Hadi Uluengin

Tercüme çocuğu

31 Ocak 2007
ŞÜPHE mi var, yaşadığımız postmodern zamanların çocuğu olan "ulusalcılık" tabii ki Batı kökenlidir. Dolayısıyla da, bu kesimin zehir zıkkım Batı düşmanlığı ve nefreti, civciv yumurtadan çıkmış kabuğunu beğenmemiş misáli, aslını inkár etmekten başka bir şey değildir.

Zaten, geçmişin modern zamanlarında oluşan ve yukarıdakinin çok daha derli toplu bir temel varyantına tekabül eden milliyetçilik de aynı Batı mührünü taşır.

İlkin, látifeyle karışık olarak bir parantez açmak istiyorum.

* * *

ŞİMDİ pek kullanılmıyor ama eskiden Fransızcada heláya, han veya otel odalarındaki farklılığını vurgulamak için, "numarasız" anlamında "sans numero" denirdi.

Buradaki "sans" sözcüğü "san" diye teláffuz edilir ve "sız" takısını yansıtır.

Aynı teláffuzlu fakat "cent" imlálı kelime ise "yüz" rakkamını ifade eder.

Ve işte, Türkçede "yüz numara" memişhaneyi tanımlıyorsa bunun kökeni, aslının kaynaklandığı Voltaire lisanında birbirleriyle hiç ilintisi olmayan iki "san"ı karıştırıp, başka bir dilde eşi emsáli bulunmayan diğer bir hilkát garibesini yaratmış olmaktan kaynaklanır.

Karikatürel ölçekteki böyle bir yanlış çok mu önem taşıyor?

* * *

EVET çok önem taşıyor!

Hele hele, siyasi, felsefi ve zihni terminoloji açısından sonsuz önem taşıyor.

Çünkü, "şeyler"i ancak doğru ifade ettiğimiz oranda doğru düşünebiliriz.

Bunun tersi de aynen geçerlidir.

Yani, "şeyler"i doğru düşündüğümüz oranda onları doğru tanımlayabiliriz.

İkisi birbirlerinden asla ayrılamaz. Asla soyutlanamaz. Asla farklılaştırılamaz.

Dolayısıyla da, eğer bir düşünce sistematiğine veya bir fikir silsilesine tümüyle yabancıysak, heládaki pratik yanlışı bu kez muazzam bir teorik yanlış olarak tekrarlarız.

* * *

NİTEKİM öyle yaptık ve modern "millet" bize sonsuz yabancı olduğu içindir ki, "milletçilik" anlamına gelen 19. Yüzyıl ideolojisini tamamen yanlış tercüme ettik.

Türkçede yoktan bir var yarattık ve "milliyetçilik" kavramının "mucidi" (!) olduk.

Oysa, ayrıntısına girmiyorum, "millet" başka; "milliyet" ise bambaşka bir şeydir.

Daha çağrışım anından itibaren birincisi kapsayıcı, ikincisi dışlayıcıdır.

İlki yurttaş kimliğini, diğeri ise hukuk hanesi yansıtır.

Ve, bu dehşet yanlış; bu muazzam háta; bu korkunç "basiret bağlanması" (!), helá konusundaki gibi imlá - teláffuz ikilemli bir tercüme atmasyonundan kaynaklamadı.

Çok daha vahimi, bütün bir ideolojik şemanın çarpık algılanmasından kaynaklandı.

Hattá öteye gitmek gerekiyor, onun nalıncı keseriyle yontulmasından kaynaklandı.

* * *

VE kim ki bir şeyi çarpık, yamuk ve defolu algılar, yarım yamalak öğrendiği o şeyi sonsuz defa daha çarpık, daha fazla yamuk ve daha defolu olarak kendisi üretir.

"Mûcid"i (!) olduğu tanımlamayı ezberletir ve bunu bir ideoloji olarak empoze eder.

İşte, modern zamanlar "milletçilik"i en baştan itibaren Türkçede; dolayısıyla o lisanı kullanan Türkiye’de "milliyetçilik" olarak anlaşıldığı, yorumlandığı ve oluşturulduğu içindir ki, bugünün postmodern zamanlarında da "ulusalcılık" diye bir kavram doğdu.

