmüyor falan derken anlaşıldı ki karaciğer büyümüştür ve de yağlanmıştır.
Bunun kesinkes içkiden kaynaklandığını söyleyen hekim, ’Son vermezsen siroza kadar varabilir’ diyerek gözümü fena halde korkuttu. Artı, diğer yan tesirleri sıraladı.
Dolayısıyla da, o gün bugündür, Bektaşi’nin ’akşamdaaanakşamaa’sını şıp diye kestim.
Hoş, nokta koyduktan sonra da öyle aman aman bir değişme olmadı ama her neyse!
İşte, ister irade deyin; ister ecel korkusuna verin; isterseniz de müptelá olmadığımın somut bir ispatı olarak algılayın, bünyevi açıdan en ufak bir zorluk çekmedim.
Ezelden beri ve her gün rahatça iki kállavi kadeh deviren ben, sanki bütün hayatı boyunca Taşdelen suyundan başka şey içmemiş birisi gibi, ertesi, daha ertesi, daha daha ertesi gün de alkol içeren sıvıya dudak değdirmemek konusunda en ufak bir zorluk çekmedim.
Yok yok, aslında çektim ve çekiyorum.
Ve dediğim gibi, cennet hurileri öteki tarafta ab-ı hayat iksirini sunana dek de çekeceğim.
Fakat bu bedeni değil ruhi bir ’h-a-z’ eksikliğinden kaynaklanıyor ki, aslında sonsuz ciddi ve sonsuz felsefi varoluş sorunlarına uzanan konuyu gelecek pazara bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 6 Ocak 2007
ESKİDEN son derece klasik sayılabilecek şöyle bir "tipleme" vardı:<br><br>"Efendi", birinci yarısını yakınmakla, ikinci yarısını da esnemekle savdığı o bir ekmek, bir hırka mesai bitişi eve döndüğünde, ilk iş, soğanlı kapuska kokan sofada pijama giyerdi. Muslukta yalap şalap el yüz yıkadıktan sonra da, paça altından çizgilerin görünmesine aldırmadan o pijamanın üzerine tekrar pantolon çekerdi.
Ardında da, "hanım"ın "taze şehriye çorbası pişiriyorum, çıkma" uyarılarına kulak vermeden, soluğu mahalle kahvesinede alırdı.
* * *
ALIR ve masaya ilişince de, orada bulduğu veya cebine katladığı gazeteyi açardı.
Sayfalara şöyle bir göz atar atmaz da, etrafta duyulmasını istediği bir sesle, "breh, breh, breh, üstad bugün yine fena döktürmüş" diye buyururdu.
O "üstád", zamanın ceridelerinde kalem oynatan ve bugünkülere taş çıkartacak cinsten polemiklere giren yazarlardan biri olurdu.
* * *
ŞİMDİ, müdavimlerden birisinin "aman şunu okuyuver" demesini beklemektedir.
Ama dedi veya demedi o kadar önemli değil, çünkü "efendi" zaten buna gönüllüdür.
İşte, bazen heceleyerek, bazen de "nidá işareti, ha" diye vurgulayarak kıraata başladı.
Meşreplerine göre, bazıları "aman kalemine sağlık" methiyesi yollamaktadır.
Hem pişti oynayıp, hem de yarım kulak dinleyen diğer bazılarından ise "halt etmiş, deyyus" türü "muarız sesler" yükselmektedir.
Dolayısıyla, patırtı çıkabilir ve "efendi" müşteriler "hanım"ın pişirmekte olduğu şehriye çorbasını unutabileceği gibi, dibi tutmuş soğanlı kapuska yemeyi dahi göze alabilir.
* * *
YUKARIDAKİ klasik "tipoloji" "pasif okuyucu" kitlesi içinde yer alıyordu. Edilgen kimlik taşıyordu ve tepkiselliği kahve mekánı dalaşlarını pek aşamıyordu. Zaten matbaanın icádından beri de, kısmi evrim geçirmesine hep böyle olmuştu.
Oysa bugün bambaşka bir "aktif okuyucu" kitlesiyle karşı karşıya bulunuyoruz.
* * *
O "aktif okuyucu" ki, farklılığı yalnız çizgili pijama yerine moda tişört giyiyor; kıymalı kapuska yerine ketçaplı hamburger yiyor ve mahalle kahvesinden ziyade de eli yüzü düzgün "kafe"ye gidiyor olmasından kaynaklanmıyor. Bambaşka bir dönüşüm yansıtıyor.
Zaten, bilhassa da "internet kafe"ye gidiyor!
Yahut, aynı interneti evindeki, işindeki, ofisindeki bilgisayar aracılığıyla kullanıyor.
Dolayısıyla, "bilişim toplumu"nun sağladığı "ihtilalci" imkánlardan yararlanıyor.
Tepkisi, onayı, küfrü, yorumu, pişti masası etrafındaki müşterilerle sınırlı kalmıyor.
Onları, bizzat gazetedeki, radyodaki, televizyondaki yazara hemen ve anında iletiyor.
* * *
FAZLASI var, "chat" ve "blog" vasıtasıyla bunları herkese ulaştırıyor. Paylaşıyor.
Daha artı, hoşuna gitmeyen veya militanı olduğu bir konu için "zincir" oluştuyor.
"Klasik medya"ya veya onun mensubuna karşı protesto kampanyaları düzenliyor.
Ve nihayet, internette kurduğu "site" aracılığıyla kendisi "medyatikleşiyor".
O halde, "pasif okuyucu"nun yerini almış olan "aktif okuyucu"nun ötesinde, şimdi bir de "anti okuyucu"dan söz etmemiz gerekiyor.
Dolayısıyla, yukarıdaki "klasik medya" açısından da "anti iktidar"lar ortaya çıkıyor
Kahve masasındaki gazetede "muharrir kıraat eden" çizgili pijamalı ve kapuska taamlı okuyucu bunu düşünemezdi, şimdi bizzat o okuyucu "gazeteci" ve "muharrir" oluyor
İyi midir, kötü müdür; aslında hem iyi, hem kötü müdür, başka yazıya bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 4 Ocak 2007
SIRF insan olarak değil bütün bir "canlılık"; bütün bir yaradılış; bütün bir varoluş olarak, asla bilinemez ve asla öngörülemez bir "ihtilalci kaos"a doğru sürükleniyoruz. Çünkü, tá ilk tek hücrelilerin ortaya çıkışından beri en inanılmaz dönüşümü yaşıyoruz.
Ve, bu dönüşüm Darwin’in "evrim teorisi"yle bile uyuşmuyor. Onu da aşıyor.
Yeni, yepyeni bir "devrim teorisi"nin arifesindeyiz. Formülü arayış süreci içindeyiz. Zira, genetik, bio-genetik, DNA, kopyalama, nano-teknoloji falan derken, bugüne dek iláhi; en azından tabii addettiğimiz şeyleri dahi "dünyevileştiriyor" olduk.
Başka bir deyişle, o insan olarak o yaratılışa artık "mü-da-ha-le" ediyoruz.
* * *
BİR; yukarıdaki gelişme "fena mı? Daha iyi, daha çok ve daha kolay yaşayacağız" türü bir "bilimsel ilerlemeci" formülün "aptala malûm" kolaylığına indirgenemez.
İki; "sümme haşa, işte kıyamet álámetleri belirdi" eblehliğine de mahkûm edilemez.
Çünkü bugün, "canlılık tarihi"nde asla sorulmamış bir soruyla karşı karşıyayız:
İnsan o "canlı"yı yaratmak ve değiştirmek gibi bir "müdahil hak"ka sahip midir?
* * *
ASLINDA mümkün değil, ama hadi yine de bütün metafizik kaygıları bir yana itelim ve pek bir "materyalist" olduğumuzu farzederek, olumlu cevap verdiğimizi varsayalım.
Peki de, o takdirde bunun mutlaka getireceği ve zaten daha şimdiden getirdiği felsefi, dini, ahláki, háttá tıbbi sorunları nasıl aşacağız? Ne tür bir düşünce sistemiyle donanacağız?
"Etik" dediğimiz değerler manzumesini hangi rotalara doğru sürükleyeceğiz?
* * *
ÖRNEĞİN, genetik formülü değiştirilmiş mısır tanesini patlatmak konusunda bile huylanırken, kopyalanmış koyun eti tüketimi konusunda nasıl bir davranış içine gireceğiz?
Yakında dayatacak olan "kurbanı mübah mı, değil mi" tartışması bir yana, kasapta satılacak aynı tür koyunun kıymasından ruh ve mide ferahlığıyla köfte yoğurabilecek miyiz?
Ve sonsuz defa daha önemlisi, komşu çift áni bir kazadan ölen oğullarının tıpkısını klonlaştırdığında, "o" olmadan "o" olan yeni çocuğa rasladığımızda neler hissedeceğiz?
Bizzat anne ve baba neler hissediyor olacak?
Bu meçhûl "hissiyatlar karmaşası" insanın varlığını da meçhûl kılmayacak mı?
Veya daha pratiği, o insan ömrünün "tekno-tıbbi" gelişmelere paralel biçimde ve "normalin üstüne" uzatılması, genel demografik kávisi duraklatmaktan "ináyetli devlet"i iflása götürmeye; kuşaklar çelişkini körüklemekten zengin- fakir zıtlaşmasını pekiştirmeye, bütün sosyal ilişkilerde ve hayat tarzlarında muazzam bir depreme yol açmayacak mı?
