Anne-babaların eğitime ihtiyacı var

Gülben Ergen, ünlü psikiyatrist Prof. Dr. Özcan Köknel’i evinde ziyaret etti. Köknel; çocuk ruhunu anlamayı, artan şiddet olaylarını ve geçmişte açılan ana-baba okullarının faydalarını anlattı.

Haberin Devamı

Özcan Köknel, İstanbul Tıp Fakültesi mezunu, yıllarını psikiyatriye vermiş bir isim... 1952’de mezun olduğu tıp fakültesine yıllar sonra bölüm başkanı olarak dönmüş. Bugüne kadar yaptığı sayısız araştırmayla birçok ödüle layık görüldü.

Onlarca kitap yazdı. Bugün 90 yaşında olan Özcan Hoca hâlâ araştırmaya ve bildiklerini aktarmaya devam ediyor...

Anlattıklarını dikkatle dinledim. Şiddetin temelinde yatan asıl nedenleri, anne-babaların çocuklarına davranma şekilleri, Türkiye’nin psikolojisi gibi birçok konuyu konuştuk...

  Özcan Hocam bu mesleği seçiş hikayenizden başlamak istiyorum... Nasıl bir ailede yetiştiniz? Neden psikiyatr olmak istediniz?

- Benim annem ve babam evvela öğretmenlik yapıyordu. Sonra İş Bankası’nda memur olarak çalışmaya başladılar. 1932 senesinde Tokat Zile’ye gittik. O zamanların Zile’si elektriği, suyu, yolu olmayan, evleri kerpiçten olan bir ilçeydi. Orada kerpiç dışında ev bulmak da zordu. Zar zor biz iki katlı bir ev bulduk. Alt katta ahır vardı. Üst katta da biz oturuyorduk.

Haberin Devamı

Tek evlat mıydınız?

- Evet.

Zile’deki yaşamınızı anlatır mısınız?

- Zordu. Mesela orada çatı kapatılmazmış. Kargalar vardı. Rahmetli babam, kargalardan kurtulmak için bir çan yapmıştı. Zaman zaman o çanı çekiyorduk. Kargalar kaçıyordu.

Alt katta budak vardı. Oradan da baktığın zaman arkada inekleri, kuzuları ve koyunları gören bir evdi bizimki. Biliyorsunuz 1933 senesi Türkiye’de Cumhuriyet’in 10’uncu yıldönümüydü.

O kapkara olan Zile’de tak-ı zafer kuruldu. Nedir tak-ı zafer? Dört tane direk dikildi. Onun etrafına beyaz bez geçirildi. İçinde de lüks lambası yandı.

Dolayısıyla kapkara olan Zile’nin bir iki caddesi bu şekilde aydınlandı. Anneme babama neden böyle bir şey yapıldı diye sorduğumda. “Cumhuriyet’in 10. yılı ondan” demişlerdi.

Demek ki Cumhuriyet aydınlık demekti... Bu benim hayatımın, o zaman bilmeden söylediğim, sonra anlamı ve gücünü yaşayarak öğrendiğim bir şey oldu.

Peki hekim olmanız...

- Neden hekim oldum? Çünkü Zile’de annem ve babamın görüştüğü iki aile vardı. Bunların biri hükümet tabibiydi, biri İş Bankası müdürüydü.

Haberin Devamı

İş Bankası müdürünün çocuğu yoktu fakat hükümet tabibinin 3 çocuğu vardı.

Sık sık onlara giderdim. Babamdan başka gördüğüm ilk meslek hekimlikti. Üstelik orada gördüklerimi evde gelip oyuncak tavşanlara uygulamaya başladım. Kimine iğne yapardım, kiminin kalbini dinlerdim. Düşünün 5-6 yaşında ilk defa hekimlikle ilgili oyunlara başladım. Bu yüzden hekimliği seçtim.

Çocukluğunuzda etkilendiğiniz olaylardan ilk aklınıza hangisi gelir?

- Ailemin işi dolayısıyla Gaziantep’e yerleştik. Oranın en iyi okullarından biri Dayı Ahmet Ağa Okulu’ydu.

