Hadi Uluengin

İnekler ve rejimler

13 Şubat 2007
BU satırları zaten haftanın en nefret ettiğim günü olan pazartesi kaleme alıyorum. Dolayısıyla, faşizmin de fersah fersah ötesinde, su katılmamış Nazi kimlikli albay eskisinin "öl ve öldür" diye yemin ettirttiği şu korkunç olaya bugün değinemeyeceğim.

Hálá şokunu yaşıyorum ve tahliline girişebilecek zihni mecálden yoksunum.

Bunu sonraya bırakıyorum ve atmosferi biraz "yumuşatabilmek" (!) için de, ahırdaki ineklerle siyasetteki rejimler arasında ilişki kuran birkaç metafor sıralamakla yetiniyorum:

* * *

SOSYALİZM: Üç ineğiniz vardır ve sağmaya yardım eden komşular sütü paylaşırlar.

* * *

KOMÜNİZM: Devlet ineklerinizi kamulaştırır ve size gıdım gıdım süt tozu dağıtır.

* * *

FAŞİZM: Hükümet üçüne de el koyar ve sütünü size parayla satar.

* * *

NAZİZM: İktidar iki sarı ineğinizi gaspeder ve siyahını derhal mezbahaya gönderir.

* * *

ANARŞİZM: Kendi kendilerini sağması beklenen inekler ölürler.

* * *

DİKTATORYA: Milis inekleri önüne katar ve mandıra duvarında sizi kurşuna dizer.

* * *

FEODALİZM: Derebey süt güğümünün yarısına sahip çıkar.

* * *

DEMOKRASİ: İnekler sütü kimin içeceğini kendi aralarındaki oylamayla belirlerler.

* * *

KATILIMCI DEMOKRASİ: İnekler yukarıdaki oylamaya sizi de dahil ederler.

* * *

SİNGAPUR TİPİ DEMOKRASİ:
Ahırda inek beslemek suçundan ağır ceza yersiniz

* * *

KAPİTALİZM: İneklerden birini satıp boğa edinir ve buzağılarla sürü kurarsınız.

* * *

VAHŞİ KAPİTALİZM: İneklerden ikisi satar ve kalanından, gitmiş olanlar kadar süt vermesini istersiniz.

* * *

AB KAPİTALİZMİ: İlk yıl yeni inek edinmek için sübvansiyon alırsınız; ikinci yıl süt kotasını aşmaktan ceza yersiniz; üçüncü yıl da o son ineği kesmek için yeni prim alırsınız.

* * *

EKOLOJİZM:
Devlet sütü size bırakır ve sadece inek gübresini almakla yetinir.

* * *

İNGİLİZ MONARŞİSİ: İki ineği beslemek için birini öldürüp onu suni yem yapar; delirdiklerinde ise, AB primleriyle onları da keserek, yeni yemi koyunculukta kullanırsınız.

* * *

FRANSIZ CUMHURİYETÇİLİĞİ: Yerli inekler daima sağılmamak grevi yaptığı için İngiltere’den ithal amacıyla Manş altına süt borusu döşersiniz; AB o sütün de içilmesini yasakladığında ise, hiç çalışmamış olan boruyu "cumhuriyet abidesi" ilán edersiniz.

* * *

YUKARIDAKİ
listede, "ey dönme olmayan Türk, öl ve öldür" yemini edilen bir ülkenin ve ahalisinin hangi siyasi rejime ve hangi cins inek kategorisine girdiği belirtilmiyor.

Eminim, siz kendiniz bulmuşsunuzdur!
Yazının Devamını Oku

Sırtınızda paralansın

11 Şubat 2007
Şu an elbise dolabımı açabilir, 24 yıllık trençkotu sırtıma geçirerek yine kokteyllere, yine yağmurlara, yine bozkırlara gidebilirim. Dört-beş defa iyi bir kuru temizlemeciden geçtiği için rengi hafiften hafife soldu. Ancak insaf eyleyin, dolu dolu kullanmış bir 24 seneden söz ediyorum. Hani üzümünü ye, bağını sorma derler ya, işte bir ara elime o cinsten bir para geçti. Gökten zembille indi desem yeridir. Tabii ki servet mervet değildi ama, benim gibi ebedi ve ezeli bir züğürt için deyimin tam anlamıyla "ilaç gibi" geldi.

İlk iş, her "yiğidin harcı" olan borçlarımı sıfırladım. İçim ferahladı. Rahat uyudum.

Aman Allahım, banka şubesine yukarıdan bakan bir edáyla girebilmek ne dev mutlulukmuş!

Sonra, o zaman dört değil henüz iki tane olan çocuklarıma bol keseden ulûfe dağıttım.

Artı, kompresörünün hart hurt gürültüsüyle evi titreten külüstür buzdolabını değiştirdim.

Fakat yine de geriye bir miktar kaldı.

Ve, her zamanki gibi, banknotlar cebimi yakmaktadır. Belli, mutlaka harcayacağım.

Oysa, işte kazık kadar oldun be adam ve şu fáni dünyada tek dikili ağacın bulunmuyor.

Üstelik, bunun bir de hastalığı, felaketi, işsizliği, sakatlığı falan var...