Bu hastalıklı çocuğu yarın da inceleyeceğim.
Yazının Devamını Oku

Proleter millet

30 Ocak 2007
ÖZETLEYEREK aktarıyorum, İtalyan milliyetçiliğinin babası Enrico Corradini 1910 Aralığında Floransa’da yaptığı ve ülke tarihinde viraj oluşturan konuşmasında şöyle der:<br><br>"Proleter sınıflar gibi proleter milletler de vardır. Bunu ilke bellemeliyiz. (...) Ve dostlarım, nasıl ki sosyalizm işçi sınıfını silkeleyerek onu diğerlerine empoze etti, işte biz de proleter İtalyan milletini uluslararası sahnede mücadeleye çıkartmalıyız.

Uluslararası sahnede mücadele savaş mı demek?

O halde savaşa evet! Milliyetçilik İtalya’nın muzaffer savaş iradesi olsun!"

Burada "milliyetçilik - savaş" ilişkisine mim koyalım, çünkü gerçekten de öyle oldu.

* * *

EVET aynen öyle oldu ve üstelik hem savaş, hem de kabak bizim başımıza patladı.

Roma, çağrıdan on ay sonra Trablus’a çullandı. Ouchy antlaşmasıyla da malı götürdü.

Floransa konuşması lügatini kullanırsak, demek ki "proleter millet" İtalyanlar, Türklerden, Arapların toprağını kaptı. İmdii, hálen bizim derin bilinçaltımızda da "mazlûm millet" (!) olarak varlığını sürdüren ve ulusları hiyerarşik sınıflandırmaya sokan yaklaşıma şöyle bir göz atalım

* * *

CORRADİNİ daha sonra faşizme, komünizme, Nazizme ve nihayetinde de "Üçüncü Dünyacılık"a ideolojik taban yaratacak olan "proleter millet" kavramını icát ederken, aslında "ulus devlet" tarihine sonradan girmiş ülke halklarını çağrıştırıyordu.

Yani, Londra, Paris, Lahey gibi oturaklı emperyalist başkentlerin pastayı kapmış olduğunu; sahneye geç çıkan Roma, Berlin ve Tokyo’nun ise "hava aldığını" kastediyordu.

Doğru, zira, 20. yüzyıl başında yerküre gerçekten paylaşılmıştı. "Sona kalan, dona kalır" misáli, kolonyal imparatorluk kurulabilecek bütün "bakir yerler" (!) artık bitmişti.

Dolayısıyla da, "proletarya" ve "sosyalizm" gibi tanımları bilhassa kullanan "sağ" kimlikli teorisyen, "sol" çağrışımlı "mazlûm millet"i o soldan önce lügate sokmuş oluyordu.

İşte, bizdeki "ulusalcı" safsatanın "sol" ve "sağ" kavram karışıklığı tá oraya uzanıyor.

* * *

NİTEKİM, Enrico Corradini’nin yolunu izleyerek faşizmi yaratan Mussolini’nin en uç "aşırı sol"dan gelmesi bir yana, Nazizmin kökenlerinde de aynı maya ve hamur vardır.

Adı bile "nasyonal sosyalist" olan partide ilk amblem gamalı haç içinde orak-çekiçti.

Hitler’in örgütü en az 1933’e dek de anti kapitalist belágati hiç dilinden düşürmedi.

Artı ve belki daha önemlisi, tıpkı İtalya gibi "ulus devletler" tarihine yine geç girmiş Almanya da kendisini "proleter millet" kategorisinde addediyordu.

1. Harp öncesindeki Prusya militarizminden ve Cermen "sağ"ından başlayın; sonra da "muhafazakár devrim" ideoloğu von Hofmannsthaln’eye ve "nasyonal Bolşevik" teoriyi üreten Niekisch’eye uzanın, modern Alman tarihi de "mazlûm millet" edebiyatıyla yükselir.

Şu farkla ki, denize açık "proleter Roma" (!) Kara ve Kuzey Afrika’ya "sulandı".

Bir kıta ülkesinin başkenti olan "proleter Berlin" (!) ise Töton şövalyelerin "Drang nacht Osten" şiarını hortlatıp "doğuya akın" seferberliğine girişti.

Peki, o "doğu"da kim vardı?

* * *

MALÛM, kendisini sırf "proleter ve mazlum millet" diye takdim etmekle yetinmeyip, üstüne üstlük bir de o proletaryanın anavatanı ve o mazlum milletlerin hámisi geçinen; dolayısıyla da "solun şehin şahı" addedilen Bolşevik Rusya vardı.

Eh, biri faşist ve Nazi "sağ", diğeri ise komünist "sol", benzeşmeleri mümkün mü?