7 yaşındaydım. Birinci sınıfı okumuş olduğumu kabul ederek beni sınava aldılar. Sınavdan sonra beni 3. sınıftan başlattılar. Okula başladıktan 10 gün sonra gittim. Sınıf çok kalabalıktı. Beni de bir yere oturttular.

Haberin Devamı

Herkes birbirini 1. sınıftan beri tanıyordu. Dolayısıyla ben yabancıydım. Bana takılmalar başladı.

Çocuklardan biri de biraz fazla takıldı. Hayatımda ilk ve son kez kavga ettim.

Hâlâ bir fotoğraf gibi hatırlıyorum. Yere yatırdım bana takılan çocuğu ve yumruklamaya başladım. Çocuk gitti, babasına şikayet etti. Babası kim çıktı? Okulun müdürü.

Sonra ne oldu?

- Okulun başöğretmeni ikimizi de çağırdı. “Kendi aranızda halledin. Beni karıştırmayın” dedi. Bu beni çok etkileyen bir şeydi. Düşünün o zamanın başöğretmeninin söylediği bu. Yumrukladığım kendi oğlu.

Anne-babaların eğitime ihtiyacı var

 ÖĞRETMENLER ÇOCUK RUHUNDAN ANLAMALI

  Bu olayı şimdi nasıl değerlendiriyorsunuz?

- Çocuk ruhunu tanıyan bir eğitimcinin söylemesi gereken söz. Beni çok etkiledi. Birçok öğretmene bence örnek olmalı. İşte bunlar Cumhuriyet döneminin ilk öğretmenleri galiba.

Haberin Devamı

Bu konuda daha bilgi sahibi olan, daha çocuk ruhunu tanıyan, genç ruhunu tanıyan...

Ben çalışkan bir çocuktum. Bir tek fizik dersim iyi değildi. Not verileceği zaman fizik öğretmeni beni yanına çağırdı. “Diğer öğretmenler sana çok destek veriyor. Seni bana iyi tanıttılar. Sana iki not borç veriyorum. Karnene 5 vereceğim ama çok iyi çalışacaksın ve borcunu ödeyeceksin.”

Bunu da unutmam. Çok büyük bir motivasyondu.

Ne güzel... Öğrencilik yıllarınızda öğretmenleriniz çok şey katmış size...

- Gayet tabii. Birisi bunları anlatsa gülüp geçerdim. Bir örnek de üniversiteden vereyim. Üniversitede 3. sınıftan sonra çok başarılı bir talebe oldum.

Dört dersten sınava giriyorduk. Bunların üçünden geçtim. Fizyoloji dersinden kaldım. 5. sınıftan 6. sınıfa staja geçerken imtihandan geçiyoruz.  En zor imtihan da patolojik anatomi. Bütün hastalıkların yapısını ve histolojisini öğrendiğimiz ders. Düşünün 2.5 senenin sınavı bu. O sınava girdim.

Haberin Devamı

O sınavda evvela yazılı, sonra mikroskobik, sonra makroskopik, sonra da otopsi yapılıyor. Mikroskopiden 1 aldım. En iyi puan. Makroskopiden ve otopsiden de. Ancak yazılı sınavda öyle bir soru geldi ki, hiçbir şey yapmamıştım. Alman bir hocamız vardı. Türkçe biliyordu ama derslerde bazen Türkçe bazen Almanca konuşuyordu. 

Yazılıya da çok önem veren bir hocaydı. “Sen kalacaksın, yazılın çok berbat” dedi. Fakat adamın vicdanı el vermedi herhalde.

Diğer notlarınızı biliyor ama...

- Evet. Beni ertesi gün tekrar çağırdı. Ertesi gün tekrar gittim. “Dün bilmediğin şeyi tekrar yazacaksın” dedi. “Hocam bakmadım” dedim. “Sen ne biçim öğrencisin, insan bilmediği şeyi gider evde araştırır. Kalacaksın” dedi.

