Hadi Uluengin

Faşizme giriş

18 Ocak 2007
MALÛM, "totalitarizm" kelimesinin siyaset lügatine girişi faşizme uzanır. Ancak ne gariptir ki, yukarıdaki deyimi İtalyan partisi icát etmedi. Tersi gerçekleşti.

Çünkü sözcüğü yoktan yaratan şahsiyet, Roma Parlamentosu’nda o faşizme karşı amansız mücadele vermiş olan liberal milletvekili Giovanni Amendola’dır.

Biraz sonra kara gömlekliler tarafından katledilecek olan parlamenter "totalitarizm" terimini, "Duce"li kurumun sosyal hayata bir bütün olarak el koymasını tanımlamak için daha 1923 Mayıs’ında ve Meclis henüz işlevini sürdürürken, kürsüden dile getirdi.

Fakat kelime bizzat Benito Mussolini’nin öyle hoşuna gitti ki, pragmatik diktatör bunu hemen sahiplenmekte beis görmedi. Hafiften amiyáne tabirle, "üzerine oturdu".

Nitekim, faşist partinin daha sonra üreteceği "her şey devlet içinde, hiçbir şey devlet dışında ve devlete karşı hiçbir şey yok" sloganının kökeni de aynı sözcükten kaynaklanır.

* * *

BURADA kastedilen şeyi, bireyi beşikten mezara "total" biçimde "kucaklamak" (!); yani onu tümüyle hamura bulamak, kalıba dökmek ve rotaya oturtmak iradeciliği oluşturuyor.

"Fetiş" niteliğiyle donandırılmış olan devlet de bunu gerçekleştirecek tek aygıttır.

Zaten yukarıdaki olgudan hareketle, benzer tür "bütüncüllük" geliştirdikleri için komünizm, Nazizm ve onların diğer varyantları genel bir totalitarizm tanımıyla adlandırıldılar.

İşte, bugün kullandığımız terim öz olarak Çizme Yarımadası’ndaki rejime uzanıyor.

* * *

ÖYLE ama, her önümüze gelene "faşist" demekle ve köken oradan kaynaklansa bile totalitarizmi daima ve en önce aynı faşizmle özdeşleştirmekle, aslında büyük hata yapıyoruz.

Bunu söylerken sırf Türkiye’dekini değil bütün dünyadaki siyasi lügati kastediyorum.

Çünkü, belki belki Portekiz "Salarizm"i hariç, bugüne dek yeryüzünde hüküm sürmüş tüm totalitarizmler arasında Benito Mussolini rejimi bunların "en az" totaliter olanıdır.

Bütün "kucaklayıcı" organlara rağmen birey en çok İtalya’da "birey" kalabilmiştir.

Stalin Moskova’sı ve Hitler Berlin’i yanında Duce Roma’sı feráh feza cennet sayılır.

Kan akıtmak bab’ında ise faşizm ötekilerine oranla zemzem suyuyla yıkanmıştır.

Irki ve beşeri cinnette komünizm ve Nazizmle asla kıyaslanamaz. Sonsuz masûm kalır.

Zaten "faşizm" kelimesini böylesine abur cubur biçimde kullanmamızın nedeni de, değme cahil Bulgar komünisti Yorgi Dimitrov tarafından uydurulmuş "tanımlama"nın (!), Komintern propagandası aracılığıyla dünyaya empoze edilmiş olmasından kaynaklanır.

* * *

OYSA faşizm yalnız İtalya’ya aitti. Bu açıdan da bütünüyle "millilik" arzediyordu.

Ancak, burada Çizme Yarımadası’nı zikrettiğim için, "güneyli İtalyanlar zaten Stalin ve Hitler gibi cani olamazdı" gibi bir "Akdeniz dayanışmacılığına" gireceğim sanılmasın.

Cumhuriyetçi ve Frankocu katliamlarıyla İspanyol İç Savaşı bir "anti örnek" olarak ortada, siyasi rejimler ve onların uygulaması illá "sosyal ekoloji"yle açıklanamaz.

O halde diyebiliriz ki faşizm, ulus devlet kimliğini geç edinmiş ve 1. Harp kaosundan travmayla çıkmış bir İtalya’da, özel şartlarda doğmuş devrimci ve modern bir ideolojidir.

Eski toplumu ve değerlerini iradeci biçimde değiştirmek istediği için "devrimci"dir; devlet aparatını "total" kılmasından fütürist estetikleri benimsemesine de, "modern"dir.

* * *

FAKAT, faşist totalitarizmin daha da derin kökeninde, onu komünist totalitarizmle gerçekten buluşturan; gerçekten yoğuran; gerçekten bütünleştiren hayati bir ortak nokta var:

Diğer bütün zahiri benzerlikler bunun yanında çok ikincil ve çok aksesuvar kalıyorlar:

"Proleter millet" kavramını kastediyorum!

Bizim de kolektif bilinçaltımızı belirleyen bu hasta kavramı cumartesiye bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku

Kelle kültürü

17 Ocak 2007
AH Kara Ali’ler, ah Çingene Hüseyin’ler, ah Cellát Hıdır’lar, sizleri alnınızdan öpmek gerekiyor. Hátta, yağlı ilmeği geçirmiş olan ellerinizden öpmek gerekiyor.

Daha háttá, sehpa altındaki tabureye tekme savurmuş ayaklarınızdan öpmek gerekiyor.

* * *

OYSA, ifa ettiğiniz meslekten ötürü sizlere lánet yağdırmakla ne büyük gaflete düştük!

Ne denli günáhınıza girdik ve ne çok hakkınızı yedik!

Dolayısıyla, her infazdan sonra onulmaz acılarda devirdiğiniz rakılar; doyumsuz cinselliklerde gittiğiniz genelevler, tarifsiz hüzünlerde ağladığınız şarkılar helál-i hak olsun!

Çünkü, sizler ki son tahlilde "adalet" denilen mekanizmanın nihai halkasını oluşturuyordunuz, "görev"inizi yerine getirdiniz.

Ve, velev ki o görev "insan öldürmek" olsun, bunu mümkün olabilecek en "in-sa-ni" biçimde gerçekleştirdiniz. "Can"ı en saygılı, en edepli ve en mahrem şekilde aldınız.

Kara Ali’ler, Çingene Hüseyin’ler, Cellát Hıdır’lar, heyhat ki ancak şimdi farkediyorum, aslında bütün o öldürdükleriniz adına sizlere hayat teşekkürü borçluyuz.

* * *

EVET ancak şimdi farkediyorum, çünkü Saddam Hüseyin’in "idam pornografisi"ndeki o hayasız, o rezil, o iğrenç lekeler henüz kurumamıştı ki, işte Irak’ta Barzan İbrahim el Tıkriti ve Avad Hamid el Bender’in de kelleleri düştü.

Üstelik, sırf mecázi anlamda değil, ipin gövdeden koparttığı kelle gerçekten düştü.

Ve inanılmayacak şey, Bağdat hükümeti bunun da "porno videosu"nu gazetecilere gösterdikten sonra, sıkı durun, yukarıdaki durumu "Allah’ın takdiri" (!) olarak açıkladı.

Artı, söz konusu infaz ertesinde, Saddam’ınkinde olduğu gibi, sehpanın etrafında "dans edilmeğini", "iftiharla" ekledi.

* * *

İMDİİ, bütün bunlardan sonra ne diyebilirim? Ne diyebiliriz ve ne denilebilir?

İdam sırasında "kopan" başı "Allah’ın takdiri" diye nitelendiren ve bu defa "dans edilmemesini" de "iftihar vesilesi" sayan bir "kültür" nasıl tanımlanabilir?

Hemen ve tek kelimeyle söyleyeyim:

"Kel-le kül-tü-rü"!

* * *

EVET "kelle kültürü"
ve o kültürde "cellát"lar gibi "kurban"lar; "kurban"lar gibi de "cellát"lar ortaktır. Biri diğeridir ve diğeri biridir!

Çünkü, cellát kurbandır ve de kurban celláttır!

Saddam Şiileri kör testereyle keser, Şiiler de Saddam’ı yalelliyle asar.

Barzan üzüm yiyerek işkence seyreder, maktûl de Barzan’ın başını gövdeden ayırır.

Burada her hangi mezhep ayırımı yapmak ise yalancılığın ve riyakárlığın daniskasıdır.

Zarkavi ve fasilesi Sünnilik adına kamera önünde insan gırtlaklamamakta mıdır?

El Kaide, Taliban, İslami Cihad yine aynı mezhep adına kan akıtmamakta mıdır?

Ve bütün bu vahşet, sokak ortasında kurban kesmekten işkembeci vitrininde koç başı çevirmeye uzanan ve şiddeti tedricen sıradanlaştıran "kelle kültürü"nün ayrılmaz parçasıdır.

Daha ötesinde ve daha derininde ne kültürün olduğu yorumunu ise size bırakıyorum.

* * *

O yorumunuz ne olursa olsun, bugün yine de Kara Ali’lere, Çingene Hüseyin’lere, Cellát Hıdır’la şükrán borçluyuz.

Zira eğer bugün bizler "kelle kültürü" pornografisinden belki bir nebze tiksiniyorsak, bunu onların her infaz sonrası içtiği rakılara, gittiği kerhanelere, ağladığı şarkılara medyûnuz.
Yazının Devamını Oku

Irak gerçeği ve hayali

16 Ocak 2007
TAM dört yıl önce, yani 25 Ocak 2003 günü bu sütunda yayınlanmış olan ve Bush’un Irak seferberliğini irdeleyen yazım "ABD Savaşı Kaybetti" başlığını taşıyordu. Hatırlatayım ki, o tarihte henüz tek mermi sıkılmamıştı ve Körfez’e yığınak sürüyordu.

Háttá, olmayacak duaya amin diyenler hálá arbedenin patlamayacağına inanıyordu.

Oysa ben hep, ok yaydan çıktığı için muharebenin kaçınılmaz olduğunu kaydettim.

Ve, harekátın başlamasıyla birlikte Saddam’ın hızla pes edeceğini; fakat taktik plandaki bu "Pirus zaferi"ne rağmen ABD’nin stratejik savaşı kaybedeceğini vurguladım.

Artı, Washington’daki "yeni muhafazakár" ideologların hayal gördüğünü ve Irak’ta kurulacak bir "iradeci demokrasi"nin diğer bölge ülkelerine ihraç edilemeyeceğini ekledim.

Tersine, hem aynı ülkenin iç çatışmaya sürükleneceğine; hem de George W. Bush’un maceraperestliğinden ötürü yeryüzündeki Batı ve Amerikan aleyhtarlığının yükseleceğine; dolayısıyla, "medeniyetler çelişkisi"nin pekişeceğine dair öngörüler sıraladım.

*Ê*Ê*

AMA yukarıdaki nesnel varsayıma rağmen reelpolitik yaklaşımı da elden bırakmadım.

Başka bir deyişle, arbedeye fiilen katılmamak ve bizzat asker göndermemek kaydıyla Türkiye’nin ABD’ye "kolaylık" sağlamasını; yani "tezkere"nin onaylanmasını savundum.

Aksi takdirde, bundan böyle Ankara’nın bölgede "müdahil unsur" olamayacağını ve "fırsat kaçtıktan" (!) sonra ısrar etmenin de artık fayda sağlayamayacağını belirttim.

Halep oradaysa arşiv buradadır, hem en başta zikrettiğim tarihteki yazı; hem de onun biraz öncelerindeki ve biraz sonralarındaki diğer tahliller internet vasıtasıyla denetlenebilir.

Peki, az gittik uz gittik ve dere tepe düz gittik de, bugün neredeyiz?

Tabii ki gaipten haber veren müneccimbaşı değilim ama, hayalciliğe yer bırakmayan "inatçı gerçekler" dayattı ve milimetrik olarak, işte tam oradayız.

* * *

EVET oradayız ve başarısızlığını itiraf etmesi bir yana, Bush’un Irak’a 20 bin takviye asker göndermek yönündeki son kararı da aslında bir zevahiri kurtarmak girişimi oluşturuyor.

Bu, askerlikteki "sıçramak için çekilmek" taktiğinin zıt kardeşi olan "çekilmek için sıçramak" manevrasının tá kendisidir. Stratejik bir ricát harekátının ön sinyalidir.

Nitekim, Nixon yönetimi tarafından da Vietnam Savaşı sırasında uygulanmıştı.

Ancak bugün, eninde sonunda mukadder olduğunu bilsek dahi, söz konusu ricádın tam olarak ne zaman, nasıl ve hangi şartlarda gerçekleşeceğini öyle kolay kolay öngöremeyiz.

Yani, "inatçı gerçekler"den dolayı ABD’nin Irak mecerasından yenik çıkacağını dört yıl önceden kestirmek mümkündü ama, yine aynı "inatçı gerçekler"den ötürü, söz konusu yenilginin, háttá "hezimet"in, ne şekilde "hazmedileceğini" şimdiden saptayamayız.

Zaten kim ki saptadığını söylüyor, işte bir tek o "müneccimbaşı" (!) sıfatını hak eder.

* * *

ÖYLE, çünkü ister şimdiki, isterse de belálı mirası devralacak sonraki yönetim olsun, ABD bizzat yarattığı ve tüm sorumluluğunu taşıdığı kaosu "arka kapıdan" terk edemez.

Kendisi ve bölgesel "netámesi"yle Irak ne bir Somali, háttá ne de bir Vietnam’dır!

Ultra Süper Güç, "eh n’apim, bir halt işledim kusura bakmayın ama işte benden bu kadarı" diyerek oradan acilen "arazi olamaz". Böyle bir lüksü yoktur.

Geçtim "prestij"inin (!) daha da ayağa düşecek olmasını, bırakacağı hengáme ve onun kaçılmaz tırmanışı bizzat Amerikan çıkarlarını şimdikinden sonsuz defa fazlasıyla tehdit eder.

Dolayısıyla da, ABD’nin Irak’tan apar topar çekileceğini düşünmek, dört yıl önce o ABD’nin savaşı "kazanabileceğini" düşünmek kadar hayalciliktir. Gerçekle hiç ilgisi yoktur.

Tıpkı, reelpolitik davranmayarak yine dört yıl önce "tezkere"yi reddeden Türkiye’nin şimdi, gelişmelerden istifade, tekrar "müdahil taraf" olabileceğini sanması kadar hayalcidir!
Yazının Devamını Oku

Haz ve Havva

14 Ocak 2007
Daha beşikten itibaren her "haz"ı, daima "azap"a, daima "gazap"a ve daima "zarar"a dönüştürecek hangi suçu işledik? Yok yok, işte ayan beyan ortada, biz hiçbir suçtan sorumlu değiliz! Öde Allah öde, o ilk günahı işlemekle daha ilk başta anamızı belleyen Havva Anamızın ceremesini ödüyoruz.

Tövbe tövbe, bazen tepem öyle atıyor ki, hani Hıristiyanlığa geçesim geliyor.

Git, şu "misyon" denilen yerlerden birisinin kapısını çal; peder-oğul-Ruh-ul Kûds, tehlis-ül beyán eyle; baş ve işaret parmaklarınla iki burun deliğini kapatıp vaftiz suyuna dal ve de böylelikle, başına gelenleri ve daha gelecek olanları en azından mánen açıklamış olursun!

Neden mi?

Efendim şundan ki, malûmunuz, İsevi din "ilk günah" inancı üzerinde yükselir.

Hatırlayacaksınız, yasak meyveyi ısırmakla kalmayan Havva Anamız bir de Adem Babamızı baştan çıkarmıştır ki, bundan dolayı insanoğlu cennetten alelacele sepetlenmiştir.

İşte İncil’e göre de, bizler şu fani dünyada o gün bugündür gazabın bedelini ödüyoruz.

Ne ne váhim bir suçmuş, ne bitmez bir cezaymış, ne uzun bir cefaymış ki, annemizin rahminden çıkıp mezarımızın tabutuna uzanana dek, bütün bir hayat boyu çile dolduruyoruz.

Hayır hayır, tabii ki sonsuz saygı duyduğum Hıristiyanlığı iğnelemek gibi bir niyetim yok ve yukarıdaki girizgáhı látife kabilinden yaptım.

Çünkü, bu metafizik denklem dün olduğu gibi bugün de hayatımızı belirliyor.

Beşikten mezara kadar "haz-azap" çelişkisiyle yaşıyoruz ve de öyle ölüyoruz.

Nitekim, daldan dala atlamak gibi olacak ama ilkin oğlumdan bir örnek vereceğim.

İYİ OLAN HER ŞEY KÖTÜ MÜ?

Ortanca oğlum henüz bacak kadardı ve annesi hafta sonu için bana getirmişti.

Geçmiş gün hatırlamıyorum, ya eve erzak düzmeyi unuttuğumdan, ya da kolayıma geldiğimden, dışarıda yemek yemeye götürdüm.

O hamburgerciye gidelim dedi, ben "Boş ver, sağlıklı bir şey olsun" cevabını verdim.

Bu defa mayonezli patates kızartması, sonra da kremalı dondurma istedi.

"Yapma yahu, seni böyle abur cuburla beslediğimi duysa annen beni kazığa oturtur" diye yine geçiştirmeye çalıştım.

Sen misin bunu söyleyen, minnacık kerata bana dönüp ve son derece ciddi bir ifadeyle, "Baba, iyi olan her şey neden kötü" demez mi?

Buyrun bakalım ve şimdi nasıl bir açıklama getireceksiniz?

Evet nasıl açıklayacaksınız, zira onun "iyi" ve "kötü" kelimeleriyle dile getirdiği ve özünde "haz-azap" çelişkisine tekabül eden çok derin soru aynı kalıyor.

Her halde, "A benim oğlucuğum, işte boynumuzun borcu, cennetten elma yürüterek ’ilk günah’ı işleyen Havva Anamızın cezasını ödüyoruz ki, senin o ’iyi’ hamburgerin ve benim o ’iyi’ viskim ilelebet ’kötü’ kalacak" diyecek değilim. Anlamaz.

Kaldı ki, anlayacak olsa dahi gerçek cevap bu mu ki?

İnanmıyorum. İnanmak da istemiyorum.

"Haz veren" şeylerin niçin "azap ve zarar verdiği"ni, dolayısıyla da neden böylesine muazzam bir ikilemin doğduğunu ben de bilmiyorum.

Ama harika sorusuyla sıhhate en mugayir abur cuburu hak etmişti, mayonezli patates kızartmasını da, şekerli kola sodasını da, kremalı şoko dondurmasını da önüne koydum.

HAVVA ANAMIZIN CEREMESİ

Ey okuyucu, şimdi oğlumun sorusunu biraz değiştirerek sana soruyorum: En masumundan başlarsam, diyelim ki mutlaka yağsız ve mutlaka az pişmiş, hatta çiğ veya haşlama olması kaydıyla, tatsız tuzsuz ve taamsız lezzetsiz bilûmum sebze, zerzevat, ot fasilesi kolesterole, lipide, şuna, buna gayet bir olumlu etki yapıyor ve istatistik olarak insan ömrünü uzatıyor da; buna karşılık niçin, örneğin, şöyle kemiği sıyrıla sıyrıla kemirilecek ızgara pirzola; şöyle kıyma harcı kallavi doldurulacak puf böreği; şöyle bol soğanı, bol baharatı, bol pirinci okkalı kavrulacak patlıcan dolması, tam tersine, o kolesterolü, o lipidi, o şekeri arttırarak, yine istatistik olarak, insanı hızla teneşire yaklaştırıyor?

Neden ete tat veren kömür ateşi kansere; neden böreği kızartan yağ enfarktüse; neden dolmayı şenlendiren harç da diyabete çanak tutuyor?

Dediğim gibi, en masum midevi hazlar bile niçin insana azap kapısı açıyor?

Tabii listeyi sonsuz ölçüde genişletebilir ve bende karaciğer büyümesine yol açtığı için üç senedir bırakmak zorunda kaldığım viskiden başlayarak rakısına, şarabına, votkasına; hatta, esrarına, kokainine, eroinine kadar, bu defa "keyif-gazap" çelişkisine uzanabiliriz.

Artı, AIDS’si, herpesi, frengisi falan diyerek, bunlara mutlaka ve mutlaka cinsel hazların gailelerini de eklemek zorundayız.

Peki de, çünkü nedir bu çektiğimiz? Nedir bu eziyetimiz?