* * *
BEN "katastrofist" denilen türden bir "feláket tellálı" değilim!
Hele hele, "geleneksel toplum, geleneksel toplum" diye geçmişi fetişleştirerek bilimsel ve teknolojik ilerlemeye beddua okuyan postmodern şarlatanlardan hiç değilim!
Fakat bütün bunlar yukarıdaki çok ciddi ve çok vahim soruları yok farzetmek; başta vurguladığım gibi, hayatın, canlının ve insanın, varoluştan bu yana emsáli asla yaşanmamış muazzam bir "ihtilalci kaos"a doğru sürüklendiği gerçeğini es geçmek anlamına gelmiyor.
Zira "bilmek" ve "iletmek" fiillerinin bütünleştirilmesiyle "bilişim" diye adlandırılan bugünün toplumu aslında müthiş bir "bilgisizlik" ve "iletimşizlik" durumunu da içeriyor.
Hayat süresinin uzatılmasıyla doğacak sonsuz çetrefil şeyleri bilemeden ve bilmek ihtiyacı hissetmeden, bir "salt bilgi" olarak bu uzatmanın biyo-tıbbi yöntemlerine ulaşıyoruz.
Saddam’ın internetteki "infaz pornografisi"yla doğan "iletişimsizlik" çöküntüsünü öngöremeden, o iletişimin "salt teknik" boyutunu keşfetmiş ve sıradanlaştırmış oluyoruz.
Amenná da, ya "fıtrat" dediğimiz bütün yaratılış ve bütün varoluş yumağıyla insan?
Yazının Devamını Oku 3 Ocak 2007
ÇİFTE standartım yok ve olamaz. Hele hele, insan hayatı konusunda asla olamaz. Yani demek istiyorum ki, ben ölüm cezasını ilke olarak reddediyorum.
Kim için ve hangi gerekçeyle olursa olsun, böyle bir "yöntem"e (!) baştan karşıyım.
Dolayısıyla, velev ki o cezaya çarptırılan şahıs Saddam Hüseyin gibi gerçekten nefret ettiğim ve ellerinden kan aktığı zerre şüphe götürmeyen bir cáni olsun, onun dahi asılmasını "hoşgörmem" söz konusu değildir!
Fakat, Irak diktörünün infazına paralel olarak, belki ondan da korkunç bir şey yaşadık.
"Saddam pornografisi"ni kastediyorum!
***
EVET evet, en iğrenç ve en dehşet cins bir pornografiye boğulduk. Battık. Çürüdük.
Burada kastettiğim şeyi ise cep telefonuyla kayda alınan ve sonra internet aracılığıyla tüm dünyaya "sunulan" (!) o rezil, o pespaye, o námahrem "infaz videosu" oluşturuyor.
İşte, kameraman "bilişim teknolojisi"dir ve seyirci "bilişim toplumu"dur!
Ve hiç şüphesiz de, bunun tanımı adıyla ve sayıyla "por-no-g-ra-fi"dir!
***
ÖYLEDİR, çünkü, ilkin cinsellikle irtibatlandırılmış olsa dahi, Yunani kökenli sözcük baldır bacak oyunlarını teşhir etmek fiilinin ötesinde bir anlam taşır.
Kelime genel olarak, "gösterilmemesi gerekeni göstermek" eylemini tanımlar.
Şüphesiz, o "gösterilmemesi gereken şey" zamanda ve mekánda görecelik kazanır.
Fakat yine de bir "ana çizgi"; bir "esas hat"; bir "temel dürtü" mevcuttur.
Sınırı, uygarlıkların "genel ahlák" ve toplumların "insani etik" değerleri belirler.
Bunun ötesi bir "te-cá-vüz"dür ve de zaten "pornografi" esas itibariyle, "sınırı aşmak tecávüzü"üne tekabül eder.
O halde şimdi size şunu soruyorum:
***
EN bitirim seks sanayii tarafından üretilen en edepsiz baldır bacak görüntüleri dahi, Saddam’ın infazını hayasızca teşhir eden imajların ve seslerin yanında sübyan bir çocuk; iffetli bir bakire; yeminli bir rahibe kadar masûm kalmıyorlar mı?
"Anti-spam" kontrolü, ebeveyn denetimi, şifre numarası falan, internette bile asgari bir "gösterilmemesi gereken şey" tedbirleriyle donatılmış olan o porno siteler, her kime yönelik olursa olsun, öldürmek filini "tıkla bak" (!) yöntemiyle "sıradan" kılan o rezil videonun yanında bir "edep abidesi" olarak sivrilmiyorlar mı?