Kara gün akçesi yerine bir tasarruf hesabı açtır da, belki damlaya damlaya göl olur.

Yook, dediğim gibi şeytan dürtüyor ve kalan papelleri deve yapacağım. Yaptım da!

Ne mi yaptım?

Kendime "Burberry" marka trençkot aldım efendim!

Evet evet, hani iki pazardır ballandıra ballandıra anlattığım ve asil bir İngilizliğin simgesi addedilen o efsanevi konfeksiyon markası var ya, işte o markanın "alamet-i farikası"nı taşıyan ve ürettiği bütün mamul içinde yine en efsanevisini oluşturan trençkotu edindim.

Yani, yine geçen hafta anlattığım gibi, "Kazablanka" filmi sahnesindeki Humphrey Bogart’tan,"Victoria" firkateyni güvertesindeki Winston Churcill’e, bütün "büyükler"in (!) giyindiği klasik modeli kastediyorum.

Başka bir deyişle, ilikleri kruvaze, omuzları apoletli, yakaları geniş, sırtı dublajlı, beli kemerli, astarı ekoseli ve rengi hákimtırak olanını aldım.

Böylelikle, şimdi bendeniz de o "büyükler"le aşık atacak biçimde kuşanmış oldum.

TRENÇKOT UĞRUNA BORCA GİRDİM

Kabul, sebil niyetine satılmıyor, cebimde kalmış olan tüm para anında suyunu çekti.

Hatta üstelik, yine borca girmek zorunda kaldım.

Ee, n’apim yani? Bir nebzecik çekinti duyduysam namerdim.

Geldik gidiyoruz, şen olasın Halep şehri, ömr-ü hayatımda ben de bir defacığına "Burberry" mülkiyetine sahip olamaz ve hevesim kursağımda kalarak çukurun dibini boylarsam, o hayatta yaşamış olmanın ne anlamı kalır ki?

Asil marka gibi asil tezgáhtar beni koltuğumun altındaki paketle uğurladı ki, çok iyi hatırlıyorum, dükkándan kaldırıma çıkar çıkmaz kendime "sırtında paralansın" dedim.

Fakat paralanmadı ve zaten parmak hesabı yapıyorum da, söz konusu trençkotu alalı tam 24 yıl bitmiş.

Ve, şimdilerde daha seyrekse de, çok uzun süre onu her yerde ve her durumda giydim.

Bir kere önce, hevestir ve "büyükler" (!) arasına karışmış olmanın timsalidir, altına takım elbise ve frapan kravat giyinip gittiğim şık kokteyllerin, áşıkane randevuların, albenili lokantaların vestiyerine acaba çalınır mı endişesiyle bıraktım.

Sonra, káh boynuma atkı sarınıp sağanak yağmur altında şehirli vitrinlerin; káh da, fırtına rüzgár karşında kuzeyli denizlerin önünde yürüdüm.

Daha daha sonra, dört kat katlayarak attığım sırt çantamda Balkan savaşlarına, Lübnan dağlarına, Asya steplerine götürdüm.

Oysa, işte "Burberry"m halen öyle duruyor.

Şu an elbise dolabımı açabilir ve kılıflı askısından çıkartacağım trençkotu sırtıma geçirerek yine kokteyllere, yine yağmurlara, yine bozkırlara gidebilirim.

DOLU DOLU 24 SENE GİYDİM

Kabul, tabii ki "yeni" gibi demiyorum.

Dört-beş defa iyi bir kuru temizlemeciden geçtiği için rengi hafiften hafife soldu.

Artı, pek çok nadiren dahi olsa, birkaç düğmesinin koptuğu oluyor.

Ancak insaf eyleyin, dolu dolu kullanmış bir 24 seneden söz ediyorum.

Bu kadar zamanda kız oğlan kızlar birer gudubet duduya dönüşürken, altı üstü branda bezinden ve astar kumaşından bir trençkot yıpranmışmış, lafı edilebilir mi?

Dolayısıyla, bırakın o zaman kıymış olduğum paraya acımayı, çeyrek yüzyıl sonra bile helál-i hak olsun dediğim gibi, şimdi İngiliz milletiyle birlikte ben de ağlıyorum.

Evet, zaten eğer üç pazardır bu konuya değindiysem, aslında İngiliz ulusunun derin acısını ve büyük isyanını paylaştığım içindir!

Çünkücüğüme, pahalı el emeğinden ötürü rekabeti sağlayamayan "Burberry" firması majesteleri ülkesindeki fabrikayı kapatıyor. Üretimi Çin’e kaydırıyor.

Dolayısıyla da, bütün bir Britanya ahalisi o İngilizliğe simge markanın sarı dünyaya "uçması"na kazan kaldırıyor. İmzalar topluyor, mitingler yapıyor, kampanyalar düzenliyor.

Bütün kalbimle onların yanındayım!

Ve de bizim "ulusalcılar"la birlikte "kahrolsun küreselleşme" diye haykırıyorum.

Karnı aç Çinli işçilerin de pirinç kásesi dolduracak olmasından bana ne efendim, "Burberry"min ebediyen "asil" (!) kalmasını istiyorum.