Geldik gidiyoruz, şen olasın Halep şehri ama yok oğlu patates kızartması yemesin; yok babası viski yudumu içmesin; yok ağabeyi şuna alışmasın; yok kardeşi buna bulaşmasın, eee?

Daha beşikten itibaren her "haz"ı, daima "azap"a, daima "gazap"a ve daima "zarar"a dönüştürecek hangi suçu işledik?

Yok yok, işte ayan beyan ortada, biz hiçbir suçtan sorumlu değiliz!

Öde Allah öde, o "ilk günah"ı (!) işlemekle daha ilk başta anamızı belleyen Havva Anamızın ceremesini ödüyoruz.
Yazının Devamını Oku

Lozan’ı deldirtmeyeceğiz!

13 Ocak 2007
DİNSİZİN hakkından imansız gelir, yukarıdaki sloganı işte ben sahipleniyorum.<br><br>Eh, madem ki "ulusalcı" demagoglar belden aşağı vurmaya yeltenirken Cumhuriyet’imizi uluslararası planda resmileştiren antlaşma üzerinden tatava üretiyorlar; o halde ben de, tabii ki onlar gibi mugalátá ve sahtekárlığa tenezzül etmeksizin, o şiarı onlara bırakmıyorum. Tıpkı, söz konusu Cumhuriyeti asla "cumhuriyetçi" yaftalı bezirgánlara ve büyük Mustafa Kemal’i asla "Kemalist" etiketli şarlatanlara hibe etmediğim ve etmeyeceğim gibi!

Demagogların ağzına biber sürerek işte haykırıyorum: "Lozan’ı deldirtmeyeceğiz."

* * *

ŞUNDAN
haykırıyorum ki, hafta içinde okuduğunuz için şimdi ayrıntıya girmiyorum, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi "Azınlık Vakıfları" konusunda Ankara’yı mahkûm etti.

Tazminat ödeyeceğiz ve karar "emsál" oluşturduğundan da, hálá Sezer vetolu yasa değişmediği takdirde, Strasbourg’da açılmış diğer davalar patır patır aleyhte sonuçlanacak.

Mülki hukuksuzluk göz çıkarttığı için AİHM buradaki gerekçeyi Lozan’a bağlamadı.

Ama "ulusalcı"ların gönlü ferah olsun, zira 1974’e dek süren uygulamayı onaylayarak ve Türkiye’yi mahkûm ederek, tam tersine, aslında dolaylı yönden o Lozan’ı sahiplendi.

Çünkü, Bursa’daki sağır sultan bile biliyor ki, eğer Antlaşma 1923’ten beri defalarca ve defalarca "delindiyse", bunu kevgire çevirmiş olan yegáne taraf Türkiye’dir!

Gayr-i müslim azınlıklara yönelik tecavüzlerden ilk aklıma gelenleri sayayım mı?

* * *

BÖLGEYİ terketmeleri için 1933’te Trakya Yahudilerine karşı pogrom düzenlendi.

1942 Mayısında Anadolu Ajansı’nda çalışan Museviler bu kurumdan acilen kovuldu.

Yine 1942’de, dönmeler dahil İslam kökenli olmayanlara "Varlık Vergisi" uygulandı. Mülkleri ellerinden alındı ve ödeyemeyenler Aşkale’de kürek cezasına çarptırıldı.

1956’da Rumlara karşı dehşet bir pogrom gerçekleştirildi. Helenler hızla göç etti.

1964’teki gizli kararnameyle yine Rum mallarının mülkiyet değişim hakkı yasaklandı.

Heybeliada Ruhban Okulu "kitabına uydurularak" (!) 1971’de kapatıldı

1974’ten itibaren de azınlık vakıflarına çullanmak için yine iş "kitabına uyduruldu".

Tabii, pasaport ve kimlik numaralarındaki "azınlık şifrelemesi"nden, aynı azınlıkların sivil ve askeri memur olmasını yasaklayan "görünmez yasalar"a burada hiç değinmiyorum.

* * *

EE, hadi geçtim o "kapı gibi" Lozan’ı mozanı falan da, en temel, en asgári ve en hayati hak ve özgürlükleri "delen" (!) taraf kim oluyor?

1974 öncesini onaylamakla AİHM neden hem Antlaşma’yı, hem Ankara’nın bu tarihe kadar ona uyduğunu teyit ediyor da, ancak sonrası için "kevgire döndü" hükmünü nasıl veriyor ?

"Lozan’ı deldirtmeyeceğiz" diye çocuk kandırmayalım, burnumuz daha da uzuyor.

* * *

AMA doğru, çok milletli ve çok dinli bir imparatorluktan ulus devlete kolay geçilmez.

Dolayısıyla, özünde Türkiye’nin "etno İslamileşmesi"ne tekabül eden yukarıdaki tablo bir dereceye kadar anlaşılabilir. Günáh çıkartmanın ve yakınmanın pek álemi yoktur.

Ancak, o ulus devleti kuralı ve bunu Lozan’da söke söke tescil ettireli tam 83 yıl bitti!

Rüştümüzü ispat ettik ve akıl çağına girdik.

Üstelik, gayr-i müslim yurtaşların oranı bugün o 83 yıl öncesinin kat be kat altındadır.

Heyhat, artık azınlık bile sayılamazlar. Onları mikroskobik bir virgüle dönüştürdük.

