“Bir ay yazılara ara verdim, yazmaya başladığım güne bak Allah aşkına” diyeyim mi?
“Nasıl olur bu? İçlerine siniyor mu bu karar merak ediyorum” filan yazayım mı?
“Hukuka uyan veya uydurulan, her zaman adalete uygun mudur?” tartışması yapayım mı?
“En çok AK Parti’ye zarar verdiler, benim AK Partili arkadaşlarım var, onlar bile...” sohbetine gireyim mi?
“Efendim önce şunu öne sürdüler, tutmadı, bunu denediler, işe yaramadı, öyle dediler yine fark kapanmadı, sonunda anca bunu bulup iptal ettiler” diye anlatayım mı?
Yahu her akşam haber kanallarında zaten seyrediyoruz?
“Bu sandık başkanı sistemi yanlışsa da bütün ülke çapında yapılmış, o zaman tüm seçimler iptal olsun”dan, “Madem YSK’nın hatası, o zaman vatandaşın oyu niye çöp oldu, bu olmasın diye geçmişte mühürsüz pusulalar bile mühürlü sayılmadı mı”lardan, “En çok Binali Bey’e ayıp edildi”ye kadar giden cümleler kurayım isterseniz?
Ben istemiyorum!
Beni gözleriniz dolu dolu, hasretle bekleyiniz!
İki favori adayın arasında gerçekten tarihi bir kıl payı fark olmasına rağmen...
Anadolu Ajansı’nın özellikle İstanbul açısından zurnanın zırt dediği dakikalarda, aniden uyuyormuş gibi yapmaya karar vermesine rağmen...
Şu gün ve saat itibariyle hâlâ en büyük şehrin belediye başkanının (Binali Bey mi Ekrem Bey mi, itirazlar değerlendirip YSK’nın son kararına bakılacak olduğu için) mazbatasının verilmemesine rağmen...
İki tarafın seçmeninin de büyük heyecan, endişe ve aynı zamanda umut yaşıyor olmasına rağmen...
Gidip oyunu efendi efendi veren, sonrasında sonuçlara, tartışmalara, belirsizliğe karşın, ne kutlama ne protesto için, ne mutluluk ne mutsuzluk gösterisi amacıyla, tek bir taşkınlık, tek bir çiğlik yapmayan şahane insanlara...
Tam da olması gerektiği gibi, medenice, barış ve zarafetten yana bir tavırla süreci sakinlikle takip eden, bu müthiş ülkenin güzel vatandaşlarına...
80 milyonun her bir ferdine teşekkürü borç bilirim! Bize de bu serinkanlılık, bu kardeşlik yakışır. Çünkü çok acayip bir memlekettir burası.
Şimdi provokatörler düşünsün...
Hemen derdimi anlayacaksınız.
Zira Atatürk’ün dediği gibi “Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir. Çünkü Türk milleti milli birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir.”
Ki konu tam da buradaki son cümle zaten.
Bakınız, çöpler öyle böyle toplanır. Yollar tamir edilir. Ha edilmezse en fazla arabanın rot balansı bozulur. Trafik kötüleşir veya biraz düzelir. Sosyal yardım önemlidir ama imkânlar dahilinde aklı olan kimse eksik etmez, zira her belediye oy ister. Altyapı sonuçta paradır, kafası çalışan herkes bilir ki zaten kendi vergisiyle yapılıyor.
Diyeceğim şu ki belediye dediğin sonuçta şehirlerin düzenlemesi, bakımı ve vatandaşın kentte rahat yaşaması için hizmet veren bir kurumdur.
Şu gencecik yaşımda, daha hayatımın baharında kaç partiden kaç belediye geldi gitti bu şehre. Ne belediye başkanları, hatta başbakanlar, cumhurbaşkanları gördüm.
Hiçbiri eşim, dostum, komşum, sokakta gördüğüm insan, hemşerim, vatandaşım kadar kalıcı ve mühim olmadı.
Hangi seçimde hangi partiden kim seçilirse seçilsin, siz kendi vatandaşınızla ilişkinizi iyi tutun!
Öncelikle şehirlinin en temel, en basit ihtiyaçlarına karşılık versin belediyeler, sonra ötekilere bakarız. Azla yetinmeyen çoğu bulamaz efendim!
Bak mesela, en basitinden, temiz hava solumak:
Karadeniz yaylaları standardı talebimiz yok. Ama en azından New York, Londra gibi metropoller kadar yüksek oksijen olsun. Bazı şehirlerimizin bazı semtlerinde artık nefes almak hastalık sebebi!
Mesela arada az bir şey yeşile bakıp toprağa basmak:
Evden çıkıp kısa zamanda biraz temiz hava soluyacağınız, çocuğunuzu oynatacağınız bir yeşil alana ulaşabilmek. İhtiyaç bu yav! Ama betona koyulmuş saksılardan değil, gerçek parklardan, yani topraktan, çimenden, ağaçlardan bahsediyorum.
Mesela yolda yürüyebilmek:
Batı şehirlerinde en çok kıskandığım şey. Rahatça yürünebilen sokaklar, caddeler. Park yapılmayan, düzgün kaldırımlar, sık trafik ışıkları, hava karardıktan sonra önünüzü görmeniz ve korkmadan bir yerden bir yere gidebilmeniz için çalışan sokak lambaları! Tekerlekli sandalye kullananlar için rampalar.