Tabii ki mümkün! Háttá mümkün de ne kelime, çok daha ötesinde, mukadder!

Bizim "ulusalcı" safsata ve demagoji çerçevesinde bunu yarına bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku

Neden hepimiz Ermeniyiz?

27 Ocak 2007
ULUSUMUZ için ne denli bir onur ve ne denli bir asálet madalyasıdır ki, Hrant Dink’in katlinden beri alnımız "hepimiz Ermeniyiz" sembolüyle pırıldıyor. Aslında, yukarıdaki simgeselliğin kökeni 1943 Ekimine uzanır.

Çünkü o tarihte Hitler Almanya’sı, Danimarka halkının ve hükümetinin 1940’taki işgal başından beri Nazilere teslim etmeyi reddettiği Yahudileri mutlaka toplamak kararı aldı.

Operasyonları kolaylaştırmak için de, gamalı haç boyunduruğu altındaki diğer yerlerde olduğu gibi, ilk iş olarak Musevilerin göğüslerine sarı Davudi yıldız yerleştirilmesini istedi

Berlin özel temsilcisi Werner Best bunu Saray’na bir ültimatom olarak sundu.

* * *

FAKAT, pes etmek ne kelime ve tam tersine, Kral 10. Kristian derhal meydan okudu.

İşgalci komutana, böyle bir durumda kendisinin ertesi sabahtan itibaren Davudi yıldız dikilmiş resmi üniformayla Kopenhag sokaklarında yürüyüşe çıkacağını bildirdi.

Taçlı devlet yöneticisinin yukarıdaki tavrı duyulur duyulmaz da, zaten hiçbir şekilde Nazilerle uzlaşmamış olan ülke ahalisi şu slogan etrafında birleşti:

"Hepimiz Yahudiyiz"!

* * *

OYSA tabii ki, Danimarkalılar bu simgeyi benimsemekle ne kendi Cermen ırklarını bırakıp Sami kavme geçmiş; ne de İsevi dinlerini Musevi inançla değiş tokuş etmiş oldular.

Yalnız ve yalnız, farklılığından dolayı husûmete maruz kalan "öteki"ni sahiplendiler.

Onu "ben" kılmak erdemini, yüceliğini ve alicenáplığını sergilediler.

Zaten bundan dolayıdır ki, tüm Danimarka ulusu insanlık tarihinde "ádil" diye yazıldı.

Artı, o gün bugündür de, "hepimiz"in arkasına herhangi bir mağdur kimliği ekleyerek bunu bütün bir "biz"le özdeşleştirmek, insaniyetçiliğin temel sembollerinden birine dönüştü.

* * *

NİTEKİM, söz konusu "biz" duruma, mekána ve olaylara göre değişiklik arzetti.

Örneğin, atmışlı yıllar ortasında, ırkçılığı reddeden Amerikalı beyazlar kara tenlilerin otobüse alınmadığı bir Memphis’te, bir Albany’de, "hepimiz zenciyiz" diye gösteri yaptılar.

Yahut, Hintli yazar romanından ötürü "kátli váciptir" fetvásıyla karşılaştığında, fikir ve ifade özgürlüğü savunucusu aydınlar "hepimiz Salman Rüşdi’yiz" rozetiyle dolaştılar.

Daha yahut, Nazi artıkları Solingen’de gurbetçilerimizin yaşadığı evi kundakladığında, "öteki" nefretini lánetleyen Almanlar "hepimiz Türküz" pankartı altında yürüdüler.

Ve yine tabii ki, çok uzatabileceğim bu örneklerle ne o Amerikalı beyazlar "zenci"; ne o liberal yazar ve çizerler Rüşdi, ne de o sarışın Tötonlar "Türk" oldular. Olamazlardı da. Tıpkı, Dink cinayeti ertesinde "hepimiz Ermeniyiz" diye haykırmak onur ve asáletini sergileyen insanlarımızın Hay soyundan ve Gregoryen dininden olmadığı ve olmayacağı gibi!

* * *

O halde, tabii ki, "hepimiz Ermeniyiz" diyebilmek ulusumuzun onurudur. Asáletidir.

Buradaki simgesel mesajı; metaforik benzetmeyi ve bilhassa da, "empati" denilen, "kendini ’öteki’nin yerine koymak" dürtüsünü görmemek için kör olmak gerekir.