"Genel ahlák"a ve "insani etik"e bundan daha dehşet bir tecávüz düşünülebilir mi?
İnternetten başka, o insanın doğasında mevcut "pornografik zaaf"ın böylesine ayağa düşürüldüğü; böylesine ucuza satıldığı; böylesine şehvetle kışkırtıldığı bir forum olabilir mi?
Artı, Müslümanlık dışında, vahşeti bu denli teşhir eden diğer bir din kültürü var mı?
***
KAÇ gündür "İslam savaşları"nı işlerken kıyısından köşesinden değindiğim için, ikinci sorunun üzerinde çok uzun boylu durmayacağım.
Ancak, "bilişim tekonolojisinin nimetleri"nden yararlanarak ve ağzından salyalar akıtarak kamera önünde rehine kellesi kesen Zarvaki fasilesini ve El Kaide taifesini hatırlayarak, cevabı kendi kendinize verin.
Üstelik, infaz videosundaki diyalogların şüpheye yer bırakmadığı gibi, görüntülemenin Şii-Sünni eksenli Müslüman iç savaşında bir "intikam belgesi" oluşturduğunu unutmayın.
En önemli birinci soruyu, yani şimdi de "Saddam pornografisi"yle "genel ahlák"ımıza ve "insan etik"imize hayasızca tecávüz eden o çok geniş ve çok çetrefil "bilişim toplumu" konusunu ise yarına bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 2 Ocak 2007
GEÇMİŞİ bilmezsek şimdiyi açıklayamayız. Hele hele, bütün bir Müslüman Álem olarak hanidir yaşamakta olduğumuz "İslam savaşları" hiç açıklayamayız. Zira, hiç şüphe yok ki bu savaşların kökenini "dün"de aramak gerekiyor.
Yalnız dikkat, "dün" diyorum ve "önceki gün" diye "en eski"ye uzanmıyorum.
***
ÖYLE, çünkü İseviliğin aksine İslam "akılcılıkla" daha en başta haşır neşir oldu.
Rasyonalizmi, dolayısıyla da kısmi bir sekülerleşmeyi öncü biçimde benimsedi.
Nitekim, daha 8. yüzyılda ortaya çıkan Mûtezile akılcılığından başlayın ve Endülüs uygarlığının sonuna dek direnen álim ve mütefekkiri ekleyin, bu dönem dev bir altın çağdır.
Artı, "káfir" veya "zındık" damgası yemek korkusuyla bugün dahi kolay kolay tartışılmayan konuların aynı dönemde çok özgür biçimde konuşulduğu da bir vakıadır.
Ve, burada "yeniden doğuş" anlamında bir "rönesans"tan dahi söz edilemez.
Çünkü, "önceki gün"ün İslam uygarlığı bizzat doğuşla birlikte pırıltı saçar.
***
ANCAK, yukarıdaki "önce gün" pırıltısı "dün" tedricen kararıverdi. Hızla söndü.
O "dün" ki, her ne kadar "aydın" kimliği tartışma götürmese dahi, tüm hayatı boyunca ve üstelik eserlerinde de bariz zikzaklar çizmiş olan İmam Gazali’yle başlar.
Zaten hatırlayalım ki, İçtihád’a "yasak" (!) getiren; dolayısıyla, aslında "akılcılık arayış"ını prangaya vuran 11. Yüzyıl mütefekkirinin tüm İslam Álemini belirleyecek olan iki temel yapıtı "Filozofların Maksadı" ve "Filozofların Tutarsızlığı" başlıklarını taşır.
Yani, daha isimlerinden anlaşılacağı gibi bunlar birer "anti - felsefe" manifestodur.
Oysa, o felsefe Kádim Yunan aracılığıyla haniyse doğuşta İslam’ın içine girmiştir.
***
TABİİ, "hakikat"i aramak yöntemlerinden birisini; üstelik en hayati yöntemlerinden birisini oluşturan felsefeye "dur" dediğiniz an, kaçınılmaz olarak artık siz de durursunuz.
Hem bütün bir zihin sistematiğini ve metodolojisini aforoz etmiş olursunuz; hem "eleştirel akıl"a giden veya gidebilecek olan yolları tıkarsınız; hem de değişmez ve mutlak bir "hakikat"in mevcut bulunduğuna dair kesin hüküm getirirsiniz.
"Değişmezlik" ve "mutlaklık"!
İşte, "önceki gün"kü pırıltıyı "dün" karartmış bir Gazali’yle başlayan ve "bugün"e dek süregelen "İslam savaşları"nın kökeni de bu iki kelimede odaklanıyor!
