Paylaş
Çünkü daha önce de söz ettiğim gibi, insanın yaşamı birkaç dakikaya bağlıymış, öğrenmiş oldum.
Paranın pulun, şık giysilerin, takıların, bu birkaç dakika içinde yok olup gideceğin için maalesef bir öneminin kalmayacağını anlıyor insan.
Oysa yaşıma rağmen ben pek öyle ölüme kafasını takan biri değildim. Hani derler ya, “Öleceğini bileceksin ama ölmeyecekmiş gibi yaşayacaksın” diye, işte öyle bir şey... Ancak bu art arda gelen hayati tehditler, ister istemez sıklıkla ölümü düşündürüyor.
Ve o zaman biraz çevrene bakıyorsun, “Aman Allah’ım, neler biriktirmişiz evimizde.
Ne gereksiz, ne aşırı, hiç ihtiyaç olmayan, saçma sapan ve belki de hiç kullanmayacağımız eşyalar” diyorsun.
Bir anda yok olup, çekip gittiğinde bunların arkanda kalacağını, ailene ve yakınlarına nasıl da yük olacağını düşünüyorsun...
O eşyalar üstüne üstüne gelmeye başlıyor. Bunlardan bir an önce kurtulman gerektiğini anlıyorsun.
İşte tam da bu ruh hali içindeyken, önüme bu nefis yazı çıktı. Benim bütün bu duygu ve düşüncelerimi yansıttığı için, sizlerle paylaşmak istedim.
Bu yazıyı biraz da beni bu konuda sürekli uyaran Kızım Yonca’ya ithaf ediyorum.
Eminim sizin de arkanızdan sızlanacak çocuklarınız vardır...
ÖLMÜŞ EV
3 adet ölmüş ev gördüm. Bu sebeple evimdeki lüzumsuz her şeyi vaktiyle dağıtmanın yoluna bakıyorum.
Sizin için değerli olan şeylerin başkaları için son derece değersiz olabileceğini bu sayede öğrendim. Vaktiyle dağıtın yoksa geride bıraktıklarınıza çok yük oluyorlar.
Siz hiç ölmüş bir evde kaldınız mı?
Tabaklarının dolaplarında öldüğü, en güzel fincanlarının, gümüş tepsilerinin, kristal bardaklarının raflarında can verdiği bir evde?
Bir ev, içinde yaşayan öldüğü anda ölmez, evin ölümü daha uzun sürer, onun ölümü illa ki daha yavaş ve daha acılıdır.
Açılmaya başlanan çekmeceler ve içindekiler ölür önce... Gümüş çatal bıçak takımları ve kutu kutu dantel sehpa örtüleri ölür.
Hiç kullanılmamış olsa bile o çekmecelerde, o kutularda yaşayan örtüler, evin sahibi öldükten sonraki “göz atılmalar” sırasında, büyük bir acıyla ölürler... Çekmecesiyle birlikte ölürler; çekmecenin ferforje kulbu, topuzlu anahtarı, üzerindeki camlı büfesi, bir, iki “bakılmadan sonra” ölür...
Sonra yerdeki Hereke’ler, Bünyan’lar vardır sırada...
Yıllarca üzerinde gezen sahibinin terlik topukları delmez de, ondan sonra gelenlerin “acaba ne yapsak bunları” bakışları, kurşuna dizmiş misali deler, öldürür onları... Masalar ölür “ah nasıl taşıyacağız bunları” laflarını duyunca, biblolar ölür “kime vereceğiz bunları” sözleri üzerlerinde uçuşunca...
Onca yıl yaşanan evdeki ayna sırları düşmüştür, kenarı kırılmıştır, çerçevesi solmuştur, ölmemiştir ama şimdi yabancı baktığı gibi ona, oracıkta ölmüştür...
Yatak bazası altındaki hurçta misafir takımları, banyodaki hasır kutuda lavanta keseleri, yıllardır el değmemiştir, ölmemişlerdir de, “Ne yapacağız bunları” diye değen ilk el, öldürür onları... Bakılmayan fotoğraflar, bakılmadıkları yerlerde yaşarlar, nereye koyacağız şimdi bunları, diye bakan ilk kişinin ellerinde ölürler.
Tüm eşyalar iç geçirirler son nefeslerinde “En azından o gün, elbiselerle biz de gitseydik, acı çekmeden ölüp bitseydik” diye...
Aynadaki sır değildir ki bu, herkes bilir. Evin ruhu şimdi, tuvalet dolabındaki tuz ruhu olsa daha değerlidir.
Siz hiç ölmüş bir evde kaldınız mı? Kalmayınız... Ölmezsiniz ama ağır yaralanırsınız.
Burak Akkul (Sunucu, yazar)
Paylaş