"Háşá ve estağfurullah, Türk oğlu Türküm" diye mugálátáya kalkışmak için ise, o "öteki"ne husûmet ekseninde nefret ideolojisi ve nefret siyaseti üretiyor olmak gerekir.

Ve kim anlamaktan áciz ki, "hepimiz Ermeniyiz" diyen bir Türk, başta en ırkçı ve şoven Ermeni diasporası nezdinde olmak üzere, o "Türklüğü" zirveye yüceltir ve yüceltiyor.

Ve kim görmekten mahrûm ki, "öteki"ni "ben" olarak sahiplenmek erdemini dile getiren bir ulus ve bir halk insanlık camiası sathında "ádil" mertebesine erişir ve erişiyor.

Evet evet, mutlaka "hepimiz Ermeniyiz", çünkü hepimiz "öteki"ni "ben" ve "ben"i "öteki" kılmak iradesiyle yola çıkan insani ve insaniyetçi "Türkiye ulusu" mensuplarıyız.
Yazının Devamını Oku

Güvendeyiz

25 Ocak 2007
İLK sözüm Rakel Dink bacıma ve evlátları Sera ve Delal kızlarımadır.<br><br>Rakel kuyrig, yetimhane öksüzün, can yoldaşın ve hayat arkadaşın Hrant ahparik katledildiği an, onulmaz acılar içinde, "sizlere güvendik de burada kaldık" diye haykırdın. Sen yine de güven hemşirem. Güvenin çocuklar. Dün olduğu gibi bugün de güvenin.

Üstelik, şimdi sonsuz defa daha fazlasıyla güvenin!

Çünkü gördünüz, yaşadınız ve hissettiniz ki, o "siz" artık "biz"e dönüştü.

Modern Türk-Ermeni tarihinde asla olmadığı ölçüde ortak "biz" kimliği şekillendi.

Dolayısıyla, Rakel kuyrig, bu ülke, yani senin cenaze törenindeki deyişinle "Hrant’ın terketmediği vatan", kendisine artık her zamankinden daha çok güvenebileceğinizi ispatladı.

Osmanbey kaldırımından Balıklı mezarlığına dek, en insani can havliyle ispatladı.

Rakel bacım ve Sera ve Delal kızlarım, şimdi "biz"im kadar "biz"siniz ve güvenin!

* * *

SONRA ikinci sözüm, zaten aynı ülkenin, aynı toprağın, aynı tarihin öz be öz yurttaşı; öz be öz mülkü ve öz be öz aktörü olan bütün Ermeni kökenli insanlarımızadır.

Hayganuş kuyrig, Artin ahparik, Hiripsime nine, biliyorum, okuyorum, dinliyorum.

Zaten sütten ağzınızın yanmışlığı var, şimdi de çok haklı olarak, "Dink’i bile yaşatmadılar, bundan böyle halimiz nice olur" kaygısı içindesiniz.

Cinayet ertesi gelişen dev tepkinin saman alevi gibi yanıp sönmesinden ve "Agop’un piçi" şartlandırılmalarının yeniden piyasaya sürülmesinden korkuyorsunuz.

* * *

HAYIR korkmayın! Tam tersine, şimdi hiç korkmayın! Gönlünüzü feráh tutun!

Çünkü, yukarıdaki güvence zaten bütün Türkiye Ermenileri için geçerlidir.

Eğer ki, etrafı susta durduran yaygaracı azınlığa karşı nihayet sesini çıkartabilmek cesaretini gösteren sessiz çoğunluk "hepimiz Ermeniyiz" sembolizmi altında ve yüzbinler olarak bütünleşebildiyse, burada artık bir "d-e-v-r-i-m" söz konusudur!

Muazzam bir "zihniyet devrimi" gerçekleşmiştir ve de artık geri dönüşü de yoktur.

Dolayısıyla, geçtim saçınızın kılına hálel gelmesini, yakın bir gelecekte, Ermenisiniz diye kışlada çavuş, dairede memur, hariciyede diplomat olamamak engellerini de aşacaksınız.

Kuyrig bacılarım ve ahparik biraderlerim, korkmayın, çekinmeyin, endişelenmeyin!

Tekrarlıyorum, Hrant Dink’in vasiyeti uyarınca şimdi sizler olmadığınız kadar "biz"siniz ve bizler hiç olmadığımız kadar "siz"iz!

* * *

ÜÇÜNCÜ sözüm ise, kendi kimliğini "Türk’e nefret" ekseni üzerinde korumaya çalışan bir bölüm ırkçı ve şoven Ermeni diasporasınadır. Yetti, artık etmeyin ve eylemeyin!

Zaten, aslında bal gibi farkındasınız ki, nasıl Fransa’da onaylattığınız "soykırımı inkár" yasasından sonra, umduğunuzun tam aksine rüzgár aleyhinize esmeye başladı; Dink cinayetini bütün Türkiye milletine ve devletine mal etmek girişiminiz de yine ters tepti.

Düşman ikiz kardeşi olduğunuz Türk şovenizmi gibi, tekrar yanlış ata oynadınız.

"Hepimiz Ermeniyiz" diyebilen bir milleti ve faili yakaladıktan sonra da o diasporayı cenazeye çağıran bir devleti hálá 1915’teki İttihatçı cürümle özdeşleştirmek, artık sökmüyor.

Soykırımdı değildi veya mukateleydi, katliamdı tabii ki mutlaka tartışmak gerekiyor ama, ne Hrant’ı öldüren ilkel nefretle, ne de sizdeki intikamcı nefretle bir sonuca ulaşılabilir.

Her ikiniz de Türk ve Ermeni halklarının derin kardeşliği ile Türkiye ve Ermenistan devletlerinin derin dostluğu önünde, milletleri ve ülkeleri karşılıklı kemiren birer engelsiniz.

Ne var ki, sonsuz hüzünlerimize rağmen yine de şimdi sonsuz mutluyuz ki, Hrant ahparikler sayesinde sizlerin çifter çifter kurduğu barikatları aşıyoruz ve aşacağız.

Şimdi "biz" güvendeyiz, çünkü o "biz"e güveniyoruz!
Yazının Devamını Oku

Çıktık açık alınla

24 Ocak 2007
BAZEN şerde hayır vardır!<br><br>Ötesi, ne kadar dehşet verici olursa olsun, bazen de ölümde hayat vardır! İşte, lánet cinayet ertesi dün bütün bir ulus olarak toprağa verdiğimiz Hrant Dink, kendisinin de etle kemik olduğu o ulusa yeni, yepyeni bir hayat bahşetti. Müjdeler sundu.

Onun Osmanbey kaldırımına akan kanı, bizim damarlarımızda sihirli iksire dönüştü.

Çünkü şüphe yok ki, şu aşamada korkunç bádireden açık alınla çıktık ve daha çıkacağız.

* * *

EVET evet, Hrant ahparikin katlinden sonra verdiğimiz sınav bizim onurumuzdur.

Kendimizi küçümsemeyelim ve tam tersine, bu defa büyük iftihar duyalım.

"Sivil Türkiye" gibi "resmi Türkiye"; kamuoyu gibi medya; dindarlar gibi laikler; háttá yutseverler gibi milliyetçiler olarak da iftihar duyalım.

Zira, cinayet ne denli utanç verirse versin, bundan derhal ders çıkartabildiği içindir ki, ulusumuz o utancı daha şimdiden cidden yıkadı.

Kuşkusuz, tam temizlenmedi ama kiri, pasağı, irini attı.

* * *

ÖYLE, çünkü en önce, "sivil Türkiye" tarihte ilk kez böyle doğal tepki dile getirdi.

Cinayet anından dünkü kitlesel cenazeye dek "öteki"nin "hepimiz Ermeniyiz" sloganı altında bu denli "ben" olarak sahiplenenilmesi, hiç de az buz şey değildir.

Hele hele, o "öteki" kolektif bilinçaltındaki "Ermeni dölü" imajıyla bütünleşiyorsa.

Burada, hümanist anlamında "insaniyetçi devrim" gerçekleşti. Asla yabana atılamaz.

Zaten yine aynı şekilde ve Allah onların da evlat acısına sabır versin, kátilin ebeveynlerinin oğullarını ihbar edebilmek basiretini göstermesi aynı insaniyetçiliğe dahildir.

Bütün bunlar son tahlilde sivillik ispatladığı için de, hepsi ulusumuzun yüz akıdır.

* * *

ARTI, Cumhurbaşkanı’nın müdavimi olduğu ve ilk gün cinayet haberini dahi es geçen "ulusalcı" kanalı; yahut inanılmaz bir provokasyonla "Katil Ermeni" manşetini atan çapaçul gazeteyi bir kenara bırakırsak, medyamızın ezici çoğunluğu da çok "sivil" bir sınav verdi.

Muhtemelen, "gıdıklanan" şovenizmin nerelere dek götürebildiğinden ders çıkartıldı.

Ve tabii ki yukarıdaki olumlu sınava "dini hassasiyetten basın" en başta dahildir.

Çünkü, o "dini hassasiyet" Türkiye’ye esas olarak hiçbir zaman ırkçılık gütmedi.

O halde, internetten geleneksel kışkırtıcılığı ve komplo teorisyenliği sürdüren malûm "nefret cephesi" hariç, "sivil Türkiye"nin ilk badireden yüz akıyla çıktığı kesin bir vakıadır.

* * *

ÖTE yandan, yine yüreğimiz ferah, "resmi Türkiye" de aynı badireden açık alınla çıktı.

Çünkü, zaten cinayetin arkasında "derin devlet" (!) aramak ancak ahmaklık olabilirdi.

Nitekim, komplo teorisi çağrıştırmak talihsizliğine düşen Başbakan’ın ilk "manidar" sözünü ve bizim Cumhurbaşkanıyla asla olmayacak duaya amin diyerek onu törene beklemek hayalciliğinini bir kenara bırakırsak, genel anlamdaki devlet gerçek "devlet" kimliği sergiledi.

Cinayeti derhal lánetleyen "resmiyet" hem Dink’in şahsında tüm ulusu harmanladı; hem de bilhassa, faili derhal yakalamakla içerideki ve dışarıdaki spekülasyonlara tırpan attı.

Başta Erivan, Ermeni diasporasının temsilcilerini cenaze törenine davet ederek de, gerek insani, gerek diplomatik alanda Türkiye’nin zemin kaybetmesini ciddi biçimde önledi.

* * *

İŞTE tüm bunlardan dolayı, şu aşamada "çıktık açık alınla" demek hakkımızdır.

Üstelik eminim ki; üstelik göreceğiz ki; Dink’i kaldırıma akan kanı önümüzdeki aşamada, Türk, Ermeni, Kürt, vs, tüm ulusumuzun alnını sonsuz defa daha çok pırıldatacak.

Hrant ahparik, dilediğin ve inandığın gibi, senin kanın işte böyle yerde kalmayacak.
Yazının Devamını Oku

Dink komplosu

23 Ocak 2007
HAYIR, komplo yok! Asla da olmadı!<br><br>Bugün bütün bir ulus olarak Balıklı Ermeni Mezarlığının tevdi edeceğimiz Hrant Dink cinayetinin arkasında herhangi bir "gizli el" bulunmuyor. Bir örgüt, bir servis, bir şebeke devreye girmedi.

Bir yabancı devlet ve bir "Derin Devlet" falan da ipleri çekmedi.

Hayır ve milyar defa hayır, Dink cinayetinin arkasında komplo yok!

* * *

YAHUT, var!

Yahut değil, mutlaka var!

Korkunç bir senaryo, muazzam bir kumpas, dehşet bir fesat var!

Ancak bu senaryoyu, bu kumpası, bu fesadı organik bir yapı düzenlemedi.

Kuş beyni yıkanmış üç beş küçük çapulcunun kurduğu "internet kafe teşkilátı" (!) hariç, geri planda hiçbir örgütsel mekanizma aramayın.

Bilhassa da, keşfetmeye ve uydurmaya kalkışmayın.

Tıpkı, Trabzon’daki Katolik ruhban ve Ankara’daki Danıştay cinayetlerinde de olmadığı gibi, Hrant Dink’in katlinde de böylesine bir organik yapı bulunmuyor.

* * *

YANİ demek istiyorum ki, katil hemen paçayı ele verdiği için şanslarına küssünler, şimdi utanmadan havaya bakıp ıslık çalan, oysa daha ceset Osmanbey kaldırımında yatarken anında demeçler yumurtlayarak; anında bildiriler yayınlayarak; anında sütunlar döktürerek; anında mailler yollayarak "fail" olarak "dış güçler"i (!) gösteren madrabazlar yine suçüstü yakalandılar.

Onların hedef şaşırtmak; özellikle kendi azmettiriciliklerini gizlemek için Dink’i öldüren tabanca tetiğini yok Ermeni diasporasının; yok Amerikan Devleti’nin; yok Süper NATO hayaletinin, yok BOP projesinin, yok İsrail gizli servisinin çektiği veya çektirttiği hezeyanları yine inatçı gerçeğe tosladı.