***
EVET bunlarda odaklanıyor, zira İslam diğer tüm dinlerden çok daha vahim biçimde bir modernite sorunu yaşıyorsa, nedenini "değişmezlik" ve "mutlaklık" direnci oluşturuyor.
Oysa, "önceki gün"ün pırıltısını zaten yukarıda belirttim, her iki direncin de "imáni dogma"dan; yani bizátihi dinin "öz"ünden kaynaklandığı iddiaları doğru değildir ve olamaz.
O Müslümanlık ki Mûtezile mekteplerinden İbn Rüşd dáhisine sayısız "premodern akılcı" yaratmakta öncü işlev görmüştür, "modern akılcılık"la neden bağdaşmayacaktır?
Dolayısıyla, söz konusu sorun "öz"den değil "biçim"den; Allah’tan değil "kûl"dan; o kûlun Gazali’den beri o Allah’ı yorumlarken dayattığı kendi "hakikat"inden kaynaklanıyor.
İranlı düşünür Surûş’un deyişiyle, "dinle din tefsiri arasında ayırım yapmayan ve bu ikincinin zaman ve mekándaki değişimini reddeden" bir mutlakçılıkta hayat buluyor.
Felsefesi şüphecilikle köprüleri atmış olan bugünün hákim Müslümanlığı "hakikat"e illá vakıf olduğunu sanıyor; ama karşılaştığı nesnel gerçek o "hakikat"le uyuşmadığı için de "öteki"ne nefret geliştirerek ve komplo teorisi uydurarak "İslam savaşları"na çıkıyor.
Halbuki İslam’ın yalnız ve yalnız, felsefi plandaki, özgür ortamdaki ve akılcılık süzgecindeki "farklı hakikat" savaşlarına ihtiyacı var!
Yazının Devamını Oku 31 Aralık 2006
Başındaki palyaço küláhı arkaya doğru kaymış ve eprimiş kaşkol arasından seçilen kravat da hırpani biçimde gevşetilmişti. Yine eprimiş pardösüde tek tük konfeti seçiliyordu. Girdi ki, sarhoştu. Dönmeden, otomobilin içine yayılan alkol kokusundan anladım. Önceden fark etmiş olsaydım, almazdım. Sağ arka kilide basar ve başkasını beklerdim.
Uzakta havai fişekler ve yakında çatapatlar patlayalı; sokakta kalabalıklar öpüşeli koklaşalı; kızlar erkekler ve madamlar mösyöler çığlıklar atalı daha birkaç dakika geçmişti.
Benim de yeni yılın ilk anlarından itibaren ayyaşlarla uğraşmak gibi bir niyetim yoktu.
Sonra, yine geriye dönmeden ve sırf dikiz aynasından göz attım.
Başındaki palyaço küláhı arkaya doğru kaymış ve eprimiş kaşkol arasından seçilen kravat da hırpani biçimde gevşetilmişti. Yine eprimiş pardösüde tek tük konfeti seçiliyordu.
Belki atmış, belki atmış beş yaşlarında vardı. Beyaz saçları ise iyicene dökülmüştü.
Bu defa başımı çevirdim ve sorgulayıcı biçimde baktım.
Yukarıdaki hırpaniliğe rağmen aslında kerli ferli birisi olduğunu; en azından, "gün görmüş" denilen cinsten kategoriye girdiğini anladım.
Yüzünde ise içkinin etkisine ve kıyafetin çelişkine rağmen derin, sonsuz derin bir hüzün asılıydı. O sıra henüz görmemiş olduğum bir Fellini filmi kahramanını andırıyordu.
"Nereye" diye sordum. Bir müddet hiç cevap gelmedi.
"Mösyö, nereye götürmemi arzularsınız" diye tekrarladım.
*
Aynı anda, ben hálá hareket etmediğim için arkamdaki sıradan çıkamayan ve hemen müşteri doldurmuş olan diğer otomobiller sabırsızlıkla korna çalmaya başladı.
Ben de böyle yapardım. Zira, biz şoför milleti için yılbaşı altın yumurtlayan tavuktur.
Tamam, sarhoşu, ayyaşı, kavgası, kusmuğu türünden vukûat bu gece her zamankinden daha fazla yaşanacak ama, ahali şişenin dibini bulduğu için kendi arabasını kullanmayacak. İster istemez taksiyle yola reván olmak zorunda kalacak.
Dolayısıyla da, sabaha kadar ne çok kadar indi bindi yaparsanız, o kadar çok para kazanırsınız. Papeli çenenize sürter ve "Bereket versin" dersiniz.
Ve bilhassa, cömertlik gösterdikleri takdirde yeni senenin kendilerine de mutluluk getireceğine inandıklarından mıdır nedir, insanlar bu gece sebil niyetine bahşiş saçacak.