Hadi hadi "ulusalcılar", işte bu defa size iltimas geçtim, sırtınızda halis muhlis İngiliz trençkot paralansın!
Yazının Devamını Oku

Tıkırında iklim

10 Şubat 2007
OTUZ yılı geçti, "Der Spiegel" dergisi 20. asrın dáhi filozofu Martin Heidegger’le gerçekleştirdiği uzun mülákátı, modernitenin bu dev eleştirmeni öldükten sonra yayınlamıştı. İşte, sonradan yoğun polemiğe yol açan ve "tarihe ve siyasete dair" başlığını taşıyan söyleşide şu diyalog da yer alır. Fransızca aktarmalı olarak ve aşağı yukarı tercüme ediyorum.

Spiegel: "Modern zamanlara karşı neden böylesine kaygılı ve mesafelisiniz? Oysa bakın, pek çok şey gayet tıkırında gidiyor?"

Heidegger: "İşte beni de sonsuz rahatsız eden bu ya! Pek çok şeyin tıkırında gidiyor olması bana ürperti veriyor. Size vermiyor mu?"


Yukarıdaki sözlere not koyun, tekrar dönmek kaydıyla şimdi başka konuya atlıyorum.

* * *

MALÛM, geçen hafta Paris’te "Birleşmiş Milletler İklim Konferansı" gerçekleşti.

Ve yine malûm, her biri kendi dalında birer alláme-i cihan olan uzmanların hazırladığı raporlarda artık tehlike çanları falan değil, en üst düzeyde kırmızı alarm zilleri çaldı.

Sera gazı birikiminden okyanus seviyesinin yükselmesine ve toprak çölleşmesinden buzul erimesine, ısı artışındaki gelişmenin ne denli feláketler getireceği teker teker sıralandı.

Ve tümünde de, bu kaosun insanoğlunun "tıkırında yaşamak" arzusundan; yani sanayi ve tüketim artıklarının çevreye yaptığı etkiden kaynaklandığını vurgulandı.

* * *

BURADA biraz duralım, çünkü mevcut uygarlığın çevreye, dolayısıyla iklim seyrine darbe vurduğunu tabii ki inkár etmiyorum. Ama yine de bazı şeyleri izafileştirmek gerekiyor.

Zira, daha uzayda varolmaya başladığı andan itibaren dünya iklimi durmadan değişti.

Biliyoruz ki, sıcak dönemlerde tropikal ormanlar Fransa kuzeyine kadar uzanıyordu.

Vikingler de şimdiki Grönland’ı geçmişte boşuna "Yeşil Ülke" diye vaftiz etmediler.

Aksine, "birinci büyük buzul çağı" veya "üçüncü küçük buzul çağı" derken, soğuk kesitlerde de Boğaz sularının donması yahut Cebelitarık’a aysberg inmesi sıradan sayılıyordu.

O halde, amenná, havaya daha az kurum saçarak; otoyu daha temiz yakıtla yürüterek; buzdolabına daha akıllı kompresör koyarak gidişatı mümkün mertebe frenlemek zorundayız.

Fakat, militan ekolojinin softalığa dönüştürdüğü ve sırf insanı sorumlu tutan teoriler ne nesnel gelişmeyle bağdaşıyor, ne de bilhassa, bugünkü o "i-n-s-a-n"ıyla bağdaşıyor.

Hayır bağdaşmıyor ve de zaten bunun için Heidegger felsefesiyle girizgáh yapmıştım.

* * *

ÇÜNKÜ, Alman filozof "Spiegel"e verdiği demeçte "zaten de beni pek çok şeyin tıkırında gidiyor olması ürpertiyor ya" derken, tabii ki muazzam gerçeği dile getiriyordu.

Zira, modern zamanlarla birlikte "pek çok şeyin tıkırında gitmesi" bir yana, bizzat o "modern zamanlar insanı" yalnız ve yalnız "pek çok şeyin tıkırında gitmesi" için yaşıyor.

Tersini tahayyül dahi etmiyoruz. Edemiyoruz. Aksini düşünmeyi hafsalamız almıyor.

Oysa, aynı insanlık tarihinde daha düne kadar pek çok tıkırında git--yordu. Gitmedi.

Vebadan zelzeleye, feláket hayatla içiçelik arzediyordu. Tá kendisini oluşturuyordu.

En zengin toplumlarda bile, geçen yüzyıl ortasına dek insan ömrü ne kadardı ki?

Öyle uzun boylu gerilerde değil, henüz antibiyotik keşfedilmediğinden, 1. Harp sonu patlak veren İspanyol gribi, savaş boyu tüm cephelerde ölenlerden daha çok can almadı mı?

Ve bugün, başta Çin ve Hint, çevre kirliliği tedbirlerine en fazla karşı çıkan ülkeleri, o "pek çok şeyin tıkırında gitmesi" azmini daha sonra yakalamış olanlar oluşturmuyor mu?

* * *

EVET evet, "pek çok şeyin tıkırında gitmesi" şehvetiyle yaşıyor ve düşünüyoruz.