Fakat adamın yüreği yine el vermedi. “Şuraya oturacaksın ve beyin tümörlerini yazacaksın” dedi. Ben de daha önceden nöroloji psikiyatriye girerim diye düşünerek, beyin tümörleri kitabını neredeyse ezberlemiştim. Oturdum yazdım. Hoca döndü, “Dün kalacakken bugün pekiyi alıyorsun” dedi.

İşte bunlar hoca. Yani bir hoca bir çocuğu değerlendirmek için bu kadar zamanını verdi. Başka bir hoca olsa “kaldın” sen deyip kapatır giderdi. İşte bunlar benim yaşayarak hayatımı etkileyen şeyler oldu. Elimden geldiği kadar da hayatım boyunca bu şekilde davranmaya kendimi alıştırdım.

Çocuğunuz var mı?

- 2 kızım var.

Mesleğinizi seçtiler mi?

- Biri Çapa’da profesör. Diğer kızım da İstanbul Teknik Üniversitesi’nde profesör.

Anne-babaların eğitime ihtiyacı var

 İNSAN OLARAK BAŞKASINA MUHTACIZ

  Benliğimizi sizce nasıl terbiye edebiliriz?

- İhsan Şükrü Aksel. Çok sevdiğimiz bir hocaydı. Türkiye’de ilk defa ana-baba okullarını kurdu. Ben Beyazıt şubesinin hekimiydim. 1960’lı yıllardı.
Fakat uzun süremedi. Daha sonra öğrencim olan 1980’lerde Haluk Yavuzer yeniden ana-baba okullarını kurdu.
Türkiye’nin birçok ilinde ana-baba okulları eğitimi vermeye başladık.
Bütün bu illere giderek ana-baba okuluyla ilgili konferanslar vermeye başladım. Karı-kocayla ilgili ilişkiler ne şekilde çözülebilir üzerineydi.

İnsanlar oraya çekinmeden gelebiliyorlar mıydı?

- Geliyorlardı. Ama gelenlerin yüzde 80’i kadındı. Halbuki hem annelerin hem de babaların eğitime ihtiyacı var.

Peki 1960 ile 1980 yıllarındaki ana-baba okullarını mukayese ettiğinizde nasıl bir tablo çıkıyor ortaya?

-1960’lardaki amatör bir uygulamaydı. Fakat daha sonra Haluk Bey’le beraber yürüttüğümüz hakikaten Türkiye çapındaydı. Ataerkil, erkek egemen zihniyetin değişmesi için bu tür şeylere gerek var.

Değişim oluyor muydu?

 Evet. Bu da gösteriyordu ki demek ki o ana-baba okulunda verilen mesajlar o aile içindeki dinamikleri değiştirebiliyor. Bunun bir devlet politikası haline getirilmesi gerekliydi.

Buna çok ihtiyaç var...

- Jung’un kelimeye reaksiyon testi vardır. Gayet basit bir testtir. “Anne” deyince çok kişi “baba” der. “Masa” deyince çok kişi “sandalye” der.Ama 100 kişiden 60-70’i “anne” deyince “baba” diyorsa bir tanesi “nefret” diyor mesela.Ben derste uyguladığımda mesela baba dediğimde “öfke” diyen öğrencilerim oluyordu.Peki neden? Baba bir kavram ama her kavram sadece anlam taşımıyor ki. Her kavramın bir duygu yükü var. Çok önemli.Benim “İnsanı Anlamak” diye bir kitabım var.

Kitabın özeti şu:
Biz insan olarak başkasına muhtacız. Çünkü tek başına bir insan olamaz.
Bizim kimliğimizin ve kişiliğimizin gelişmesi için mutlaka başkasının olması lazım.
Annemin, babamın, dostumun olması lazım değil mi? İnsanlara muhtaçsak insanlarla iletişim kurmaya muhtacız.

ŞİDDET, GELENEK-GÖRENEK VE AİLE YAPISINDAN KAYNAKLANIYOR

  “Şiddetin Dili” kitabınızdan konuşmak istiyorum. “Şiddet İngilizce, Fransızca gibi başka bir dil oldu” artık diyorsunuz. Bir alışkanlık mı bu? Niye kullanıyoruz bu şiddetin dilini?