Taksimetreye yazılmadığı için de patronun cebine değil, direkt benim keseme girecek.
Ancak, arkamdaki vasıtaların korna sesi şimdi iyiden iyiye yoğunlaştığından, çaresiz, o taksimetreyi çevirdim. Eski dizel olduğu gibi rezistansın ısınmasını bekledim.
Sıradan çıktım, biraz ilerledim ve kaldırımın kenarına yanaşıp tekrar durdum.
Bu defa hırçın bir ses tonuyla, "Mösyö, nereye gideceğinizi söyler misiniz? Yılbaşı siftahını sizinle yapıyorum ve böyle giderse, yeni seneye pek kötü başlayacağım" dedim.
Adam, aniden ve sanki hayret ifade edermişçesine, "Yılbaşı" dedi.
Biraz sustu ve sonra, "Lütfen beni gezdirin" cevabını verdi.
"Lütfen ışıklı, en ışıklı ve en kalabalık yerlerde gezdirin" diye tekrarladı.
Dilinin belki çok hafif peltekleşmesi hariç de ifadesinde bir sarhoşluk belirtisi yoktu.
Ancak, yüzünde sezinlemiş olduğum o çok derin hüzün bu defa ses tonuna yansıyordu.
Artı, gerek hemen samimi olan küçük burjuvaların aksine ikinci çoğul şahısla hitáp etmesinden; gerekse de, şehrin şivesiyle konuşuyor olmasına rağmen vurgulamadaki doğruluktan dolayı, deminki "gün görmüş" teşhisimde yanılmadığımı anladım.
Durdum.
*
Durdum, çünkü taksi istasyonum kentin çok civcivli yerlerinden birisindeydi.
Işıksa ışık ve kalabalıksa kalabalık, işte her ikisi de burada ibadullah!
Zaten o sırada da, kahkahalarını, aşklarını, şampanyalarını ve curcunalarını yüklenmiş sayısız insan, henüz yeni yeni başlamakta olan yılbaşı gecesinin içine dalıyordu.
Geri döndüm ve arka koltuktaki çok hüzünlü "palyaço adam"a dışarıdaki hengámeyi gösterek, "Alay mı ediyorsunuz, bundan daha iyisi can sağlığı" dedim.
Tartışmaya hiç mahal bırakmayacak bir ifadeyle "çıkın, hemen çıkın" diye ekledim.
Hesapladım ki, uzun boylu gezdirdiğim takdirde in-bin yapamam ve dolayısıyla da, taksimetre ne kadar çok yazarsa yazsın, farklı müşteri bahşişlerinin toplamına erişemem. Yılbaşı, benim değil patronun cebine akacak bir ciroyla piç olup gider.
Hüzün yüzlü adam kararlılığım karşısında, ağlamaklı bir sesle "Mösyö lütfen, yılbaşı yalnızlığında dolaşmaya ihtiyacım var" demesine rağmen kapıyı aralayarak dışarı çıktı.
Palyaço küláhını ve konfeti yumağını sağ arka camın ötesinde son defa gördüm.
Ve zaten taksiler şimdi yılbaşı müşterilerine yetişemiyor, o çıktığı an deli dolu ve şen şakrak iki çift ellerinde şampanya şişesiyle "Şuraya çek" diyerek içeri daldı.
Çektim. Oraya da çektim, buraya da çektim.
Bütün gece, madam işte size riyakár bir "nice senelere" ve mösyö, işte size sahtekár bir "Yeni yılınız kutlu olsun", müşterilerin cebinden yağlı bahşiş çektim.
Ve, ya otuz iki, ya otuz üç sene oluyor, her yılbaşı vicdan azabı çekiyorum.
Palyaço küláhlı ve hüzün yüzlü adamı takside dolaştırmayacak kadar maddiyatçı ve insafsız davranmak suçunu ve cürmünü işlediğim için!
Yazının Devamını Oku 30 Aralık 2006
ZATEN aşağı yukarı bekleniyordu, Etiyopya ordusu Somali’yi işgal etti. Daha doğrusu, "İslami Mahkemeler Birliği" adını taşıyan grubun eline geçmiş olan ve sınırlı bir coğrafyanın ötesinde hüküm sürmeyen "müteveffa" başkent Mogadişu’ya girdi
Aslına bakarsanız sırf başkente değil tüm ülkeye de "müteveffa" demek gerekir.
Çünkü diktatör Barre’nin kovulduğu 1990 yılından beri Somali diye bir devlet yok!
Kabile savaşı, etnik katliam, BM müdahelesi derken kuzey kendini Somaliland; tam Afrika Burnu’ndaki kuzey doğu ise Puntland diye vaftiz etti ki, hukuki kimlik taşımıyorlar.