Öyle de gidiyor. İklim ısınması ve çevre kirlenmesi filan, gidebildiği kadar da gidecek.

Oysa, fikriyle "ürpermemiz" gereken şey belki de bu "tıkırında gidiş"in tá kendisi!
Yazının Devamını Oku

Derin illet

8 Şubat 2007
YALANIM varsa námerdim ve zaten hepsi elektronik posta hafızamda saklı duruyor.<br><br>Sadecene dün, "ulusalcı" internet gruplarının aşağıdaki iletisinden üç tane aldım. Virgülüne dahi dokunmadan aktarıyorum:

* * *

"YORUMSUZ ! ! ! - Brüksel Zirvesi Sonuç Bildirisi’nden.

’Türkiye’ başlıklı bölümden; ’Presidency Conclusions’, Madde 23:

’Müzakerelerin yalnız Türkiye’yle değil diğer devletlerle de yapılabileceğini ve müzakereler sırasında Türkiye birkaç devlete bölünürse veya Güneydoğu bölgesinde bir Kürt devleti kurulursa, yeni bir karar olmaksızın onlarla da müzakere yapılacağına...’

ÖNEMLİ NOT: Lütfen yurtseverlik gereği bu durumdan herkesi haberdar edin.

Türkiye’miz üzerinde oynanan oyunları herkes öğrensin"
.

* * *

ŞİMDİ zahmet buyurun ve arşivden 23 Haziran 2005 tarihli makalemi çıkartın.

"Yalandan Kim Ölmüş" başlıklı yazıma şöyle bir bakın ki, ne görüyorsunuz?

Onsekiz ay önce yine burada ve yine aynı provokasyon iletisini yayınlamıştım.

Bu müthiş, bu korkunç, bu rezil "dezenformasyon"unu teşhir ederek de, eğer bildirideki satırlardan tek kelime doğruysa gazetecilikten derhal istifa edeceğimi söylemiştim.

Ve hesapladım, aradan tam b-e-ş-y-ü-z d-o-k-s-a-n-d-ö-r-t gün geçmesine rağmen, söz konusu müddet zarfında en az bir 594 tanesi daha sırf benim postama düştü.

"Ulusalcılar"ın (!) "lütfen yurtseverlik gereği bu durumdan herkesi haberdar edin" çağrısıyla da, internetin kolay başıbozukluğu sayesinde rakam milyonlara ulaştı.

* * *

İŞTE bu yüzden hanidir haykırıyorum ki, Dink’i "derin devlet" falan öldürmedi.

"Agos" gazetesi yazarının kátili yukarıdaki "DE-RİN İL-LET"tir ! Tá kendisidir!

Ve o "derin illet" ki, "resmi" değil "sivil"dir! "Dikey" değil "yatay"dır!

Aynı illetli ruhu da, zaten şu meşûm postmodern zamanları belirleyen fakat Türkiye’ de travmatik boyuta ulaşan "komplo teorisi" hezeyanlarında cinnete varmaktadır.

Araç olarak ise bilişim toplumunun "dezenformasyon" kolaylığını kullanmaktadır.

Bunu görmemek, anlamamak, kavramamak için gerçekten kör olmak gerekir!

Ve, öküz altında buzağı arayarak cinayeti hayali bir "derin devlet"e (!) maletmeye kalkışmak, esas ve temel azmettirici durumundaki o "derin illet"in ekmeğine yağ sürmekten; kumpasına gelmekten; provokasyonuna düşmekten başka hiçbir anlam taşımıyor.

* * *

NİTEKİM, başka ne beklenebilirdi ki? Ne beklenebilir?

Dili adábına uydurulmuş yukarıdaki sahtekárlık, "ulusalcı", "solcu", "milliyetçi" etiketi arkasına sığınan kalpazanların dezenformasyon ağında ancak diş kovuğuna kaçıyor.

Söz konusu düzenbazlar internet kaosu vasıtasıyla, Bekaa’daki fotoğrafı "Diyarbakır’a PKK anıtı dikildi" diye yaymaktan, Hrant Dink’in konteksten koparılmış sözlerini "Türk kanı zehirli dedi" şeklinde sunmaya, her gün bunlardan binlerce sallıyorlar. Tutturabildiğine.

Eh, saftirik ve vasat mı yok? Enayi kıtlığına kıran mı girdi? Meczûp mu eksik?

Daha beşikten itibaren "statüko ideolojisi"nin ürettiği "öteki" korkusu ve nefretiyle şartlanan; artı, göçebe ve köylü önyargıların "kahramanlık" değerleriyle yoğrulan; daha artı, taşra kasabalarının, varoş kahvelerinin, üniversite kıytılarının sanal ekran cazibesinde "inandırıcılık" keşfeden o "derin illet" arázlılar Türkiye’de ibadullah değil mi?

Dolayısıyla, mezhebine göre şu veya bu "derin devlet"i göstererek hedef saptırtmaya çalışan Dink’in gerçek katili, şimdi aynı sanal ekranın derininden bize sinsi sinsi sırıtıyor.