Ve insaf, tüm bunlara rağmen "Sevr paranoyası" hálá kol geziyor. Hálá prim yapıyor

Ekümenik Patrikhane’den, Haliç ayinine; Süryani yurttaşlara kiliseden, azınlık vakıfları mülkiyetine, her defasında "Lozan’ı deldirtmeyeceğiz" demagojisinden medet umuluyor.

Öyle mi efendiler, o halde size artık "Lozan’ı deldirtmeyeceğiz" ve deldiğiniz yeter!
Yazının Devamını Oku

Tatsız lokma

11 Ocak 2007
ŞEKERLİ mamulátla pek aram yoktur. Kırk yılda bir ve láf olsun kábilinden tadarım. Ama buna rağmen, artık pek mi safım, yoksa şuur altında canım mı çekti nedir orasını bilemeyeceğim, gazetelerdeki "Lokmacı krizi" manşetini görünce aklıma hemen tatlı geldi.

Hani şu yağda kızartıldıktan sonra şekerlemeye yatırılan ve vefatın elli ikinci gününde dökülüp konu komşuya dağıtılması ádetten sayılan hamur vardır ya, işte onu kastettim.

Eh olur a, belki Kıbrıs’taki ünlü bir lokmacı dükkánı istimlák edilmek isteniyordu da, ağız tadını bilen Adalıların karşı çıkmasından dolayı bir "sosyal şehircilik" krizi patlak verdi.

* * *

SAFTİRİKLİĞİME kitakse, tabii ki öyle değilmiş! Adamakıllı okuyunca anladım.

Meğersem, "Lokmacı" diye anılan mıntıkada çirkin mi çirkin, gudubet mi gudubet ve kitsch mi kitsch bir yaya üstgeçidi mevcutmuş ki, KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talát Rumlara karşı diplomatik planda elini nispeten güçlendirebilmek için bunu yıkmak istemiş.

Bizim Genelkurmay ise "Hayır, dokunamazsın! Zaten, senin Anayasa’nın filanca geçici maddesine göre ora hakkında karar vermek yetkisi bana aittir" diye karşı çıkmış.

Anlaşıldı anlaşıldı, "Lokmacı krizi"yle tatsız cins bir lokma boğazda kalıyormuş.

* * *

İMDİİ, düşünün ki KKTC’nin kurulduğu ilk andan beri Türkiye Cumhuriyeti tüm stratejisini o KKTC’nin "bağımsız" (!) olduğunu ispatlamak üzerine inşa etmişti ve ediyor.

Malûm, uluslararası meşruiyet sağlayabilmek için dökülmüş dillerin haddi hesabı yoktur.

Oysa gördük, Ankara’daki "cihed-i askeriye", stratejik veya taktik önem taşıyan bir yeri falan değil, dandik bir yaya geçidinin yıkılmasına dahi "hayır" dedi. "Niet" resti çekti.

Artı, bunu "bağımsız" (!) olduğu varsayılan devletin anayasasındaki "geçici madde"yle irtibatlandırdı ki, o maddenin nasıl böyle "elástikileştirildiği" konusuna hiç girmiyorum.

Üstelik bütün bunlar áleni biçimde ve dünya medyasının gözü önünde gerçekleşti.

* * *

NİTEKİM, Kuzey Lefkoşa lideri "kriz"i çözümlemek amacıyla álelácele başkente gelip Genelkurmay Başkanı’yla görüştüğünde, doğru ya da yanlış orası tartışılabilir ama, her halükarda sorunu ayağa düşürmemek iyiniyetiyle, "konu ele alınmadı" açıklamasını yaptı.

Fakat aynı Genelkurmay Başkanlığı, "hayır, ele alındı" diye bunu derhal yalanladı.

Mehmet Ali Talát küçük düşürülmüş oldu. En azından, anlaşmazlık ayyuka çıktı.

Nihayet ve zaten belki de en vahim gelişme şu noktada odaklandı:

Bütün bunlar olup biterken, Ankara’daki meşru ve seçilmiş iktidar sanki mostralık niyetine orada duruyormuşçasına, "meseleyi kendiniz halledin" diyerek aradan çekiliverdi.

Talát’ı ve "cihet-i askeriye"yi başbaşa bırakarak elini taşın altına sokmaktan korktu.

"Lokmacı krizi" tatlı meselesinden, tam tersine, gayet tatsız olaylardan kaynaklandı.

* * *

ŞİMDİ elinizi vicdanınıza koyun ve mümkün mertebe tarafsız davranarak yanıt verin:

Hadi otuz üç senedir zaten inandıramadığınızı geçelim de, yukarıdaki olaylar bugün medya önünde gerçekleştikten sonra, KKTC’nin "bağımsızlığı"na kimi inandırabilirsiniz?

O "bağımsız" devletin lideri bir üstgeçit yıkımı için dahi anavatan "cihet-i askeriye" sinden icázet istemek zorunda kalıyorsa, üstelik uluorta yalanlanıyorsa, ağzınızla kuş tutsanız ve en usta diplomatlara sahip olsanız dahi, uluslararası arenayı ikna edebilir misiniz?