* * *
HER neyse de, "Yeni Şafak" gazetesindeki kışkırtıcılık misyonunu "Batı Müslüman soykırımına hazırlanıyor" diye sürdüren sicilli provokatöre zahir yine gaipten haber gelmiş ki, encámına ağladığı Türkmen despot Niyazov’un aynı Batı tarafından "öldürüldüğünü" (!) yumurtladıktan sonra, özetle aktarıyorum, Somali hakkında da şu "tahlil"i (!) yapıyordu.
Meğersem, işgal tálimatını Etiyopya’ya, onun bölgesel müttefi olan ABD vermişmiş.
Çünkücüğüme, Afrika Boynuzu hem petrol çıkartılan Sudan’ı; hem de deniz enerji yollarını denetlemek açısından "stratejik önem"e (!) sahipmiş.
Artı, Amerikan şirketleri yine petrol sondajı için Beyaz Saray’ı sıkıştırıyorlarmış.
Buyrun bakalım ve de neresinden başlayayım!
* * *
EH işte, Afrika Boynuzu ABD stratejisinde cim karnında nokta kadar değer taşır.
Çünkü bir; Somali’nin o Sudan’la yarım karış sınırı yoktur! Tá 1.500 km ötededir!
İki; ama buna karşılık aynı Sudan, zaten Washington’a müttefik Etiyopya ve dost ilişki sürdürdüğü Kenya ve Uganda’yla çevrilidir. Suudi’den karşıya geçmek ise jet dakikasıdır.
"Ultra süper güç" sağ kulağını sol eliyle gösterecek ölçüde aptal değildir.
Üç; yine hayır, bölge deniz enerji yolları açısından da kıymet-i harbiye taşımaz.
Basra Körfezi’nden batıya giden tankerler Süveyş’ten geçemeyecek kadar devásadır.
Ümit Burnu’na inerken de uyduruk füze menzillerinin çok, çok ötesinde seyrederler.
Dört; Port-Sudan’dan ötürü Aden denetilecekse, kıyı hákimi Somaliland ve Puntland bağımsızdır. Artı, ABD’nin tam bitişikteki Cibuti’de Fransa vasıtasıyla "kolaylık"ları vardır.
Beş; en önemlisi, doğu rotaları en başta, Birleşik Amerika sahaya çok yakın bulunan ve tüm Hint Okyanusu’nu kontrol eden Diego-Garcia Adası’nda dev bir üsle donanmıştır.
Altı; Somali’de petrol metrol nanaydır. Bir gıdım çıkar diye de kimse milyar dökmez.
Ve yedi; madem böylesine "stratejik önem"e sahipti ve o zaman da uydurmuştunuz, 1992’deki BM harekátından bu yana Washington’un elleri neden armut topladı?
* * *
İŞTE, "İslam savaşları"nı işlerken dönüp dolaşıp geldiğim "rasyonel düşünce yoksunluğu" ve onun ürettiği "komplo teorisi mantığı" da tüm bunlarda odaklanıyor.
İnternet cahili bilgi kırıntılarıyla yalan üreten tescilli provokatör "öteki" korkusunu ve nefretini aşılamak açısından gerçek bir "streotip" oluşturuyor ki, zaten onun için örnekledim.
Ve heyhat, düşünün ki, "dini hassasiyetli" kitleye hitáp eden önemli ve ciddi bir gazetenin okurları bir gün önce Türkmen despotun ABD tarafından "öldürüldüğünü" (!); bir gün sonra da Somali’nin Amerikan "işgaline uğradığını" öğreniyorlar. İnsaf!
Oysa, çok doğal olarak hiçbir "ortalama okuyucu" ayrıntıya sahip değildir.
Afrika sınırları, Somaliland ve Puntland sahaları, Diego-Garcia pistleri konusunda jeo-stratejist olamayacağı gibi, "öteki"yle özdeşleşen bir ABD hakkında da önyargı taşımaktadır.
Dolayısıyla, tahrifkár komplo "tahlil"ini (!) gerçekmiş gibi algılar. Yanılgısı pekişir.
En vahimi ise, aynı felsefi yöntemi kendi zihin sistematiğinde de üretmeyi sürdürür.
Zaten "İslam savaşları"nın özü de bu felsefi yöntemde yatıyor ki, salıya bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 28 Aralık 2006
HİÇBİR din çıkış noktası itibariyle "rasyo" anlamda "mantıki" değildir. Olamaz da. Çünkü, her din dogmalar üzerinde yükselir. Buna zorunludur. Dogmasız inanç yoktur. Örneğin, semávi olanlarıyla sınırlanırsak, Yahudilikte "Yahve"; Hıristiyanlıkta "Teslis" ve Müslümanlıkta "Tevhid" kesin kural niteliğini taşırlar. Bunlar tartışılamazlar.