Ve bu "de-rin il-let" herhangi bir "derin devlet"ten sonsuz defa daha vahimdir!
Yazının Devamını Oku

Derin toplum yatay devlet

7 Şubat 2007
HAYIR, Hrant Dink cinayetinin perde arkasında "derin devlet" falan yok! Olmadı da! Olamazdı da! Olmayacaktı da!

Yukarıdaki hükmü daha maktûlun cesedi soğumadan yazmaya başladığım acılar yazısında vurgulamıştım ve sonraki bütün gelişmeler de bunu harfiyen doğruladı.

Yani, ne Trabzon’daki lumpen çetenin varlığı; ne istihbarat birimlerinin alargalığı; ne de bayraklı ve sloganlı "hatıra fotoğrafları"nın mevcudiyeti bu "yokluğu" değiştirmez.

Tersine, cürmün "derin devlet" tanımlı soyut kavrama mal edilmek isteniyor olması azmettiricilerin ekmeğine yağ sürüyor ki, onların "esas faili" gizlemek girişimlerine yarıyor.

Nedenine gelmeden önce bir - iki açıklama getirmek istiyorum.

***

DİĞER pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de, niteliği ve hedefi konjonktüre ve olaylara göre değişen ve devlet mekanizması içinde örgütlenen; yahut onunla "sıkı temas" içinde bulunan gizli veya yarı gizli yapılanmalar hep oldu. Çok muhtemelen de hálá vardır.

Klasik örnekten yola çıkarsak da, Soğuk Savaş sırasında uluslararası direniş teşkilatı olarak kurulan ve bizde "Kontrgerilla" diye hayat bulan "Gladio"yu emsál verebiliriz.

Sonra da, yine çok muhtemelen, bunu Susurluk’a kadar uzatabiliriz.

***

BURADA saptanması gereken birinci olguyu, "derin devlet"in gizli veya yarı gizli kimliğinden dolayı, onun açık kimlikli "hukuk devlet"iyle olan ilkesel çelişkisi oluşturuyor.

Nitekim, yine "Gladio" örneğini alırsak, söz konusu çelişki, 2. Savaş ertesi böyle bir "hukuk devleti"nin hálá tam oturaklaşmadığı İtalya’da korkunç şiddetli bir depreme yol açtı.

Mafya, loca, asker, háttá klise "illegal derinlik"teki aktörler olarak ortaya serildiler.

Artı ve belki en önemlisi, kendisine "misyon vehmetmek" dürtüsü devreye girdi.

Yukarıdaki örgüt bir Sovyet işgali durumunda Avrupa sathında partizan örgütlenmesi sağlamak amacıyla kurulmuşken, gizlikten doğan denetimsizlik ve böyle bir mekanizmayı "kirli çıkarlar" için kullanmanın kolaylığı, "esas hedef"ten sapmayı getirdi.

***

VE, bu "sapma"lar iç bünyedeki unsurlara daima "vatanı korumak", "tehlikeyi savmak", "güvenliği sağlamak" kılıfları altında birer "asil misyon" olarak sunuldu.

Peki de, "vatan"ı, "tehlike"yi "güvenlik"i kim, nasıl ve hangi kıstaslarda belirliyor?

Milano’daki bezirgán bankacının, Sicilya’daki kátil haydutun, Bolonya’daki fanatik subayın, Roma’daki köktenci kardinalin anlayış ve yorumları, anayasal tanımlamaların ve uygulamaların yerini alabilir mi? Ama işte Çizme Yarımadası’nda aldı.

Oysa buna karşılık, aynı "Gladio"nun varlığı, açık toplum ve legalist çoğulculuk işleyişinin "iliklere işlemiş" olduğu bir Belçika yahut bir Norveç’te aynı sonuca götürmedi.

İtalya’daki cinsten çirkefliklere rasltlanmadı ve demokratik rejim hiç sarsılmadı.

O halde şimdi de şunu saptamamız gerekiyor:

***

"DERİN devlet" yapılanmaları ne denli kanunsuzluk arzetse de, "kanun kültürü"nün ve "legalist terbiye"nin yerleşik olduğu toplumlar bunları çok büyük ölçüde dizginlerler.

Daha doğrusu, son tahlilde o yapılanmalar da aynı kültür ve terbiyeyle yoğrulmuş olduklarından, bizzat kendi kendilerini "dizginlerler". Bol keseden misyon vehmetmezler.

Dolayısıyla, bir toplum sivil ve legal demokrasi geleneklerini ne kadar derin ölçüde benimsemişse, ora "derin devleti"nin varlığı da buna ters orantıda "yatay"; hatta sathi kalır.

Başka bir deyişle, "derin"i veya "yatay"ıyla her devleti t-o-p-l-u-m belirler!

Tıpkı, Hrant Dink cinayetindeki geri planı da devletin değil toplumun belirlediği gibi ki, bunu yarına bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku

Trençkot altında Kazablanka

4 Şubat 2007
Burberry marka, tıpkı otomobildeki bir Bentley yahut Jaguar gibi, kalburüstü giyim kuşamın sembolü haline geldi. Zaten şimdi hatırlamaya çalışıyorum da, Bogart’ın dışında kimler aynı "Burberry" trençkotla modern mitoslara dahil olmadı ki! Önce size bir ahiret sorusu soracağım.