Yoksa aksine, "hasım Kıbrıslı Türk değil Türkiye’dir" diyen papazın değirmenine su taşır ve onun daha "nazikáne" tezlerine aynı uluslararası arenada çanak mı tutarsınız?

Hele hele, sivil hükümetiniz "kriz" karşısında havaya bakıp ıslık çalıyorsa, "Ankara ’da esas iktidar o ’cihet-i askeriye’nin elindedir" diyen iddiaları çürütebilir misiniz?

Lokma size afiyet olsun ama, bu sorulara tatlısından değil gerçeğinden cevap arayın.
Yazının Devamını Oku

MİT mi, mit mi?

10 Ocak 2007
DEVLET varsa onun istihbarat örgütü de vardır. Olacaktır. Ordu, polis, yargı vs gibi! Çünkü, madem ki o devlet insan ilişkilerini düzenlemekle yükümlü bir aygıttır, kendi bünyesinde de farklı organlar yaratarak iş bölümüne gitmesi pratik bir zorunluluktur.

Ve yukarıdaki tüm mekanizmalar devleti kollamak; dolayısıyla, dün dediğim gibi, biz Türklerin hücre genetiğine yazılmış olan "devletin bekaası"nı sağlamak görevini üstlenirler.

İşte, MİT Müsteşarı Emre Taner’in büyük öngörü ve geniş ufukla yapmış olduğu son saptamalar da bu misyonu harfiyen yerine getirmek çabasına tekabül ediyor.

Zaten de kızılca kıyamet burada kopuyor!

* * *

EVET
burada kopuyor, zira "ayol, istihbarat örgütü yöneticisi konuşur muymuş" diye sanki "şekli" eleştiri getiriyormuş gibi gözükenlerin belden aşağı vurmasına aldırmayın.

İnsaf, hep ketum kalması gereken en yıldızlı generaller her an láfa karıştığında; veya, bir söyleyeceğini bin düşünmesi gereken en yüksek hakimler boşboğazlık yarışına girdiğinde "yaşa, varol, ağzından öpeyim" diye selám duran ve alkış tutan zevatın aklı şimdi mi geldi?

Çünkü, MİT Müsteşarına yönelik oklar Taner’in bürokrat kimliğinden yahut başında bulunduğu kurumun "mahrem yapısı"ndan kaynaklanmıyor. Bunu bir tek küláhım yutar.

"Hoşnutsuzluk" (!) ve "huzursuzluk" (!) açıklamanın "ö-z"ünden kaynaklanıyor.

* * *

ZİRA, her ne kadar çözüme değinmese de, MİT yöneticisinin yaptığı nesnel ve genel saptama, bugüne dek mutlak tabu ve mutlak doğru addedilen "statükocu tahliller"le çelişti.

Diğer bir deyişle, Emre Taner’in açıklamaları "devletin sürekliği"ni kollamak ve korumak için artık başka türlü düşünmek zorunda olduğumuz gerektiğini çağrıştırdı.

Satır aralarından denildi ki, "değişen dünyaya biz de devlet olarak ayak uyduralım. Tekrar 1989 sonrası gibi bocalamayalım ki, bekaamızı daha pürüzsüz ilerlesin."

Böylelikle de, láyıkıyla misyon ifa eden MİT, Türkiye’de hüküm süren büyük "mit"i; yani "devlet fetişisti" ideolojinin dayattığı "statüko mitolojisi"ni silkemek istemiş oldu.

Fakat dediğim gibi, tabii ki bunu böyle açıkça söylemedi de, eh árif olan da anladı.

* * *

TÜRKİYE Cumhuriyeti Devleti istihbarat kurumun böyle bir ihtiyaç hissetmiş olması hem normaldir, hem de o bizzat devlet açısından büyük bir şanstır.

Normaldir, çünkü haberalma örgütleri casusluk romanlarını ve filmlerini sonsuz aşar.

Böylesine organizmalar esas olarak, edindikleri bilgiler ve tahlili yapan beyinler sayesinde "görünürün ötesini görmek" vasfına sahiptirler. Buzdağının altına da bakarlar.

Ve dolayısıyla, eğer partizan ve önyargılı değillerse, bu birikim onları gerçekçi kılar.

Hayallere, mitlere, efsanelere, sloganlara, tabulara, fetişlere bel bağlamazlar.

Devletin sürekliliğini, bildikleri ve saptadıkları o gerçek çerçevesinde kollarlar.

Artı, TC için ne büyük talihtir ki, bazıları da MİT gibi çok vazifeşinaş davranırlar.

Belden aşağı vurulmasını göze almak pahasına, üstlendikleri görevi hakkıyla yerine getirebilmek için, gerçekle çelişen "statüko mitolojileri"ni silkelemek ihtiyacını hissederler.

* * *

ŞU kesin, ilkel ve şoven Kürt milliyetçiliği hariç tutarsak, Türkiye’de aklı başında ve ayakları yere basan hiç kimse "devletin bekaası"na karşı çıkmıyor.

Zaten de sorun, o devletin mevcut "statüko mitolojileri"yle mi; yoksa değişen dünya ve hayat dinamikleriyle mi "báki kalacağı" denkleminde odaklanıyor.

Ve tabii, ikincisini önerdiğiniz takdirde aynı statüko can havliyle "vatan haini" (!) ve "devlet düşmanı" (!) yaftasını yapıştırıyor ki, ayrıcalık ve dokunulmazlıklarını koruyabilsin!