Ve söz konusu inatçı gerçek şudur:

* * *

ÖTEKİLERDE olduğu gibi son cinayetinin arkasında da tek ama tek bir komplo var:

"Komplo teorileri"nin tá kendisi! Bizátihi kendisi! Öz be öz kendisi!

Bu, "öteki"nden sonsuz ödü koptuğu için o "öteki"ne nefret saçan cinnet içgüdüsüdür.

Farklılığa kin ve tahammülsüzlüğe mersiye ideolojisidir.

Böyle bir ideoloji ise ancak kolektif hafızadaki travmaları kışkırtarak yükselebilir.

Her şeye kádir görünmez bir elin her şeyi yönlendirdiği efsanesini inşa eder. Korkutur.

Dolayısıyla da, bütün bir Türkiye’yi "Sevr paranoyası"yla tımarhaneye yatırır.

"Misyoner faaliyetleriyle ülke bölünüyor ve Müslümanlar hıristiyanlaştırılıyor" provokatörlüğüyle Katolik ruhban öldürecek katili üretir.

Ve de tabii ki, internette Hrant Dink’in "Türk kanı zehirlidir" (!) dediği yalanını yayarak onu Osmanbey’de katledecek diğer kátili yaratır.

Çünkü heyhat, Mümtaz’er Türköne’nin emsálsiz deyişiyle hem "hesabı görülmemiş bir tarihimiz" olduğundan; hem de rasyonel zihin sistematiği Türkiye insanında yerleşiklik kazanamadığından, bizim coğrafyamız "komplo teorileri" için en mümbit topraktır.

* * *

DOĞRU, Hrant ahpariki öldüren cinayetin arkasında korkunç bir komplo sırıtıyor.

Ama bu, asla ve asla; zinhar ve zinhar bir devlet, bir örgüt, bir servis, komplosu değil!

Yalnız ve yalnız, komplo teorisi üreten "B-E-Y-İ-N komplosu" ki, işte katlediyor.

Evet evet, o beyinsiz beyin işte Hrant Dink’in beynine kurşun sıkıyor ve sıktırıyor.
Yazının Devamını Oku

Moda adam

21 Ocak 2007
Bütün hayatım boyunca ekmeği daima aslanın ağzından kapmak zorunda kaldığımdan mıdır; yoksa ebeveynlerim tarafından kundaktan itibaren öyle yetiştirildiğimden midir orasını tam çıkartamıyorum ama, her halükárda mal kıymeti bilen insan sayılırım. Aşağıda anlatacağım, bunun da cimrilikle, hasislikle, pintilikle falan hiç alakası yok!

Tersine, ekmeği aslanın ağzından kaptığım doğrudur ama, kaptıktan sonra da onu sebil niyetine ve sonsuz gönlü bol biçimde dağıttığım daha da doğrudur.

Ben sadecene, al, boz, at ve tekrar al türü tüketim toplumu adetlerine itibar etmiyorum.

Dolayısıyla da hemen her şeyi uzun, çok uzun müddet kullanırım.

Mesela, zaten hep temizlenmiş ve boyanmış mokasenlerimi, botlarımı, potinlerimi ayakkabı dolabına istiflerken, formları bozulmasın diye içlerine bir de kalıp yerleştirim.

Yarım pençe yaptırmak ihtiyacı bile hissetmeden, haniyse bir ömür boyu giyerim.

İyi ütülenmiş pantolonlarım ise ceketlerin altına asılır. Artı, üzerlerine kılıf geçiririm.

Daha artı, mevsim başlarında ve mevsim sonlarında hepsini teker teker gardıroptan çıkartıp iyicene havalandırmak; eğer gerekiyorsa, leke bere için kuru temizleyiciye götürmek; nihayetinde de, hafiften naftalinleyerek tekrar yerleştirmek bende bir alışkanlık oluşturur.

Fakat itiraf ediyorum ki, bırakın yama yapmayı, sökük teğellemeyi, delik örmeyi falan, tek bir gömlek düğmesi dikmeyi dahi beceremediğimden, bu tür işleri ya haftada dört saat gelen yardımcı kadına havale ederim; ya da işin erbabı bir dükkándan medet umarım.

Olsun, o "mal kıymeti bilmek" dürtüsü bende bir hayat etiğine dönüşmüştür ki, bundan da hiç mi hiç şikayetçi değilim.



TRENDİ ISKALAMAK

Kabul, yukarıdaki durumun özellikle giyim-kuşam bab’ında bazı sorunlara yol açtığını; daha doğrusu, benim dışımdakiler açısından açabileceğini inkár etmiyorum.