Sinema tarihinin şu emsalsiz filmi "Kazablanka"daki en ünlü iki sahne hangileridir?

Ağzınızı açmanıza meydan bırakmadan cevabı ben veriyorum.

Bir; Humphrey Bogart’ın "Rick’s Cafe" piyanosunda "As Time Goes By"ı mırıldanmakta olan Dooley Wilson’in yanına giderek ona defalarca "Bir daha çal, Sam" dediği kareler.

İki; maceranın tam sonunda aynı Humphrey Bogart’ın, eski sevgilisi Ingrid Bergman ve şimdiki kocası rolündeki Paul Henreid’i havaalanından uğurladığı görüntüler.

Hatta, bu sonuncusu ilkinden de daha çok kolektif hafızaya yerleşmiştir.

Çünkü, dev sinema eserinin esas afişi de yukarıdaki sekansı yansıtır.

Sisler arkasındaki uçağın ön planında, şapkalı ve trençkotlu Bogart silueti seçilir.

İmdii, size başka bir ahiret sorusu daha soruyorum.

Hayır hayır, Michael Curtiz yönetimindeki bu başyapıt filmin aslında bir antinazi manifesto olmasından ve henüz tarafsız durumdaki ABD’yi müttefik safta savaşa sokmaya zemin hazırlamasından yola çıkarak, siyasi içerikli bir bilmeceye dalacak değilim.

Bugün pazar ve böylesine ciddi şeyler yazanın da, okuyanın da ancak kafasını şişirir.

Ben sadecene şu soruyu tevdii ediyorum:

Yukarıdaki trençkotun özelliği neydi?

Hadi bakalım bekliyorum ve de işte bu defa çenemi tutarak, cevabı yapıştırmıyorum.

Ee, neden gıkınız çıkmıyor? Niçin sus pus kesildiniz?

Niye havaya bakıp ıslık çalmaya başladınız?

Hayır efendim, öyle trençkotun rengiyle, kupuyla, düğmesiyle, apoletliyle ilgisi yok!

Daha doğrusu, uzaktan uzağa var da, bunlar ancak birer ayrıntı oluşturabilir.

Yok yok, işte bilemediniz ve mecburen, yine sizin yerinize yanıt vermem gerekiyor.

Artı, bir daha tekrarlamam, şimdi lütfen kulağınızı açın ve aşağıdaki noktayı not edin!

EFSANEVİ BURBERRY TRENÇKOT

Efendim, muhteşem Humphrey Bogart’ın o efsanevi "Kazablanka" filminin son sahnesinde giymiş olduğu o trençkot, aynı ölçüde efsanevi "Burberry"dir!

Hani şu, en saf kan İngiliz beygirinden bile daha İngiliz olan ve kullandığı astar dahi bütün dünyada alamet-i farika yerine geçen ultra meşhur marka var ya, işte onu kastediyorum.

Üstelik, hanidir ve hanidir lüks kategorisinde addediliyor olsa bile hiç unutmayın ki, o "trençkot" sözcüğünün mucidi dahi bizzat "Burberry"dir!

Öyledir tabii, çünkü ta 1856’da Thomas Burberry adındaki genç bir açıkgözün kurduğu yarı terzi yarı konfeksiyoncu firma daha sonra hem "gabardin"i icat ederek, hem de av meraklısı aristokratlara kıyafet düzerek büyük ün kazanmakla kalmadı.

Avrupa saraylarını, asillerini ve artık onlarla aşık atmak isteyen zengin burjuvaları giydirmenin ötesinde bir de, cihan harbi cephelerinde tüfek-süngü dövüşen majesteleri ordusu piyadelerini donattı.

"Siper" anlamındaki "trench"le, "ceket" veya "palto" manasındaki "coat"un birleşmesiyle de, evrensel lügate "trençkot" kelimesi girmiş oldu.

Eh, kaputtan sağlam, yağmuru, karı, rüzgárı, borayı, soğuğu geçirmiyor.

Artı, "Sırtında paralansın" lafının bile anlamı yok, çünkü giy Allah giy, eskimiyor!

Daha artı, kırk sene, elli sene sonra bile modası geçmez ve geçmiyor.

TRENÇKOTLU ÜNLÜLER

Bundan daha mükemmel bir "klasik" düşünülebilir mi?

Düşünülemez!

Düşünülemez ve dolayısıyla da "Burberry" marka, tıpkı otomobildeki bir "Bentley" yahut "Jaguar" gibi, kalburüstü giyim kuşam babında İngilizliğin sembolü haline geldi.

Ve, firma daha sonra parfümden eşarpa, çantadan kaşkola bilumum "lüks"lere imza atsa bile, Humphrey Bogart’ın o efsanevi "Kazablanka" filminde eski sevgilisini uğurlarken giymiş olduğu o trençkot, diğer bütün "sinye" mamulat arasında yine o efsaneliğini korudu.

Zaten şimdi hatırlamaya çalışıyorum da, Bogart’ın dışında kimler aynı "Burberry" trençkotla modern mitoslara dahil olmadı ki!

Bogart gibi sinema dünyası aktörlerden aklıma ilk gelenleri sayarsam, bir Cary Grant, bir Gary Cooper, bir Richard Burton farklı filmlerde derhal ön plana çıkıyorlar.

Sonra, kruvaze düğmeleri iliklemiş ve geniş yakaları kaldırmış simalar arasında Büyük Winston Churchill, Galler Prensi Charles, Alman Şansölyesi Konrad Adenauer, Arjantinli yazar Borges yine bir anda gözlerimin önünden geçiyorlar.

Ha, az daha unutuyordum ki affedilmez bir pot kıracaktım.

Tabii ki bunlara bir de Hadi Uluengin adındaki dev şahsiyeti eklemek gerekiyor.

İşte bu muazzam şahsiyet sizlere lütfedip, "Burberry" trençkotla ilişkisini gelecek pazara anlatmak teveccüh ve tenezzülünde bulunacakmış.
Yazının Devamını Oku

Allah korusun!

3 Şubat 2007
DÜN gazetelerde çıkan haber şöyleydi:<br><br>"Amerika’ya gitmek için korumaları eşliğinde havaalanına gelen Orhan Pamuk, ’ölüm tehditlerinden dolayı mı Almanya gezinizi iptal ettiniz’ sorusunu cevaplandırmadı". Benim de içim cız etti. Şuramdan bir şey koptu. Çünkü, insani kaygıların ötesinde bir de Büyük Pamuk’un yaratıcılığı námına sonsuz hüzünlere garkoldum.

Zaten, şimdi size şu soruları soruyorum:

* * *

KORUMALARLA yaşanacak bir hayatın bireysel mahremiyeti hayasız biçimde iğfal etmesi bir yana, bizzat böyle bir hayat o yaratıcılığa indirilmiş en dehşet darbe değil midir?

Meselá, Orhan Pamuk bir "Kar"ı satıra dökmek için tekrar Kars’a gidebilecek mi?

Onu oraya götürecek otobüsün çay molasında masa yarenliğine girişebilecek mi?

Hadi, gitmeyi ve girişmeyi göze aldığını varsayalım, kendisini adım adım izleyecek muhafızlarla mı insanlarla konuşacak, notlarını tutacak, yorumlarını kaydedecek?

* * *

SONRA, ne var, ne yok diye Nişantaşı’ndaki "Alaattin’in Dükkánı"na bakmak istediğinde, içeride ve dışarıda tedbir alınması için önceden telefon mu açacak?

Yeni kitabında simgeleştirmek isteyeceği ve o an tezgáhta duran plastik objeyi, "bubi tuzağı" yerleştirilmiş olabileceği kaygısıyla incelemekten kaçınmak zorunda mı kalacak?

O halde, şimdi tekrar şunu soruyorum:

"İlham"ını, "uyarıcı"sını, "renk"ini, "motif"ini her neyse; bütün bunları hayatın kendisinde arayan ve aramak yükümlülüğü altında olan bir sanatçı, bir yazar, bir ressam; yani bir "ya-ra-tı-cı" için, onu "korumaya almak"tan daha korkunç bir ceza olabilir mi?

* * *

HAYIR, olamaz!

Ne Pamuk için olabilir; ne de, en başta bir dizi meslektaşım, varlık nedeni hayatı bilmek, izlemek, öğrenmek, aktarmak ve yorumlamak olan diğer tüm yaratıcılar için olabilir!

Zaten de, o meslektaşlarımı; yani biz gazetecileri "koruma altına" almak ihtiyacı dünyanın pek, pek az ülkesinde başgösterir. Böyle bir şeyin fikri dahi söz konusu olmaz.

Bizdekinin tam tersine, bir "New York Times" yazarı, bir "Le Monde" yöneticisi, bir "BBC" yorumcusu, bir "Ashahi Shimbun" karikatüristi "güvercin kadar" hür sayılır.

Onlar, elleri cebinde sokak arşınlamak; cigara dudağında kahveye oturmak; sevgilisi kolunda metroya binmek "l-ü-k-s"üne sahiptirler.

Tıpkı, ora Orhan Pamuk’larının "hayattan korunmamak" lüksüne sahip olduğu gibi!

* * *

OYSA, aslında bu, tabii ki "lüks" değil! Ne kelime! Ne münasebet!

"H-a-k"!

Tüm insanlar gibi yaratıcıların da korumaya alınmadan; tebdil-i kıyafete başvurmadan; mahremiyeti iğfal edilmeden yaşayabilmesi kadar doğal bir "hak" yoktur ve olamaz!

Ancak, "kurtarıcılık ideolojileri"nden birisine iman etmiş olan o hakkı tanımıyor.

Osmanbey kaldırımında Dink’i beyninden, diğer yerde ise başkasını alnından vuruyor.

Ve üstüne üstlük; ve inanılmayacak şey; ve dehşet manzara; sizi "koruyacağı" (!) varsayılan ve hukuk devletlerinde canınızı emanet etmeniz istenen kurumda, söz konusu "kurtarıcılık ideolojisi" adına eline iftiharla bayrak alıp "hatıra fotoğrafı" (!) çektirtiyor.

Eh, bundan sonra da yegáne çare olarak, bir tek Allah korusun demek kalıyor.

Allah cümlemizi o "kurtarıcılık ideolojileri"nden korusun, amin!
Yazının Devamını Oku

Mazlumun ahı ve vahı

1 Şubat 2007
"MAZLUM millet"! Yahut, İtalyan faşizminin temellerini hazırlayan Enrico Cordini’nin kendi ülkesini tanımlarken kullandığı ve salı günü buraya aktardığım ifadeyle, "proleter millet"!

Veya, Bolşeviklerin "ezilen halk" ya da Nazilerin "mağdur ulus" kavramları!

Artı "Üçüncü Dünya"; artı "periferik çember"; artı "Doğu camiası" deyimleri!

Tabii bunlara bir de, şimdilerde pek moda olan "oryantalizm"i eklemek gerekiyor.

* * *

YUKARIDAKİ terminoloji 20. yüzyıl başından beri hemen her kapıyı açan bir sihirli değnek olarak kullanılıyor. Kim ki yukarıdaki lûgati paralıyor, önünde akan sular duruveriyor.

Nitekim, "sağ" ve "sol" tanımları altında birbirlerine zıt olduklarını iddia eden ama aslında ikiz kardeş kimliği taşıyan tüm modern totalitarizmler aynı kaba def-i hacet eylediler.

Zaten, o totalitarizmlerin kökeni de çok büyük ölçüde bu ortak paydadan kaynaklanır.

Faşizm ve bolşevizm; Nazizm ve komünizm, dışarıda saldırganlık ve içeride zaptiyelik siyasetlerini hükümrán kılabilmek için kendilerini hep "mazlum" ve "mağdur" ilán ettiler.

* * *

PEKİ de, kim, neye ve hangi kıstas göre "mazlum", "proleter" ve "mağdur"dur?

Emperyalist sofraya geç oturduğu için kendini "proleter millet" ilán eden ve Kara Afrika’dan Somali’yi ve bizim İmparatorluğumuzdan da Trablusgarp’ı kapan bir İtalya mı?

Yoksa, Bakü’de "Şark Şûrası" toplayarak yine kendine "Doğu halklarının hámisi" sıfatını vehmeden, ama Azerilerden Yakutlara ve Çeçenlerden Tatarlara, o Doğu halklarına karşı en dehşet mezálimi uygulayan bir kızıl Rusya mı?

Asla! Eğer bunlar "mazlum" ve "proleter"se, eh zahir ben de esir ve paryayım.

Ancak, madalyonun bir de öteki yüzü bulunduğu gerçeğini görmezden gelemeyiz.

* * *

O da şu ki, İtalyanların çullandığı aynı Somali veya Habeşistan’da köleliliğin hüküm sürdüğü; hátta bu ikincisinin de hanidir Eritre’yi "mağdur" kıldığı vakıası inkár edilemez. Artı, Dersaadet’ten Roma tahakkümü altına girmiş bir Libyalının da bize "peki ama, daha önce sizin burada ne işiniz vardı" demek hakkına sahip olduğu unutulabilir mi?

Yahut, Rus ve Alman tahakkümü altında "ezilen" Lehlerin de Yahudileri ezdiği; aynı Yahudilerin ise İsrail’e göç ertesinde bu defa Filistinlileri ezdiği nesnel bir olgu değil midir?

Evet evet, örnekleri sayısız biçimde uzatabilirim, fakat bunlar hiçbir şey ifade etmiyor.

* * *

ETMİYOR, çünkü insanlık tarihi açısından baktığımız takdirde karşılıklı rollerin derhal, anında, bir çırpıda değiştiği, değişebildiği ve değişebileceği göz çıkartıyor.

Her "mazlum"un "zalim"; her "proleter"in "patron"; háttá her "maktûl"ün de "cellát" olduğu, olabileceği ve muhtemelen de olmaya can attığı bir vakıa oluşturuyor.

Zira heyhat, bu bireysel ve toplumsal içgüdü o insanın mayasında fırsat kolluyor.

O halde, kendi siyaset söylemini böylesine bir "mağduriyet" temelinde inşa etmeye kalkışan tüm ideolojilere sonsuz ihtiyatla yaklaşmak gerekir ve de mutlaka gerekiyor.

* * *

HELE hele, o ideoloji bizdeki "ulusalcılık" gibi totaliter, en azından otoriter sağ ve sol uçların halvete girmesiyle oluşuyor ve "mağdur" edebiyatını hayal alemi, korku tezahürü, nefret yansıması ve kompleks tepkisi ekseninde inşa ediyorsa, ihtiyat kırmızı alarma dönüşür.

Üstelik, cilá biraz kazındığı an geçmişindeki ve şimdisindeki "tahakküm şehveti" ve "tahammülsüzlük şiarı" göz çıkarttıyorsa, böyle bir "mazlum" (!) ancak sırta ürperti verir.

Oysa başta söyledim, İtalya ve diğerleri "proleter millet" yakınmasından çok çektiler.

Umalık ki, ders çıkarttık ve "mazlum ulusalcı" sızlanmasına karşı bağışıklık kazandık.
Yazının Devamını Oku