Peki de, gerçekçi MİT mi, yoksa mitolojinin kısaltılmasından statükocu "mit" mi?
Yazının Devamını Oku

MİT, devlet miti ve fetiş

9 Ocak 2007
MİLLİ İstihbarat Teşkilátı müsteşarı Emre Taner’in büyük öngörü ve geniş ufuk yansıtan çok önemli saptamalarına gelmeden önce, bugün devlet kavramı üzerinde duracağım. O devlet ki, zahir biz Türklerin kromozom formülüne kazınmıştır.

Bir devamlılık "mitoloji"si olarak bütün tarihi sürecimizde ana ekseni oluşturur. Bunun ilk teorisyeni de "Siyasetnáme" yazarı ve Selçuklu veziri Nizamülmülk’tür.

Ve, dünün Asya steplerinden bugünün Ankara bozkırlarına, aynı "mit" hep sürmüştür.

* * *

NİTEKİM, özüne bakarsanız, İmparatorluğumuzda gerçekleşmiş olan isyanların amansız biçimde ve "kelle kuyuculuğu"yla bastırılmış olması aslında bunun tezahürüdür.

Veya, sultan tahta çıktığında diğer şehzadelerin boynuna kement geçirilmesi de aynı "devlet bekaası"nı güvenceye almak refleksinden kaynaklanır.

Zaten de aynı refleksi günlük dilde, "ya devlet başa, ya kuzgun leşe" iradeciliğinden, "Allah devlete, millete zeval vermesin" kaderciliğine uzanan bir dizi deyimle dışavururuz.

Cumhurbaşkanlığı flamasına da, kurulduğu varsayılan on yedi simgeyi resmederiz.

Dediğim gibi, "devletin sürekliliği" dürtüsü biz Türklerde genetik formül oluşturur.

* * *

ARTI, ne gariptir ki Türkiye’de "sol" (!) diye vaftiz edilen ve tabii ki evrensel kıstas ve değerler açısından asla öyle olmayan kesim de yukarıdaki "içgüdü"den muaf değildir.

Kemal Tahir’in romanesk "kerim devlet"inden başlayın ve Hikmet Kıvılcımlı’nın 12 Mart darbesindeki "ordu kılıncını attı" sevincine uzanın, en "kıpkızıl"ları (!) dahil, komünist "intelligentsia"mız bile aslında kendini daima o "devlet miti"yle özdeşleştirmiştir.

Zaten "ulusalcı" diye piyasaya çıkan kesim de, hiç olmazsa "eski tüfek" birikimine sahip yukarıdakilerinin yanında çok karikatüral ve çok kötü kopya kalan birer taklittir.

* * *

O halde en önce, ezelden beri sürmüş olan bir haksızlığa artık son verelim:

Ülkemiz "sağ"ının "sol"u (!) "devlet düşmanlığı"yla suçlamış olması mesnetsizdir.

Çünkü, Türkiye’de bunların her ikisi de aynı mitolojinin aynı "fetişist" unsurlarıdır.

Meselá, "cinsel arázlar" arasında en yaygın olan türden, "ayakkabı fetişisti"dirler.

Ve bunların ikisi arasındaki yegáne fark "şehvet nesne"sinin detayından kaynaklanır.

Diyelim ki, birisinde arzuyu kadın sandaleti, diğerinde ise kadın iskarpini kamçılar.

"Sağcı"sı ferah fezá, "solcu"su ise krokodil deri bir ayakkabıyla doyuma ulaşır.

Evet evet, Türkiye’de, tanımla çok çelişmeyen "sağ" gibi; aksine, Marx’tan Gramsci’ye diğer tüm evrensel tanımlar açısından asla sol olmayan "sol" (!) da "devlet fetişisti"dir.

Peki de, "d-e-v-l-e-t" nedir?

* * *

SORUYU sordum ama Eski Yunan’da Eflátun’un enine boyuna teorileştirdiği ve modern zamanlarda da Hegel’in onu kıyasıya eleştirdiği kavramı uzun boylu deşmeyeceğim.

Şu kadarlık bir saptama zaten cevabı içeriyor:

Devlet "nesne"dir ve insan "özne"dir!

Yani, o "nesne devlet" tarihte kûl, teba, yurttaş olmuş olan o "özne insan" için vardır.

Tersi düşünülemez. Tahayyül ve teorize edilemez. Hele hele, asla arzu edilemez.

Çünkü, devlet bir "amaç" değil bir "araç"tır! Bir "sebep" değil bir "sonuç"tur!

İnsan ilişkilerini düzenleyen ve zamanda ve mekánda değişen bir aygıttır, nokta!

O halde, "devlet fetişizmi" de, tıpkı arazlı erkeğin "özne" durumundaki bedeni kadın cinselliğini tû kaka edip "nesne" iskarpinle doyuma ulaşması gibi, bir "sa-pık-lık-tır".

"Öz simge"
kaymasıyla, ruhi şehveti madden cismanileştiren bir travmadır.

Yarın bunları MİT Müsteşarı Taner’in son açıklamaları çerçevesinde irdeleyeceğim.
Yazının Devamını Oku