Anladınız, "moda meselesi"ni kastettim.

Eh, benim gibi bir bleyzır ceketi yirmi yıl veya bir frenk gömleğini beş-on sene giyerseniz, o arada yırtmaçlar, yakalar, kuplar, çizgiler defalarca ve defalarca değişeceğinden, "demode" kalmayı, "in" olmamayı, "trendilik"i ıskalamayı baştan kabullenmiş sayılırsınız.

Ancak, bu, eğer o gelir geçer modaları izlemek gibi adetiniz varsa söz konusu olabilir.

Yani, sonbaharda fil paça pantolonlar çıktı diye bir koşu onu edinirseniz, paçalar ilkbaharda aniden borulaşıverince, sakil sakil ortada kalırsınız.

Yahut, külhanbey işi sivri burun pabuçlar vitrinleri doldurduğunda, ayak parmaklarınızın ister istemez can cekişeceğine aldırmadan bunlara hemen tamah ettiyseniz, ertesi yıl o burunlar salapuryaya dönüştüğünde, potinleriniz aslında hiç eskimemiş olsa bile, nasırlarınıza baka baka ne yapacağınızı düşünürsünüz.

Ama benim böyle bir sorunum yok!

Yok, çünkü bir; "mazbut aileler"in (!) bir bölümünde geçerli olduğu gibi, "ucuz alacak kadar zengin değiliz" ilkesinin kesinlik arz ettiği bir çevrede büyüdüm.

Yani, edinilecek mallarda azámi dayanıklılığa, dolayısıyla da, o malların estetiğinde mutlaka belirli bir klasisizme en baştan alıştırılmış oldum.

Daha çocukluktan itibaren harc-ı álemlikle köprüleri atmış sayılırım.

Nitekim, akranlarımın giydiği bir James Bond gocuğa veya bir Beatles yaka gömleğe içim gitmiş olsa da, bana, böylesine şeyleri sırtıma geçirmek gibi bir şans tanınmadı.

Veya, mucize kábilinden ve sonsuz nadir biçimde arzum yerine getirildi.

Ve, o zaman ebeveynlerime diş bilemiş olsam dahi, böylesine bir "rahle-i tedris"ten geçmiş olduğum için bugün onlara müteşekkirim.



DEMODE OLMAYAN MODAM VAR

Fakat yukarıdaki tablo, hatta şartlanma, modaları reddettiğim anlamına gelmiyor.

Ne münasebet! Tabii ki modalar gerekli ve zorunludur!

Çünkü "estetik kıstaslar" dediğimiz şey onlarla birlikte oluşur. Yenilenir ve dönüşür.

Zaten, Kuzey Kore hariç komünist ülke kalmadığı için şimdi bir tek orayı örnek verebiliyorum, modasız bir hayatın boğuculuğunu, yeknesáklığını, tekdüzeliğini; dolayısıyla totalitarizmin insan üzerindeki korkunç hükümranlığı hissetmek isteyenler eğer vize alabilirlerse Kim Cong İl Yoldaş’ın cehennemine şöyle bir gitsinler ki, dönüşte her halde Mahmutpaşa işportasını Paris "haute couture" kreasyonu diye baş tácı ederler.

Ancak, moda var, bir de "moda" var!

Efendim láf aramızda, bununla aslında demek istiyorum ki, yani naçizáne, bendenizin de bir "moda"sı var!

Evet evet, ne sandınız ya, o evládiyelik ayakkabılara; o naftalinli ceketlere; o istifli gömleklere; o eskimez kravatlarla rağmen benim de kendime göre ve hemen hiç "demode" olmayan bir modam var!

Ancak bunu, üretimini Çin’e kaydırdığı için şu an İngiltere’de çok ciddi bir "milli mesele" (!) haline dönüşen "Burberry" marka çerçevesinde, gelecek pazara bırakıyorum.

Yazının Devamını Oku

Ahparik, ahparik!

20 Ocak 2007
AHPARİKİ vurdular !<br><br>Vururlar.

Yetimhane koğuşunda vuramamışlardı, gazete çıkışında vururlar

Adliye önünde vuramamışlardı, kaldırım kenarında vururlar.

Sille tokat vuramamışlardı, mermi kurşun vururlar.

Of Hrant ahparik of, işte seni vururlar .

Yazının Devamını Oku