- Şiddetin ortaya çıkması, gelenek-görenek aile yapısından kaynaklanıyor. Türkiye’de insanın ve çocuğun değeri yok. Çiğdem Kağıtçıbaşı’nın “Çocuğun Değeri” diye dünya çapında bir çalışması var. Orada Türkiye’de çocuğun ilişkisi, çıkar ilişkisine dayanıyor. Biliyorsunuz çocuğu karşılıksız sevmek lazım. Ben çocuğu severim ama ne yapıyor çocuğu seven anne ve baba? Bana ileride baksın, para kazansın diye karşılık bekliyor. Çıkar ilişkisine dayanıyor. Buna dayanan çocuğun değeri, değersizlik oluyor. Çocuk ya buna boğun eğiyor ya da eğmiyor. Boyun eğmediği zaman birkaç yol var. Bunlardan birisi kaçış yolu ise, ikincisi biraz daha öfkeli ve şiddetli...

Yani başkaldırı...

- Başkaldırma yolu. Bu da başka bir etken oluyor. Dolayısıyla da bütün bunlar Türkiye’de başkasına pek değer vermemek, başkasına pek yer vermemek gibi durumları doğuruyor. Ya benden olacaksın ya da seni ötekileştiririm.

Günümüzde evliliklerin bir projesi haline mi geldi çocuklar?

- Ataerkil, erkek egemen ailelerde, gayet tabii. Adam tahammül edemiyorsa, ayrılmak istiyorsa, gidip öldürüyor.

Neden şiddet dili? “Hayır” demek yerine, alıyor eline bıçağı ve öldürüyor. Bu da bir dil oluyor.

Türk toplumunda şiddet dili kabul görüyor diyebilir misiniz?

- Maalesef görüyor. Kabul gören bir dil. Uygulanan bir dil. Üstelik siz bunu uygulamıyorsanız da aşağılanan bir insan oluyorsunuz. Onun için biz çocukluktan beri gördüğümüz için egomuz yani benliğimiz bunları normal olarak kabul eden bir ortamda yetişmiş oluyor. Daha sonraki kimliğimiz de bu ortamın içinde kendini geliştiriyor. Ben kendimi kabul ettirmek zorundayım. Kendimi korumak zorundayım. O zaman onlar benim karşıtım, onlar öteki, o zaman onlarla ilişki kurmayayım diyorsunuz. O da yetmiyor. İlişki kurmayayım, onlara zarar vereyim. İlişki kurmayayım, onları yok edeyim gibi gittikçe dozunu artırıyor.

 TÜRKiYE’NiN RUH SAĞLIĞINI BOZAN BiRÇOK NEDEN VAR

Türkiye’nin psikolojisini nasıl buluyorsunuz?

- Şiddet var. Benim bulgum değil. Yapılan testler de bunu gösteriyor.Toplumda ruh sağlığı yerinde olanların oranı yüzde 40-50. Kalanın sorunları var. Kiminin kaygısı var, kiminin endişesi var, kiminin korkusu var...Herkesin kendine göre bir şeyi var. Ayrıca nüfusun yüzde 15-20’si de ruh sağlığı açısından hastalık tanısı alacak durumda.Aşağı yukarı bu oran hep böyledir. Fakat ruh sağlığı sorunu olanların oranı gittikçe artıyorsa, demek ki o toplumda Türkiye’nin ruh sağlığını bozan birçok neden var.Onları bulup araştırmak lazım. Türkiye’de yapılan anketler bunun arttığını gösteriyor. Kaygısı olan insan, korkusu olan insan, öfkesi olan insan, kızgınlığı olan insan...Yani olumsuz duyguları ön planda olan insanların sayısı artıyorsa, demek ki bunun kaynağında toplumdan kaynaklanan nedenler var. Onları araştırıp çözmek lazım.

SON 24 SAATTE YAŞANANLAR

Yazarın Tüm Yazıları