Dolayısıyla da, o dogmalardır ki, dinlerin "rasyo ötesi" metafizik boyutunu yansıtırlar.
Zaten "iman" dediğimiz şey de bu olgunun "a priori" onayına tekabül eder.
* * *
ANCAK, ilk metafizik çıkış noktasında "rasyo ötesi" bir "lá-mantıkilik" vardır ama, dinlerin daha sonra geliştirdiği "sosyal pratik"lerde mantıkçılık devreye girer. Girmiştir.
İbádet ritüeli, hayat tarzı, beşeri ilişkiler, estetik kıstaslar; yani aslında "iláhi dogma"nın "dünyevi yorumu" zamana ve mekána paralel biçimde değişir. En azından, elástikileşir.
Yine örneklersek, Sina’dan 1. Mábet’e ve Kábál’den Hasidizme; háttá reformistlere, Musevilik o "dogma"nın özüne dokunmadan bu tür bir "yorum evrimi" geliştirmiştir.
İsevilikte ise İznik konsilinde Protestan ayrışmaya; daha önemlisi, Katolik Vatikan’ın "aggiornamento" güncelleştirmelerine, din felsefesi ve pratiği "rasyonalize" edilmiştir.
Peki, Kur’án’ın vahiy niteliğinden dolayı böyle bir şey İslam’da mümkün değil midir?
* * *
NE münasebet, tabii ki mümkündür. Ötesi, zaten en baştan itibaren gerçekleştirmiştir.
Kur’án áyetlerinin Hazreti Peygamber’in vefatı ertesinde bir araya getirilmesi "iláhi" midir; yoksa gayet "d-ü-n-y-e-v-i" midir ? Bittábii, tamamen ikincisidir!
Artı, Mukaddes Kitap sûrelerinin tebliği kronolojisi yerine son derece ilgisiz ve son derece áfáki bir sıralama izlemesi de aynı "dünyevilik"in çok somut bir ispatını sunmaktadır.
Ancak ne var ki, buradaki "mantıkçılık" (!) sistematikten, yani özünde matematikten yoksun bir göçebe toplumun kendine özgü "rasyonalite"sinden öteye gitmez.
* * *
DİĞER taraftan, Resûlullah’ın ölümünden çok sonra "mutlaklaştırılan" (!) hádis-i şeriflerin ve sünnetin ortaya çıkışını da adamakıllı ve önyargısız biçimde "deşmek" gerekir.
Ciddi bir bölümün iktidar odaklarına göre ve onlar tarafından "yontulduğu" kesindir.
Zaten, sahibine ve sahtesine ilişkin tefsir tartışmaları bugün bile sürmektedir.
Bunun adı "dünyevileştirme"; dolayısıyla da, şu veya bu hedefe yönelik pragmatik bir "rasyonalleştirme" değil de nedir?
Bu açıdan bakıldığında da, başta Muaviye, yeni dini geniş coğrafyaya yayan Emeviler İslam’daki ilk "mantıkileştirme"nin; yani özünde ilk "sekülerleştirme"nin öncüleridir.
Uzaktan uzağa bir benzetme yaparsak, Şam merkezli Kureyş hanedanı, emperyal Roma’nın Hıristiyanlaştıktan sonra gerçekleştirdiği işlevi görmüştür ve aynı rotayı izlemiştir.
* * *
O halde, Musevilikten ve İsevilikten farklı olarak, vahiy bir tebliğden ötürü Müslüman "sosyal pratik"in "mantıkileştirilemeyeceği" tezi ne iláhi, ne de tarihi olguyla bağdaşıyor.
Ve, böyle bir iddiada ısrar etmek metafizik boyuttaki bir "dini dogma" değildir!
Tam tersine, sadece "fizik"; yani son derece maddi bir "dünyevi t-a-b-u"dur!
Nitekim, iç bünyedeki "İslam savaşları" dahil, Kûr-an’ı iman toplumlarının hanidir yaşadığı ve bugün zirveye ulaşan travmatik "yabancılaşma" da buradan kaynaklanıyor.
Dinin tefsir varyantlarından birisini oluşturan "dünyevi tabu" sanki "iman dogması"ymış gibi tahákküm kurduğu içindir ki, o dinin uygarlığı rasyonaliteye hálá uzak düşüyor.
Dolayısıyla da, "öteki"nden korku ve "öteki"ne nefret ekseniyle bütünleşiyor.
Oysa geçmişte hiç de böyle olmayan "İslam mantıkçılığı"na cumartesi değineceğim.
Yazının Devamını Oku