Mesela hangi şehirde yaşadığınızı anlayabilmek:
“Bu yaşta dergide ne yapacaksın, muhabirlikten ne anlarsın?”
“Seni oraya eli yüzün düzgün kızsın diye almışlardır, kim bilir kimin gözü var.”
“Baban patronun arkadaşı mı, olay nedir?”
“Bu konuları toplantıya getirmişsin ama kendin mi buldun, kimden kopya çektin?”
“Bu haberi gerçekten sen mi yazdın, başka muhabirler mi yardım etti?”
“Erkek dergisini bir kadın nasıl çıkaracak ki?”
Susmadılar... Kronolojik olarak devam ediyorum:
“O G.A.G. metinlerini kocası yazıyormuş.”
Ama bu cümleyi bambaşka bir konunun, gelecek mühendisliğinin çerçevesinde tekrarlarsak: “Yeni Cem Yılmazlar, Gülse Birseller, daha da önemlisi yeni Stephen Hawkingler, yeni Aziz Sancarlar, belki yeni ‘siz’ler çok yakında!” Yetenekli gençleri alıp yetiştirmek manasında değil. Biyokimyasal ve beyinsel algoritmalarınızı kopyalayarak beyin, zihin, birikim ve eğilimlerinizi yapay zekâlarda yaşatmak manasında!
Yeterince tedirgin olduysanız konuya giriyorum!
Sapiens’in yazarı Yuval Noah Harari, Davos’taki konuşmasında açtı bu konuyu.
“Yeni jenerasyonlarda vücutların, beyin ve zihinlerin mühendisliği yapılacak. Ve ekonominin yeni ürünleri tekstil, otomobiller filan değil bunlar olacak. Bilgiyi kontrol eden insanlar geleceği ve dünyayı kontrol edecekler.”
Nasıl bir bilgi bu?
Sizin bilgileriniz efendim!
En basitinden, bugün o bilgisayarı veya akıllı telefonu kullanırken bilgi almak kadar kendinizle ilgili bilgi de veriyorsunuz. Ve o bilgi paha biçilmez. Nasıl ki YouTube’a girdiğinizde seyrettiğiniz videoların benzerleri çıkıyor veya çok alışveriş yaptığınız internet sitelerinin reklamı her sayfada beliriyor, tercihleriniz kayıt altında tutulup size özel seçenekler görünümü altında sunuluyor, ileride de biyolojik ve psikolojik bilgileriniz çok daha detaylı öğrenilip kaydedilecek.
Yani gelecekte sadece banka hesabınız veya e-postalarınıza değil, sizin bile bilmediğiniz bedensel-zihinsel tüm bilgilerinize hacker’lık yapılacak!
Stratejik bir askeri üs bulunan ada konuşulurken Trump, “İnsanlar sempatik mi, plajlar güzel mi?” diye sormuş. Toplantıdakilerin bazıları Trump’ın “İngiltere’yle işbirliği yapabilir miyiz” gibi bir konu ima ettiğini, diğerleri ise adayı inşaatçı gözüyle değerlendirdiğini düşünmüş. Başkan’a bilgi veren pek çok istihbarat uzmanıyla konuşularak hazırlanan haberde, bir keresinde de Afganistan’dan Bangladeş’e kadar olan alanın haritası üzerinde konuşulurken, Başkan’ın Nepal ve Bhutan’ın Hindistan’ın parçası olduğunu iddia ettiği, bunun üzerine Nepal’in bağımsız bir ülke, Bhutan’ın ise bir krallık olduğunun anlatıldığı söyleniyor. Daha önceki gafları da hesaba katarsak, belli ki Trump ABD’nin gelmiş geçmiş en bilgili, en donanımlı başkanı değil, bu bir gerçek. Öte yandan en pervasız ve en “kendine güvenli” başkanı olduğu kesin!
Bu vaziyet aslında sadece Amerika’nın değil, dünyanın, belki de en çok ülkemizin son yıllardaki hayat hikâyesi.
Cahilliğin şiddetli cesaret kazanmasının zirvesini yaşıyoruz.
Televizyon tartışmaları, sosyal medya, sokak, konu hakkında en küçük bilgisi olmayıp çok keskin fikirleri olan ve bunları bağırarak, dev kendine güvenle savunan, itiraz edildiğinde karşısındakini kibir ve/veya yalancılık, hainlikle suçlayanlarla dolu!
İnanır mısınız, bunun bilimde bir ismi var: Dunning-Kruger Etkisi!
1999 yılında, Cornell Üniversitesi’nin hipoteze ismini de veren iki psikoloğu tarafından tanımlanan ve 2000 yılında Ig Nobel Ödülü alan bu teoriye, Türkçe “cahil cesareti” denebilir. Dunning-Kruger Etkisi’ne göre:
Yetkin olmayan insanlar becerilerine aşırı değer biçme eğilimindedirler: “Bana Milli Eğitim Bakanlığı’nı versinler var ya, üç günde..”, “Yapımcılar beni keşfetse var ya, öyle bir dizi yazarım ki reytingler altüst..”, hatta “Ben olsam dolar rezervinden 10 milyar şakkadanak satarım! Şaşırır millet! Arkadan şak bir 10 milyar dolar daha! 20... Yetmedi! Bir 10 daha! 30... Biter zati, çil yavrusu gibi dağılır millet!”. Tanıdık geldi mi?
Yetkin olmayan insanlar diğer insanlardaki gerçek beceriyi fark edememektedirler: